Anadolu Notları, Reşat Nuri Güntekin

Anadolu Notları, Reşat Nuri Güntekin, İnkılap Yayınları, 2002, İstanbul

Cumhuriyet dönemi Türk romanının en önemli isimlerden birisi olan Reşat Nuri Güntekin 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. 1912 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek 1913  yılında Bursa’da öğretmenlik hayatına başlamıştır. 1931 yılında Milli Eğitim müfettişi, 1933-1943 yılları arasında Çanakkale milletvekili, 1947 yılına kadar Milli Eğitim Başmüfettişi, 1954 yılına kadar Paris Kültür Ataşesi olarak görev yapmıştır. UNESCO’da Türkiyeyi temsil etmiştir. 1954 yılında emekli olmuş, kanser tedavisi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956’da ölmüştür. Yazarın, romanları, hikayeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri de bulunmaktadır.
“Anadolu Notları I-II” kitabı iki kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitap, yazarın Anadolu yollarında, istasyonlarda, trende vb. başından geçen ve  çevresinde gelişen olayları, gözlemlerini aktarmaktadır. İkinci kitap ise, daha çok düşüncelerinden oluşmaktadır.
Kitap 53 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler yazarın Anadolu’da gezerken tuttuğu notlardır. Yazar birçok notunda yer ve zaman belirtmemiştir. Fakat bahsettiği olaylardan Cumhuriyetin ilk dönemlerini anlattığı rahatça anlaşılmaktadır.
Yazar notlarında zaman ve yerden bahsetmemesini “Zaten Anadolu’da zamanlar ve yerler kadar birbirine yakın ve birbirine benzer ne var ki?” diyerek açıklamıştır. Tarih ve zaman tutmanın gereksiz olduğunu belirtmiştir.
Yazarın gezi notları içinden dikkat çekenlerden bazıları aşağıya çıkartılmıştır:
Anadolu’da yolculuk yaparken trenlerde, insanların içinde bulunduğu duygular, diğer insanlara karşı tavırlar, kompartımana yolcu girmesini engellemek için başvurulan hileler anlatılmaktadır. Bu yöntemlerden bulaşıcı hastalıklı gibi görünmek ve tren kalkana kadar kompartımanda yolcu olmayan kişileri tutarak dolu görüntüsü vermek ilgi çekicidir.
Anadolu’da kitap ve gazete satışlarından bahsedilmiştir. Türkiye’de sağlam bir yayın kuruluşunun olmadığı, “Bizde halk gazete, kitap okumaz.” imajının oluştuğu, Anadolu’ya satılmak için çok az kitabın gönderildiği gibi değerlendirmelerde bulunulmuştur.

Osmanlı Sarayında Hayat, İlber Ortaylı

Osmanlı Sarayında Hayat, İlber Ortaylı, 2008, İzmir
Topkapı Sarayı etrafında şekillenen hayat
Topkapı Sarayı Osmanlı sultanlarının yaşadığı yerdir. İstanbul fatihi II. Mehmet tarafından 1460’ ta yaptırılmıştır. 19’uncu yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı padişahları ve saray halkı burada ikamet etmiş ancak 1850’lerin başına gelindiğinde sultanlar artık Dolmabahçe Sarayında yaşamaya başlamıştır.
Köklü bir tarihe sahip İstanbul 1400’lü yıllarda konut bölgeleri büyük miktarda boşalmış harap ve bitap bir haldeydi. Fetih sonrasında II. Mehmet tarafından şehirde yapılan medreseler, camiler, bedestenler, kervansaraylar, hamamlar harap ve bitap Doğu Roma başkenti bir Türk şehri haline getirmiştir.
Osmanlılarda saray hem devlet reisinin ikamet yeri hem de ofisidir. Topkapı Sarayı yapılırken Bizans Sarayından kalan taş ve sütunlar sarayın yapımında kullanılmıştır. Saray o dönemde şehrin her tarafına hakim ve her yerinden görülebilen bir yere kurulmuştur. Ayrıca Ayasofya’ya yakın bir yerdedir. Çünkü padişahlar Cuma ve teravih namazlarını burada kılarlardı. Ayasofya’nın ne yapısının ne de adının değiştirilmemesi Osmanlının insanlık mirasına duyduğu saygıyı gösterir.

Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, Sadri Maksudi Arsal

Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, Sadri Maksudi Arsal, Ötüken Yayınevi, 1975, İstanbul
Milliyetçiliğin milletlerin hayatında oynadığı rol
       Kitap, yazarın milliyetçiliğin  esaslarıyla ilgili  meseleler hakkındaki araştırmalar neticesinde elde ettiği fikir ve kanaatlerden oluşmaktadır. Milliyet meselesini hukuk tarihi ve sosyoloji alanlarında  kabul edilmiş, müsbet ilmi esaslardan ayrılmayarak, tamamen objektif bir şekilde incelenmiştir.
      Ord.Prof. Sadri Maksudi Arsal, Milliyetçiliğin milletlerin hayatında oynadığı rolün ehemmiyetine rağmen, ne dilimizde ne de Avrupa dillerinde, milliyet esasını sosyolojik bakımdan inceleyen objektif bir eserin olmaması ve mevcut eserlerin de milliyetçilik esasını saldırıcılığı temsil eden  eserler, yada milliyet duygusunun milletlerin tarihindeki rol ve ehemmiyetini inkar eden kozmopolitlik propaganda aracı olarak kullanılması nedeniyle milliyetçiliği sosyolojik açıdan ele alarak incelemiş ve değerlendirmeleri sonucunda zamanımızda milliyetçiliğin ne şekilde olması gerektiğini ortaya koymuştur.
     Yazara göre bugünkü milliyetçilik;

Kürdistan Tarihinde Dersim, Nuri Dersimi

Kürdistan Tarihinde Dersim, Nuri Dersimi, 2004, İstanbul
Cumhuriyet aleyhtarı, taraflı ve maksatlı bir bakış açısıyla kaleme alınmış kitapta Dersim'in tarihi, coğrafi özellikleri ve bölgede meydana gelen ayaklanmalar anlatılmaktadır.
Kitap 16 bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde tarihi ve coğrafi olarak dersim anlatılmaktadır.
I.    BÖLÜM: Tarihi ve Coğrafi Olarak Dersim
Bazı Kürtler ‘der’ kapı, ‘sim’ gümüş anlamında olduğu için, Dersim kelimesini ‘Gümüşkapı’ biçiminde anlamlandırmaktadır. Yazara göre, bu yörede bulunan halk Dersim’i Kürdistan olarak algılamaktadır. Kürt adıyla anılan millet, eski Med milletinin kendisidir. Mediya, asırlar boyunca fatih uluslar tarafından elden ele geçmiş, fakat Med Ulusu (Kürtler) vatanının dağlarında ve yaylalarında varlıklarını korumuşlardır.
Yazara göre, tarihsel süreci içerisinde Dersim halkı Bizans, Selçuklu, Moğollar, İlhanlılar ve Akkoyunlular ile yıllarca mücadele vermiş hepsinde de başarılı olmuştur.
Yazar, Türkiye sınırları içinde bulunan Kürdistan bölgesini üçe ayırmaktadır.

Şeytan’la Konuşmalar, Hilmi Ziya Ülken

Şeytan’la Konuşmalar, Hilmi Ziya Ülken, 2003, İstanbul

     Yazar Şeytan’ı kişiselleştirerek eserinde O’nunla konuşmalarına yer vermiş. Kutsal kitaplarda geçen, insanların kendisinden korktuğu ve kendisinin şerrinden Tanrı’ya sığındığı bu yaratığın insan suretinde yazarın çalışma odasına girerek kendisiyle konuşması ile konulara giriş yapmış. Her ne kadar insanlar kendisinden korksa da, yazarımız korkmamakla birlikte O’nu tanıyan, tanımaya çalışan ve O’nunla yaptığı konuşmalarla da yazacağı, araştıracağı ve inceleyeceği konulara yön veren bir yaklaşım sergilenmektedir.
    Şeytan’ın odasına bir kış gecesi izinsiz girmesine karşı yazar soğukkanlılıkla Şeytan’ı bir an evvel göndermek ister, ancak şeytan musallat olur ve gitmek istemez. Aradan biraz zaman geçer. Şeytan’ın elinde topaç ve hacıyatmaz  vardır. Yazar bunların anlamını ve ne işe yaradıklarını sorar. Şeytan bu iki şeyin kendi marifetleri olduğunu teşbihlerle açıklar.

Türk Sufiliğine Bakışlar, Ahmet Yaşar Ocak

Türk Sufiliğine Bakışlar, Ahmet Yaşar Ocak, 2007, İstanbul
Türk Sufilik tarihinin önemli birtakım kişileri ve konuları etrafında değişik zamanlarda kaleme alınmış yazılardan oluşmaktadır.
          Anadolu topraklarında 12’nci yüzyıl başlarından itibaren yeni bir sentez halinde oluşmaya başlayan Müslüman Türk kültürünün ana besleyici kaynakları, esas itibariyle Orta Asya ve Orta Doğu kökenlidir ve geniş çapta sufiliğin etkisini taşır. Heterodoks Halk İslam’ının farklı kültürleri bağdaştırıcı özelliğini, tasavvufi-mistik karakterinin baskınlığını sergileyen yazar, Türk İslam’ının dört önemli kişiliğini özellikle ele alıyor; Ahmed-i Yesevi, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli. 
           Yaşadığı çağı aşarak günümüz insanına kadar ulaşabilen,

Tarihin Sınırlarına Yolculuk, İlber Ortaylı

Tarihin Sınırlarına Yolculuk, İlber Ortaylı, 2008, İstanbul
İlber Ortaylı’nın Osmanlının tamamen yıkılmadığı sadece iktidarın şekil değiştirdiğini, cumhuriyetin Osmanlının bir devamı olduğunu, Osmanlıyı reddetmemizin mümkün olmadığı, tarihimizi merak etmemiz ve doğru öğrenmemiz gerektiği, ve bize neler kazandıracağı hakkındaki düşünceleridir.

(1) Efsaneler ve sloganlar arasında bir tarih…
Osmanlı tarihi konusunda farklı bakışlar söz konusudur. Türkiye’deki insanlardan bazıları biz Osmanlı değiliz derken bazıları “Osmanlı biziz diyor.”Böyle bir ayırım mümkün değildir. Osmanlıda kurumlar vardır. Bunların devamlı bir şekilde devamlılığı vardır. Bu devamlılık araştırıldığında Osmanlı tarihine teknik olarak bakış meselesi halledilmiş olacaktır. Bugünün Türk’ünün tarihten bir kopukluğu mevcuttur. Neden diye sorulduğunda cevaplandırılacak soru şudur:”neden bu kadar meraksız” toplumumuzdaki merak Afrika kabilesinden fazla değildir. Bir şeyin detayına inmek soru sormak, somut delil aramak gibi bir merakımız yok. Osmanlı tarihine nasıl bakmamız gerektiğine bir cevap veremiyoruz. Bunun çözümü öncelikle iyi bir mantıktan geçer. sonra felsefeye gider filolojide halledilmelidir. Türkiye’de bu yapılmamış bu konuda yirmi sene sonra sonuç verecek okullar açılmamış, daha çok üç yıl sonrası düşünülmüştür. Osmanlı tarihine batılı kavramlarla yaklaşarak oradan bir sonuç çıkarmak yanlıştır. bu kavramlar batıda çok detaylı, hassas, hukuk tarihi, tarih, filoloji araştırmalarıyla çıkan bilgilere göre şekillenmiştir. Bizde böyle bir şans yok. Böyle olunca da tarih ekolü oluşamamaktadır. Osmanlı cemiyetinin renkliliği ve birtakım milletlerin bulunması Osmanlı düzeninin dinamizmini sağlamıştır

(2) Osmanlının kabuk değiştirme dönemi.

Yüzyıldır Neden Bocalıyoruz?, Niyazi Berkes

Yüzyıldır Neden Bocalıyoruz?, Niyazi Berkes, 1997, İstanbul
Osmanlı Devletinin son dönemlerinden beri yapılmaya çalışılan gelişmelerin sekteye uğramasının sebepleri, gericiliğin tarihi gelişmelere etkisi ve Devletçilik
Kitap iki ciltten oluşmaktadır.
(1)    Birinci Cilt:
(a)    Meseleler ne zaman başladı?
Türkler, Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz siyasal egemenliğin kuvvetini on sekizinci yüzyılın başına kadar devam ettirmişler, fakat bu yüzyılın başında bu kuvvet ilk önemli dış engellerle karşılaşmağa başlamıştı. On sekizinci yüzyılın başında imparatorluğun yalnız eski kudretini kaybetmekle kalmadığını, aynı zamanda gerilemeğe başladığını o zamanın devlet adamları bile anlamışlardı.
(b)    Eski Düzene Dönme Çabaları.
On yedinci yüzyılda Osmanlı devlet sisteminin dünyanın geçirmekte olduğu büyük değişmenin tesiri altında bozulmaya, aslındakinden farklı şekillere girmeye başladığı görülmüş bulunuyordu. En önemli değişiklik bu sistemin can damarı olan toprağın idare ediliş usullerinde olmuş, bunlarla ilgili mali, idari, sınaî ve hatta ilmi örgütler başka başka şekillere girmeğe başlamıştı. Toprak rejimi ve ona dayanan devlet maliyesi, ordu, hükümet ve idare bilim müesseseleri. Dikkate değen nokta hiç birinin bu değişmenin veya onların deyimiyle bozulmanın, hiçbirinin nedenlerini araştıramamalarıdır.

Tarihin Kahramanları, Will Durant

Tarihin Kahramanları, Will Durant, 2001, New York
Tarihin Gelişim Sürecinde Kahramanlar
Durant bugün varolan problemleri anlamak için dünü yani geçmişi anlamak gerektiğini düşünerek bu sayede insan gerçeğinin ve doğasının ortaya konabileceğini ifade etmiştir. Kitap içinde yer yer Durant’a göre din ve siyaset kaynaklı bazı olaylar verilmektedir. Kitabın sıralı bölümlerinde Durant’ın medeniyet tarihi ve bu tarihin oluşum sürecindeki kahramanlarla ilgili ilginç tespitleri vardır.
Medeniyet nedir isimli birinci bölümde, kültürün de başlangıcı olan tarım kültürünün ortaya çıkısında şöyle bir iddia ortaya atılmaktadır. Erkekler yiyecek bulmak ya da avlanmak için mağaradan ayrıldıkları zaman kadınlar yerlere dökülen tohumların zamanla filizlenerek bitkiye dönüştüğünü tespit etmiş ve bunu geliştirerek yaşam alanlarının yakınında tarımsal faaliyetlere başlamışlardır. Aynı şekilde çevresindeki hayvanları da evcilleştiren kadınlardır. Burada erkek türünün de arzularının tersine olarak kadınlar tarafından evcilleştirilen son evcil hayvan türü olduğu ifade edilmektedir.

Farabi'de Devlet Felsefesi, Bayraktar Bayraklı

Farabi'de Devlet Felsefesi, Bayraktar Bayraklı, Şehir Yayınları, 2000, İstanbul  
Farabi’nin devlet felsefesi başlığı altında devlet anlayışını, toplum ve devlet tasnifi ile insanı saadete ulaştıran Fadıl Devlet’in hangi müesseselere sahip olması ve nasıl çalışması gerektiği anlatılmaktadır.
            Eser, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşmaktadır. Giriş bölümünde Farabi’nin felsefesini anlayabilmemizi kolaylaştırmak için yaşadığı kültür ve siyasi çevre anlatılmaktadır. Gelişme bölümünde üç ana kategori altında devletin menşei problemi, toplum ve devlet tasnifleri ile Fadıl Devlet ve müesseseleri ele alınmaktadır.Sonuç bölümünde ise Farabi’nin devlet felsefesi hakkında yazılan eser ve makalelerin kitabda ulaşılan sonuçlar ile değerlendirilmesi yapılmakta ve dikkati çeken önemli hususlar vurgulanmaktadır.
            (1) Giriş
                   Asıl adı Ebu Nasr Muhammed B. Tarhan b.Uzluğ el-Farabi et-Turki (870-950) olan Farabi müslüman bir türk filazofdur. Farabi’nin devlet felsefesine ait görüşlerini incelerken, onun içinde bulunduğu kültür ve siyasi çevresinin eseri olduğunu söyleyebiliriz.
               Farabi’nin, felsefesini dayandırdığı üç kaynak vardır: 1.İslam dini, 2.Özellikle Eflatun ve Aristoteles’in fikirlerinin esas teşkil ettiği Yunan felsefesi, 3.Yunan felsefesi ile İslam Kültürünü senteze ulaştıran büyük dehası.

Drina Köprüsü, İvo Andriç

Drina Köprüsü, İvo Andriç,Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1990
Drina Köprüsü, Bosna’da Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin bir köprü ve kasabayla beraber gelişimi ve yıkılışının romansı anlatımı.

    Kitap yazarı İvo Andriç,1892 Yılında Saray-Bosna’da doğmuştur. Viyana, Zagrep ve Gratz Üniversitelerinde felsefe ve Slav edebiyatı okumuş, 2 nci Dünya Savaşına kadar çeşitli ülkelerde konsolosluk ve elçiliklerde görev almıştır. Bu eseriyle 1961 Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Yazar, Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı köprünün öyküsüyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerini de sergilemektedir. Yazarın en ünlü, en önemli eseri olan bu roman, Yugoslavya’da 15 kez basılmış, memleketimizde birinci baskısı 2,5 ay gibi kısa bir süre içinde tükenmiştir
    Eserin gerek ülkemizde, gerek başka ülkelerde böyle büyük bir başarı sağlaması, hele 1961 Nobel Armağanı kazanması, hiç boşuna değildir. Anlatılan olaylar, gerçi küçük bir kasabada, Vişegrad kasabasında geçer ama, bu kasaba rasgele bir kasaba değildir. Burası, o zamanlar her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun birer eyaleti olan Sırbistan’la Bosna Hersek sınırı üzerinde, doğu ile batıyı birleştiren  ya da ayıran, Drina ırmağı kıyısındadır. Bundan ötürü de Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü zamanında, Vişegrad kasabasında, bu ırmağın üzerine kurulan köprü, yüzyıllar boyunca, doğu ile batının alışverişini sağlamış, bir çok büyük ve zengin olaylara sahne olmuş, yada bu olaylara tanıklık etmiştir. Orta çağdan başlayan kuruluş hikayesi, 19 ncu yüzyıl içerisinde kardeşliğine ve ortak yönlerinin ayrılmazlığına içtenlikle inanılan, sevinç ve felaket günlerini bir arada yaşayan, kopmaz bağlarla birbirine bağlı değişik inanç ve etnik kökenlerden insanların, hayat mücadelesi ve birbirleri ile olan ilişkilerindeki köklü değişiklikleri anlatmaktadır.

Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay

Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay,1981, İstanbul
Birinci Dünya Savaşında Yedeksubay olarak Filistin, Kanal ve Yemen Cephelerinde görev yapmış yazarın gözlem ve düşünceleri.
        Zeytin dağı, Falih Rıfkı ATAY’ın 1914 yılından itibaren 4 yıl yedek subay olarak görev yaptığı Dördüncü Ordu Karargahındaki anılarını, 4 ncü Ordu K. Cemal Paşa’yı, mütareke yıllarını, meşrutiyeti, İttihat ve Terakkiyi; kısaca saltanatı, Suriye’de, Filistin ve Hicaz’daki son yıllarını, imparatorluğun kartondan kule gibi yıkılışını anlatır. Falih Rıfkı ATAY 1914 yılında Suriye’ye gitti, Cemal Paşa’nın özel kaleminde çalıştı. 1918 yılında Cemal Paşa Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) olunca, özel kalem müdür yardımcılığı yaptı. Akşam gazetesindeki köşesinde “Günün Fıkraları” başlığı altında; Milli Mücadele karşısında olanları yeren, aşağılayan yazılar yazdı. Atatürkçü bir Türk yazarıdır. Atatürk’ün yakın çevresinde yer almış, 1922 yılından sonra Bolu ve Ankara Milletvekilliği yapmıştır. Zeytindağı’nın ilk yayımlanması 1932 yılında olmuştur. Eser, 1964 yılına kadar 5 baskı yapmış olup; büyük ilgi görmüştür. Falih Rıfkı ATAY Osmanlı  imparatorluğunun çöküş yıllarında, Anadolu’dan gönderilmiş askerlerin, Filistin, Hicaz, Medine’deki savaş yıllarını, iktidar mücadelelerini,”Filistin, Trablus, Medine’yi kaybederlerse Türk milletinin yaşayamaz,” olacağını sanan imparatorluğun elit tabakasını, insanını anlatır. “Türk milleti kendi başına devlet yapamaz “ diyen Osmanlının ana fikrini, genç Mustafa KEMAL yıkmış: yerine görkemli bir Türk Devleti kurmuştur. 

Yüzbaşı Selahattin'in Romanı, İlhan Selçuk

Yüzbaşı Selahattin'in Romanı, İlhan Selçuk, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1973
Yüzbaşı Selahattin'in 1894-1921 yıllarını kapsayan anıları
    İlhan Selçuk tarafından yazılan ‘’Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’’ adlı yapıtın yazılmasına neden olan faktör bir başka yazarın romanının ödül almasıdır. Ödülü alan roman Kemal Tahir’in ‘’Yorgun Savaşçı’’ adlı yapıtıdır. Ödül alan bu roman tekrar okunmaya başlanıyor. Tekrar okunuşunda romanda geçen Yüzbaşı Selahattin’in hikayesi İlhan Selçuk’un dikkatini çekiyor ve bunun üzerine bir roman yazmaya karar veriyor.
    Yüzbaşı Selahattin’in anıları on beş ciltten oluşmaktadır. Sayfa numaraları bulunmayan bu anılarını bölümler halinde yazmıştır. Yüzbaşı Selahattin ilk defa Urfa’da bu anılarını yazmaya başlıyor. Anıların son bölümü ise ‘’Edirne Bölümü’’dür. Dört yılda yazılan bu anılar 1894-1921 yıllarını kapsar.
    Yüzbaşı Selahattin’in anılarında, salt anı olmaktan çok hayatın her bölümüne ait fragmanlar yer almaktadır.
    Yüzbaşı Selahattin koca bir imparatorluğun yıkılışını, Balkan, 1. Dünya Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı görmüş ve o dönemin şartlarında yetişmiş bir askerdir.
    Bu dönemler istibdadın, devrimlerin, ayaklanmaların yaşandığı dönemlerdir. İlk defa Avrupa’da başlayan milliyetçilik (1789 Fransız İhtilali) namı diğer ulusçuluk, işçi devrimleri ve örgütlenmelerin etkisi Osmanlı’da da hissedilmeye başlanmış ve etkisini yavaş yavaş göstermiştir.

Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR

Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005
Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin  yazarın gözü ile anlatılması.
            Kitap, yazarın diğer bütün kitaplarında açmaya çalıştığı tarih ve kültür üzerine düşündüklerinin bir özeti gibidir. Tanpınar kendine has tasvirleri ile İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara’yı kitabında anlatmıştır. Yazar millî eğitim müfettişi olarak gezdiği şehirleri ve bulundukları coğrafyalarını, söz konusu şehirlerin eski sahipleri üzerine bir tarih çalışması şeklinde yorumlamıştır. Yazarın seçtiği şehirlerin önemli bir özelliği de, Türk Devletleri’ne başkentlik yapmış olmasıdır.
     Ankara
    Ankara inkılapçı kadroların umutlarını yeşerttiği bir şehirdir. Kitapta anlatılan şehirler içinde yer almasının sebebi yükselen millî birliğin, değişmenin, sembolü olmasındandır. Anadolu’nun kaderinde değişiklik yapan olayların çoğu Ankara etrafında geçmiştir. Ankara civarında yaşanan olayların en önemlisi ve sonuncusu İstiklal Savaşı’dır. İstiklal savaşı; sadece Türk milletinin kendi haklarını yeni baştan kazanmış olduğu savaş değildir. Aynı zamanda, 26 Ağustos sabahı Dumlupınar’da gürleyen toplar, iktisâdi ve siyasi esaret altında yaşayan, bütün şark milletleri için, yeni bir devrin başladığını ilan etmiştir. Onun içindir ki, bundan böyle her zincir kırılışının başında Ankara’nın adı geçecektir.
      Eti, Firikya, Lidya, Roma ve Bizans, Selçuk ve Osmanlı devletleri için Ankara, Orta Anadolu’da bir iç kale vazifesi görmüştür. Yıldırım, Timurlenk’le burada karşılaşmıştır. Bizans-Arap mücadelesinin en kanlı safhaları burada geçmiştir. Selçuklu zamanında Bizans’ın Anadolu içine son savleti burada kırılmıştır. Kısacası Ankara’nın, uzun tarihi şaşırtıcı olaylar ile doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste olan yangın ve yağmalar, şehirde geçmiş zamanların çok az eserini bırakmıştır.
      Selçuklu devri  sanat eserlerinden ve sanat işlerinde onun devamı olan Ahilerden Ankara’da büyük eser kalmadı. Konya ve Sivas, Niğde, Kayseri, Aksaray’da görüp taş işçiliğine hayran olduğumuz o büyük kapılı binalar, sırlı tuğladan alaca kanatlı bir kuş gibi sabah ışıklarında uçan minareler Ankara’da yoktur.
      Erzurum

Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri, Ahmet Hallaçoğlu,

Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri, Ahmet Hallaçoğlu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1995
Balkan Harbi’nden sonra Anadolu’ya olan göç hareketi, yaşanan problemler, tarafsız bir gözle anlatılmaktadır.
    Osmanlı Devleti 18’inci yüzyıldan itibaren askeri siyasi ve iktisadi gücünden çok şey kaybetmiştir. İmparatorluğun son yıllarında yapılan savaşlarda üst üste yenilgiler alınmıştır. Sonuçları bakımından alınan yenilgiler içerisinde en üzücü olanlarından birisi de Balkan Harpleridir.  Balkan Harbi Meşrutiyet’ten sonra gerek iç gerekse de dış politikada yapılan ağır hataların devamından kaynaklanmıştır. Birinci Balkan Harbi’nde Osmanlı Orduları Çatalca hattına kadar çekilerek birkaç hafta içerisinde ancak fecaat olarak nitelendirilebilecek bir durum meydana gelmiş, hemen bütün Rumeli Bulgarların eline geçmiştir. Türkler tarihin hiçbir döneminde bu derece ağır bir hezimete uğramamıştır
    Balkan Muharebeleri neticesinde, Balkanlar’ın siyasi haritası önemli ölçüde değişmiştir. Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarının %83’ ünü, nüfusunun ise %69’ unu; bunlara ilaveten devlet gelirlerinin önemli bir kısmı ile önemli ölçüde bir ziraat potansiyelini kaybetmiştir. Çizilen yeni sınırlara göre Balkanlardaki Türk – İslam unsurunu çoğunluğu Osmanlı hakimiyetinden çıkıp diğer Balkan Devletlerinin idaresine geçmiştir. Bilhassa Yunanistan ve Bulgaristan’a bırakılan topraklarında kalan Türkler, yapılan anlaşma hükümlerine aykırı olarak, idaresi altına girdikleri devletlerin hükümetleri veya ahalisi tarafından baskılara uğramış ve gördükleri zulüm yüzünden, tarlalarını, ev – barklarını kısacası tüm maddi varlıklarını bırakarak Osmanlı Devleti’ne sığınmak zorunda kalmışlardır. Anadolu’ya gelen göçmenler, karşılaştıkları ve sebep oldukları problemlere nazaran, Anadolu’nun demografik, ekonomik ve içtimai yapısına da büyük etkilerde bulunmuştur. Kaybedilen topraklardan göçmenlerin gerek bulundukları yerlerde, gerekse nakil sırasında karşılaştıkları zorlukların yanında, Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu mali sıkıntı yüzünden, göçmenlere gerekli yardım yapılamamış ve bu dönemde göçmenler çok zor güler geçirmiştir. Göçler esnasında başta barınma, yiyecek ve giyecek problemlerin yanında sağlık ve eğitim gibi birçok alanda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır.

Ateşten Gömlek, Halide Edib Adıvar

Ateşten Gömlek, Halide Edib Adıvar, Özgür Yayınları, 2005, İstanbul
Halide Edip'in kaleminden Milli Mücadele.

Kitapta; Milli Mücadele sırasında ayaklarından ve kafasından yaralanmış Peyami adlı aslen hariciye memuru olan zabitin hayranlıkla takip ettiği arkadaşları İhsan ve Cemal adındaki zabitler ile İzmir’in kurtuluşu yoluna baş koymuş askeri hastanelerde gönüllü hemşirelik yapan Ayşe’nin yaşadıkları ışığında, Kurtuluş Savaşı dönemi anlatılmaktadır. Kitap “Sakarya Ordusu”na ithaf edilmiştir.
Halide Edib Adıvar, hikayesi için “Karşıma birdenbire çıkan Peyamiler, İhsanlar, Ayşeler bir çocuk ısrarıyla hikayelerine «Ateşten Gömlek» diyorlardı” şeklinde ifade etmektedir. 14 Haziran 1922’de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı mektupta; “Çocuk gibi oturdum, iki ay emsalsiz bir heyacan içinde esasları tunçtan olan insanları çamurdan yoğurdum. İhtilâl ve isyan günlerinden beri koza, kurt, kelebek devirleri tetkik edilen mahlukât gibi Sakarya silah arkadaşlarımın «Ateşten Gömlek»’de birkaç solgun aksini İstanbul, ihtilâl ve ordu günlerinden alıp kağıt üstüne koymaya çalıştım. İstediğim gibi olmadığı için silah arkadaşlarımdan af dilemek isterdim. Bize onlar ilham ettiler... Eser Sakarya’nındır...” demektedir ve “Kimbilir bu uzak atide Türk gençliğinin sırtındaki «Ateşten Gömlek» ne kadar bizimkilerden başka olacaktır...” şeklinde ilave etmektedir.
(1)    Yazar ve Kitap Hakkında Bilgi:
Halide Edib Adıvar, 1884’te İstanbul’da doğdu.

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2004, İstanbul
 
Yazar, kırk beş yaşında üstlendiği diplomatlık görevinin kendisini ‘’tipik’’ bir diplomata dönüştürmediğini, 20 yıllık (1934-1954) elçilik döneminde olaylara bakış açısında bağımsızlığını koruduğunu ve bireysel yargılarından ödün vermediğini anlatmaktadır. Diplomatlığının ‘’zorakiliği’’ bundandır. Avrupa’nın en çalkantılı yıllarının tanığı olarak kaleme aldığı anılarında olabildiğince objektif bir tarih resmi çizmeye çalışmıştır. Nazizmin yükselişinden Prens Süreyya-Şah Rıza Pehlevi’nin düğününe uzanan geniş bir yelpazede yer yer tarih, yer yer magazin bulunmaktadır.  
     Yakup Kadri’nin, Zoraki Diplomat ile yazdıkları, hayatının önemli bir bölümünü teşkil eden elçilik görevleri ile bu görevler öncesindeki hayatının kimi yerde çelişmesi kimi yerde mukayesesinin kendine has üslubuyla ifade edilmesidir. Bu nedenle diplomatlık günlerinden önceki yaşantısını, kitabının birçok yerinde kâh anekdotlarla kâh geçmişe gidiş gelişlerle bağlantı kurarak işlemiştir.

Tarihin Sonu ve Son İnsan, Francis Fukayama

Tarihin Sonu ve Son İnsan, Francis Fukayama, Simavi Yayıncılık,1993, İstanbul
Uluslararası ilişkiler ve liberal demokrasiler.

    Sözkonusu kitabın temelleri, yazarın 1989 yılında ‘’The National İnterest ‘’ dergisinde yayınladığı  ‘’ Tarihin Sonu mu?’’ başlıklı makalede atılmıştır. Hem Kitap hem de makale yayınlandığı zaman uzunca bir süre uluslar arası arenelarda tartışma konusu olmuştur ve olmaya devam etmektedir. 1992 yılında yayınlanan kitap özellikle Berlin duvarını yıkılması ile birlikte oluşan iyimserlik havasında yazılsa bile aradan geçen zaman zarfı içerisinde işlediği temalar itibarı ile güncelliğini korumaktadır.
    Tarihin sonu ve son insan başlığı yazarın kitapta hem tarihi hemde insanı geçmişten günümüze incelediği için verilmiştir. Kitap genel olarak liberal demokrasiyi insanlığın deneme yanılma yöntemi ile ulaştığı en son nokta olarak tanımlarken insanıda tarih içerisinde gerçekleştirdiği kabul görme mücadelesinin sonuna gelmiş olarak tanımlamaktadır. Liberal demokrasi içerisinde insanın artık yapmak zorunda kaldığı bir kabul görme mücadelesine gerek kalmadığı sözkonusu sistemin içinde insanların zaten birbirlerinin haklarına saygı gösterirken kabul görmenin kendiliğinden gerçekleştiği belirtilmektedir.
    Yazar kitabı yazarken düşüncelerini

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, Ötüken Yayınevi, 1974,İstanbul
Uygarlık kavramına ışık tutularak 70'li yıllardaki batılılaşma-çağdaşlaşma-uygarlık tartışmaları ve kültürel yozlaşma anlatılmaktadır.
        Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani, İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Zavallı Türk aydını... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır. "Çağdaşlaşmayla batılılaşma arasındaki fark" ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. Intelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü?

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Yayıncılık, 1998, İstanbul
Roman, 33 yıl süren Abdülhamit devrini, İttihat ve Terakki zamanını ve Mondros Mütarekesi dönemindeki toplumun yaşantısı, değer anlayışı ve kişiler arasındaki ilişkiler anlatılmaktadır.
        Adnan Bey; 93 Muhaberesi denilen 1877 Türk-Rus Savaşında şehit olan Albay Selim Bey’in oğludur. Hasta annesiyle, İstanbul’un Aksaray semtinde oturmakta, yoksul bir yaşam sürmektedirler. Adnan, Darüşşafaka Lisesini, ardından Mektebi Hukuku bitirir. Fakat Adliye’ye girmek istemez. Çünkü Adliye’ye girdiği zaman  taşraya gönderilecek ve taşrada üçüncü adam olarak görev yapacaktır. Adnan avukatlıkta yapmak istemez. Aynı memur gibi avukat da dilediğince  ve özgürce hareket edemeyecektir. Oysa Adnan kitap yazmak ve kendini herkese anlatmayı istemekte ve bir yandan da özel dersler vererek evin geçimini sağlamak arzusundadır.
        Adnan’ın annesi verem hastasıdır. Adnan annesinin hastalığına çok üzülmektedir. Yoksulluk nedeniyle gerekli tedavisini yaptıramamaktadır. Annesi de oğlunun kendi durumuna üzülmemesi için rahatsızlığını oğlundan saklamaya çalışmakta rahatsızlığının verdiği acıya ve ızdıraba rağmen olduğundan daha iyi görünmeye çalışmaktadır.