Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay,1981, İstanbul
Birinci Dünya Savaşında Yedeksubay olarak Filistin, Kanal ve Yemen Cephelerinde görev yapmış yazarın gözlem ve düşünceleri.
Zeytin dağı, Falih Rıfkı ATAY’ın 1914 yılından itibaren 4 yıl yedek subay olarak görev yaptığı Dördüncü Ordu Karargahındaki anılarını, 4 ncü Ordu K. Cemal Paşa’yı, mütareke yıllarını, meşrutiyeti, İttihat ve Terakkiyi; kısaca saltanatı, Suriye’de, Filistin ve Hicaz’daki son yıllarını, imparatorluğun kartondan kule gibi yıkılışını anlatır. Falih Rıfkı ATAY 1914 yılında Suriye’ye gitti, Cemal Paşa’nın özel kaleminde çalıştı. 1918 yılında Cemal Paşa Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) olunca, özel kalem müdür yardımcılığı yaptı. Akşam gazetesindeki köşesinde “Günün Fıkraları” başlığı altında; Milli Mücadele karşısında olanları yeren, aşağılayan yazılar yazdı. Atatürkçü bir Türk yazarıdır. Atatürk’ün yakın çevresinde yer almış, 1922 yılından sonra Bolu ve Ankara Milletvekilliği yapmıştır. Zeytindağı’nın ilk yayımlanması 1932 yılında olmuştur. Eser, 1964 yılına kadar 5 baskı yapmış olup; büyük ilgi görmüştür. Falih Rıfkı ATAY Osmanlı imparatorluğunun çöküş yıllarında, Anadolu’dan gönderilmiş askerlerin, Filistin, Hicaz, Medine’deki savaş yıllarını, iktidar mücadelelerini,”Filistin, Trablus, Medine’yi kaybederlerse Türk milletinin yaşayamaz,” olacağını sanan imparatorluğun elit tabakasını, insanını anlatır. “Türk milleti kendi başına devlet yapamaz “ diyen Osmanlının ana fikrini, genç Mustafa KEMAL yıkmış: yerine görkemli bir Türk Devleti kurmuştur. Anadolu’dan gönderilmiş genç Anadolu askerlerinin çöldeki zor koşullarını, ucuz yaşamlarını, Arapların ülkelerine, kendi değerlerine olan sahipsizliklerini ve olası ihanetlerini anlatır.
Kaybetmenin varolmaz hafifliğini, kulluktan, padişahın, iktidarın kulluğundan yaşanan acıyı, yüreklerde bıraktığı ateşi; Cumhuriyetin bireyi olmanın kıvancını, mutluluğunu, sevincini ayakları üzerinde duran bireyi olmanın gururunu yüreğimizde duymamızı bize yansıtır, bize ışık tutar.
Zeytindağı 4 ncü Ordu Karargahının bulunduğu Kudüs’teki bir tepenin adıdır. Arapların “Cebelizzeytün,” dedikleri tepedir. Almanlar da sahip olmayı istedikleri ve Osmanlının sayesinde sahip oldukları tepeye “Ölberg,” demektedirler.Taki Fransız ve İngilizlerin bölgeyi işgal etmelerine kadar süren süreçte.
Kudüs o yıllarda, yıllarca Osmanlının egemenliğinde kalmasına rağmen Türk değildir; Arap’sa hiç değildir. Ne Katolik, ne Ortodoks, ne de Yahudi’dir.
Kudüs, haçlı alemli, Davut mühürlü sancaklar altında göze görünmez orduların sessizce alıp-verdikleri bir yer olarak anlatılır.
Osmanlı Devletinin 1 nci Dünya Harbin”e nasıl niçin ve ne hesapla girdiğini bir kişi bilir, O da Enver Paşa’dır. Almanlar, Türkiye için etkilendikleri bu kişiden dolayı “Enverland,” demektedirler.
1 nci Dünya Harbi Sıralarında Dimetoka’daki (Selanik) bir toplantıda yazar Atatürk’ü görür: “...Bir kurmay göze çarpıyordu sarışın, sert ve bakınırken gözlerine takılmamak imkansız!” Yazara Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal’i “Yamandır,” diye anlatırlar. İttihat ve Terakki döneminde “Muharrirlere” para vererek kendileri hakkında yazı yazdırmak, haber yaptırmak alışkanlığı vardır.
4 ncü Ordu K. Cemal Paşa, Ali Kemal adında bir şahsın iftirasına uğrar. Cemal Paşa, bütün harp yılları boyunca yardım ettiği gazetecilerden kendisi hakkında bir-iki olumlu haber çıkması için yardım ister, yardım sözü verirler, her zaman ki gibi. Yıllarca yardım gören “Muharrirler” ise tam tersi “ FERRE, YEFÜRRÜ, FİRARA,” diye gazetelerinde hakkında yazı yazarlar.
Şark insanın kurnazlığı, vefasızlığı ile .Yazar, Enver Paşa’nın başarıya ulaşmasını da değerlendirir, “Enver‘le Müslüman ortaçağı, bütün yeşilliği ile devam edecekti,” diye. Türkiye’yi kurtarmak, Osmanlının ordusunu kurtarmak çabaları bir taraftan sürekli canlılığını korur. Osmanlının Enver Paşa’dan ve Almanlardan kurtarılması gerektiğini belirtir, Falih Rıfkı ATAY kitabında ümitli olduğunu da belirtir; “En fazla hoşuma giden, bilhassa ordu gençliği içinde, sezinlediğim yenileşme ve kalkınma hareketidir.” Balkan harbi bitmiş, Bulgaristan yenilmiştir. Bulgaristan’ın yenilmesi, Balkan Harbinde kalp acıları artan, Anadolu insanın acısı, yürek sızısı biraz olsun hafifler. Oysa, Balkan Harbi ile kaybedilen vatan topraklarının kaybı İSTANBUL’da çabuk unutulur. Balkan Harbinin sonunda, harbin canlı hatırası olarak elde kalan kent; EDİRNE’dir, yüreği yanık, yaşadıkları, yurt bildikleri toprakları kaybeden ise; Rumelililerdir. İstanbul’daki yönetim ise zayıftır, güçsüzdür. Eşkıyanın peşine takılan devlet kuvveti bile çeteleşmiştir. Çünkü İstanbul yönetiminin kanun ve otoritesi kalmamıştır. İstanbul yönetiminin Kahire, Kudüs, Şam, Halep ve Bağdat’a olan hayalleri Çanakkale harbinin başlaması ile biter, kendi öz canının kaygısına düşer. Bir yandan Kızıl Denizinin sol kıyısı, Hicaz, Yemen, Filistin, Lübnan, Suriye. Bir yandan Süveyş Kanalı, öbür yandan Basra Körfezine kadar çöller, şehirler; İşte imparatorluk toprakları, yalnızca toprak üzerindeki, binalar, çiftlik, endüstri, ticaret, kültür Arapların veya başka devletlerin. “ Yalnız Jandarma bizim idi; Jandarma bile değil, jandarma esvabı.” Osmanlı bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştır. Osmanlı sadece ücretsiz tarla ve sokak bekçisidir. Osmanlı Devletinde saltanat som bürokrat iken, bürokrasi bile; “Tam Arap, yahut yarı Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rast geliyordum,” der yazar kitabında. İtibar, azınlıklara hastır. “Türk unsuru imtiyazsız olduğu için, herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.”
-“Türk müsünüz?”
-“Estağfurullah”
Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi gibi gözüken şey, Türk düşmanlığından başka bir şey değildir.
Türk düşmanı olmak modadır, oralarda, o zaman.
“İngilizler, Ruslar, İtalyanlar ve Osmanlılar arasında Suriye, Filistin ve Hicaz işlerini en az bilen ve anlayanlar sonuncular, yani bu kıtaların asıl sahipleri olmuştur. Her tarafı top arabası ile geziyor ve hırsız memur kafasının tası içinden seyrediyorduk.” Çölde, gölge vermeyen tek-tük hurma ve ağaçlar kirli, yırtık elbiseler içinde dilenen çocuklar, yaşlılar. Çölde en büyük değer bir damla su ve bir avuç gölgedir.
“Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız, simsar yuvalarından biridir. Her Medineli uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar.”
Medine esnafı , Medine halkı;
Yazar kitabında “Medineli Arabın eli cebinize girmiş, durmaksızın paranızla oynar.ne için alır, ne kadar alır, ne zaman alır, haberiniz olmadan haraç verip gidersiniz,” diye anlatır. “Evvela namaza durduk. Yanımda Enver Paşa’nın yaverlerinden biri vardı. Bir aralık önümüzden testisini omuzlamış bir Arap geçti. Benim bildiğim önünden geçenin namazı bozulursa da, Medine’de böyle olmadığını ve zemzemin Mekke’de olduğunu unutarak, bu Arabın da bize zemzem getirdiğini sandım.
Su verdi, şaşırarak ellerimi çözdüm ve içtim.Tekrar ellerimi bağladımsa da, Arap koluma yapıştı:
-Para diyordu.
Meğer herif, su satıyormuş.”
Asıl Müslüman şehri, din şeyhlerine hürmet olunan, dini sanatlaştıran ve asilleştiren şehir İstanbul olduğunu Medine’de büsbütün anladım. Orada Peygamber’in amcasının mezarı sakaların kulübesi olmuştur ve sandukasının üstünde kırbalar asılıdır.
Yazar, Arapları anlatır. Filistin’de Yahudilerin bulunduğu kesim bayındır, yepyenidir. Arapların bulunduğu kesim ise, toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır. Filistinli çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı ve yarı yenmiş portakal kemirmektedir. Arap tüccarların eli ise Türklerin cebindedir. Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını, karadan Osmanlı altını gider. Yinede doymazlar, baskın ve yağmalamaya giderler. Araplar, Arap çeteleri ile sarılır. Arapları bu çetelerden kurtarmak için Anadolu’nun bağrından Türk çocukları gönderilir. Kınalı gelinleri arkada bırakarak, gözü yaşlı anneleri bırakarak sılaya doğru, Arap yarımadasına doğru. Anadolu çocuğu merttir,yiğittir. Bir yığın Anadolu çocuğu yurdundan koparılmış, iskorpite ve çöle yedirilmiştir. Tabya basılır. Anadolu çocuğu Topçu Er Osman kaçmaz. “Topunu bırak, gel,” diyordu. Osman! “O benim namusumdur, bırakamam, ne diye kaçıyorsunuz,” diyordu.
Boş yere bağırdı çağırdı, karşı taraf üstüne üşüşüp, Türk çocuğunu parçalarlar. Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman 333 senesi Haziran’ın üçüncü günü ölüp, gitmiştir.
Tıpkı diğer Anadolu çocuklarının iskorpitten çürüyüp, düşen ağızlarının yaralarının içinde kavrulmuş, yiyecek yemek bulamadıklarından çekirge çiğnemeye çalışarak, Arap topraklarını savunarak ölmeleri gibi. Oysa verilen canların yanı sıra Arap kesesine Anadolu altını ve hurma kurusu dahi bulamayan Arabın kursağına Anadolu’nun rızkını akıtarak. Elbette her şey her zaman olduğu gibi kötü gitmez. İktidar filinin hortumu başarı yemi gevelemediği zaman, tersine kıvrılır ve üstündekini yutar. Bu doğanın değişmez kuralı. Bu kural imparatorluk içinde geçerlidir. “Suriye ve Filistin’e Almanların niçin o kadar önem vermiş olduğunu Berlin politikacıları kadar bizde biliyorduk. Cephede Alman Kumandanları ve yedek subayı olarak gelen Alman uzmanları aramızdan hiç eksik olmuyordu. Hiç birinin durduramadığı İngiliz selini, yine bir Türk, Fakat bu sefer öz bir kumandan, MUSTAFA KEMAL tarafından Halep aşağısında tutulmuştur.Mustafa KEMAL’İN orada seçtiği savunma hattı, MİLLİ MİSAKTAKİ TÜRKİYE sınırıdır.” Kudüs İngilizlerin eline geçer. Artık Kudüs masalı bitmiştir. Kudüssüz, Şam’sız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz. Öz can ve öz ocak kaygısına düşmenin zamanı gelmiştir.
Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs’te ne de Filistin’de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs’ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petesburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra’nın politika meslesidir.
Halide Edip Hanım Beyrut’ta okulun şusunu busunu düzdü; ben subay, o kadın, kupa arabasına binerek, çarşıdan sofra takımları satın aldık. Bir akşam Arap çocuklarının bitlerini nasıl ayıkladığını, başka bir gün Lübnan müstakil mutasarrıfını, yolun üstünde yatan bir açı görmediği için, nasıl azarladığını izledim.
Artık Gazze’de, Filistin cephesinde savaşıyoruz. Çöl, İngilizlerin elindedir. Kuyular, kanallar, portatif yollar, birüssebi, kum üstündeki bahçeler, hepsi kim bilir kaç ton altın ve gümüş, serap gibi söndü gitti.
Askerimiz o kadar az ki, yan yana siperlerde oturan iki tümenin arasında urban gelen geçeni soyuyor. İki tarafında öldürecek adam bulamayan İngiliz tankı, bir demir iskelet olmuş, Filistin güneşi altında yanıyor.
Cephemiz susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz. Arkasını çöle veren İngiliz Ordusu ise, siperinde musluktan Nil suyu içiyor.
Kumandan harap Anadolu topraklarını gördükçe;
“Keşke vazifem buralarda olsaydı,”
“Eğer kalırsam, bütün emelim Anadolu’da çalışmak,” der, keşke vazifesi oralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi,
“Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş gelene geçene; Benim Ahmed’i gördünüz mü? Diyor.
Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürebilecek bir haber verebilsek… fakat biz Ahmed’i bir kumarda kaybettik.
Tenha çöllerde Türklerin harbini görmeyenler Türklerin kahraman olduğunu nasıl anlayabilir?.. Çanakkale, Kafkasya, Galiçya ve Romanya cephelerinde her mevsime, her düşmana ve her iklime karşı harb eden bu cesur adamlar Herkül’ün on iki imtihanını verdiler.
Aden’e, Medine’ye, Kanal’a, Bağdat’a doğru, dönmemek üzere. İşte bu kitap Anadolu çocuklarının Sina Çölünde, Arabın diyarındaki öyküsüdür. Bu öykü; kırtasiye ve maaş imparatorluğu olan imparatorluğun tarihi işte böyle biter.
Mustafa Kemal, Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: kafa ve sanat adamı olduğu için!
Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için!
İşte size bütün kitabın özü: İlim ve Vatan adamı olunuz .
Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milleti kurtarabilir.
Kaybetmenin varolmaz hafifliğini, kulluktan, padişahın, iktidarın kulluğundan yaşanan acıyı, yüreklerde bıraktığı ateşi; Cumhuriyetin bireyi olmanın kıvancını, mutluluğunu, sevincini ayakları üzerinde duran bireyi olmanın gururunu yüreğimizde duymamızı bize yansıtır, bize ışık tutar.
Zeytindağı 4 ncü Ordu Karargahının bulunduğu Kudüs’teki bir tepenin adıdır. Arapların “Cebelizzeytün,” dedikleri tepedir. Almanlar da sahip olmayı istedikleri ve Osmanlının sayesinde sahip oldukları tepeye “Ölberg,” demektedirler.Taki Fransız ve İngilizlerin bölgeyi işgal etmelerine kadar süren süreçte.
Kudüs o yıllarda, yıllarca Osmanlının egemenliğinde kalmasına rağmen Türk değildir; Arap’sa hiç değildir. Ne Katolik, ne Ortodoks, ne de Yahudi’dir.
Kudüs, haçlı alemli, Davut mühürlü sancaklar altında göze görünmez orduların sessizce alıp-verdikleri bir yer olarak anlatılır.
Osmanlı Devletinin 1 nci Dünya Harbin”e nasıl niçin ve ne hesapla girdiğini bir kişi bilir, O da Enver Paşa’dır. Almanlar, Türkiye için etkilendikleri bu kişiden dolayı “Enverland,” demektedirler.
1 nci Dünya Harbi Sıralarında Dimetoka’daki (Selanik) bir toplantıda yazar Atatürk’ü görür: “...Bir kurmay göze çarpıyordu sarışın, sert ve bakınırken gözlerine takılmamak imkansız!” Yazara Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal’i “Yamandır,” diye anlatırlar. İttihat ve Terakki döneminde “Muharrirlere” para vererek kendileri hakkında yazı yazdırmak, haber yaptırmak alışkanlığı vardır.
4 ncü Ordu K. Cemal Paşa, Ali Kemal adında bir şahsın iftirasına uğrar. Cemal Paşa, bütün harp yılları boyunca yardım ettiği gazetecilerden kendisi hakkında bir-iki olumlu haber çıkması için yardım ister, yardım sözü verirler, her zaman ki gibi. Yıllarca yardım gören “Muharrirler” ise tam tersi “ FERRE, YEFÜRRÜ, FİRARA,” diye gazetelerinde hakkında yazı yazarlar.
Şark insanın kurnazlığı, vefasızlığı ile .Yazar, Enver Paşa’nın başarıya ulaşmasını da değerlendirir, “Enver‘le Müslüman ortaçağı, bütün yeşilliği ile devam edecekti,” diye. Türkiye’yi kurtarmak, Osmanlının ordusunu kurtarmak çabaları bir taraftan sürekli canlılığını korur. Osmanlının Enver Paşa’dan ve Almanlardan kurtarılması gerektiğini belirtir, Falih Rıfkı ATAY kitabında ümitli olduğunu da belirtir; “En fazla hoşuma giden, bilhassa ordu gençliği içinde, sezinlediğim yenileşme ve kalkınma hareketidir.” Balkan harbi bitmiş, Bulgaristan yenilmiştir. Bulgaristan’ın yenilmesi, Balkan Harbinde kalp acıları artan, Anadolu insanın acısı, yürek sızısı biraz olsun hafifler. Oysa, Balkan Harbi ile kaybedilen vatan topraklarının kaybı İSTANBUL’da çabuk unutulur. Balkan Harbinin sonunda, harbin canlı hatırası olarak elde kalan kent; EDİRNE’dir, yüreği yanık, yaşadıkları, yurt bildikleri toprakları kaybeden ise; Rumelililerdir. İstanbul’daki yönetim ise zayıftır, güçsüzdür. Eşkıyanın peşine takılan devlet kuvveti bile çeteleşmiştir. Çünkü İstanbul yönetiminin kanun ve otoritesi kalmamıştır. İstanbul yönetiminin Kahire, Kudüs, Şam, Halep ve Bağdat’a olan hayalleri Çanakkale harbinin başlaması ile biter, kendi öz canının kaygısına düşer. Bir yandan Kızıl Denizinin sol kıyısı, Hicaz, Yemen, Filistin, Lübnan, Suriye. Bir yandan Süveyş Kanalı, öbür yandan Basra Körfezine kadar çöller, şehirler; İşte imparatorluk toprakları, yalnızca toprak üzerindeki, binalar, çiftlik, endüstri, ticaret, kültür Arapların veya başka devletlerin. “ Yalnız Jandarma bizim idi; Jandarma bile değil, jandarma esvabı.” Osmanlı bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştır. Osmanlı sadece ücretsiz tarla ve sokak bekçisidir. Osmanlı Devletinde saltanat som bürokrat iken, bürokrasi bile; “Tam Arap, yahut yarı Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rast geliyordum,” der yazar kitabında. İtibar, azınlıklara hastır. “Türk unsuru imtiyazsız olduğu için, herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.”
-“Türk müsünüz?”
-“Estağfurullah”
Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi gibi gözüken şey, Türk düşmanlığından başka bir şey değildir.
Türk düşmanı olmak modadır, oralarda, o zaman.
“İngilizler, Ruslar, İtalyanlar ve Osmanlılar arasında Suriye, Filistin ve Hicaz işlerini en az bilen ve anlayanlar sonuncular, yani bu kıtaların asıl sahipleri olmuştur. Her tarafı top arabası ile geziyor ve hırsız memur kafasının tası içinden seyrediyorduk.” Çölde, gölge vermeyen tek-tük hurma ve ağaçlar kirli, yırtık elbiseler içinde dilenen çocuklar, yaşlılar. Çölde en büyük değer bir damla su ve bir avuç gölgedir.
“Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız, simsar yuvalarından biridir. Her Medineli uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar.”
Medine esnafı , Medine halkı;
Yazar kitabında “Medineli Arabın eli cebinize girmiş, durmaksızın paranızla oynar.ne için alır, ne kadar alır, ne zaman alır, haberiniz olmadan haraç verip gidersiniz,” diye anlatır. “Evvela namaza durduk. Yanımda Enver Paşa’nın yaverlerinden biri vardı. Bir aralık önümüzden testisini omuzlamış bir Arap geçti. Benim bildiğim önünden geçenin namazı bozulursa da, Medine’de böyle olmadığını ve zemzemin Mekke’de olduğunu unutarak, bu Arabın da bize zemzem getirdiğini sandım.
Su verdi, şaşırarak ellerimi çözdüm ve içtim.Tekrar ellerimi bağladımsa da, Arap koluma yapıştı:
-Para diyordu.
Meğer herif, su satıyormuş.”
Asıl Müslüman şehri, din şeyhlerine hürmet olunan, dini sanatlaştıran ve asilleştiren şehir İstanbul olduğunu Medine’de büsbütün anladım. Orada Peygamber’in amcasının mezarı sakaların kulübesi olmuştur ve sandukasının üstünde kırbalar asılıdır.
Yazar, Arapları anlatır. Filistin’de Yahudilerin bulunduğu kesim bayındır, yepyenidir. Arapların bulunduğu kesim ise, toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır. Filistinli çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı ve yarı yenmiş portakal kemirmektedir. Arap tüccarların eli ise Türklerin cebindedir. Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını, karadan Osmanlı altını gider. Yinede doymazlar, baskın ve yağmalamaya giderler. Araplar, Arap çeteleri ile sarılır. Arapları bu çetelerden kurtarmak için Anadolu’nun bağrından Türk çocukları gönderilir. Kınalı gelinleri arkada bırakarak, gözü yaşlı anneleri bırakarak sılaya doğru, Arap yarımadasına doğru. Anadolu çocuğu merttir,yiğittir. Bir yığın Anadolu çocuğu yurdundan koparılmış, iskorpite ve çöle yedirilmiştir. Tabya basılır. Anadolu çocuğu Topçu Er Osman kaçmaz. “Topunu bırak, gel,” diyordu. Osman! “O benim namusumdur, bırakamam, ne diye kaçıyorsunuz,” diyordu.
Boş yere bağırdı çağırdı, karşı taraf üstüne üşüşüp, Türk çocuğunu parçalarlar. Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman 333 senesi Haziran’ın üçüncü günü ölüp, gitmiştir.
Tıpkı diğer Anadolu çocuklarının iskorpitten çürüyüp, düşen ağızlarının yaralarının içinde kavrulmuş, yiyecek yemek bulamadıklarından çekirge çiğnemeye çalışarak, Arap topraklarını savunarak ölmeleri gibi. Oysa verilen canların yanı sıra Arap kesesine Anadolu altını ve hurma kurusu dahi bulamayan Arabın kursağına Anadolu’nun rızkını akıtarak. Elbette her şey her zaman olduğu gibi kötü gitmez. İktidar filinin hortumu başarı yemi gevelemediği zaman, tersine kıvrılır ve üstündekini yutar. Bu doğanın değişmez kuralı. Bu kural imparatorluk içinde geçerlidir. “Suriye ve Filistin’e Almanların niçin o kadar önem vermiş olduğunu Berlin politikacıları kadar bizde biliyorduk. Cephede Alman Kumandanları ve yedek subayı olarak gelen Alman uzmanları aramızdan hiç eksik olmuyordu. Hiç birinin durduramadığı İngiliz selini, yine bir Türk, Fakat bu sefer öz bir kumandan, MUSTAFA KEMAL tarafından Halep aşağısında tutulmuştur.Mustafa KEMAL’İN orada seçtiği savunma hattı, MİLLİ MİSAKTAKİ TÜRKİYE sınırıdır.” Kudüs İngilizlerin eline geçer. Artık Kudüs masalı bitmiştir. Kudüssüz, Şam’sız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz. Öz can ve öz ocak kaygısına düşmenin zamanı gelmiştir.
Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs’te ne de Filistin’de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs’ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petesburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra’nın politika meslesidir.
Halide Edip Hanım Beyrut’ta okulun şusunu busunu düzdü; ben subay, o kadın, kupa arabasına binerek, çarşıdan sofra takımları satın aldık. Bir akşam Arap çocuklarının bitlerini nasıl ayıkladığını, başka bir gün Lübnan müstakil mutasarrıfını, yolun üstünde yatan bir açı görmediği için, nasıl azarladığını izledim.
Artık Gazze’de, Filistin cephesinde savaşıyoruz. Çöl, İngilizlerin elindedir. Kuyular, kanallar, portatif yollar, birüssebi, kum üstündeki bahçeler, hepsi kim bilir kaç ton altın ve gümüş, serap gibi söndü gitti.
Askerimiz o kadar az ki, yan yana siperlerde oturan iki tümenin arasında urban gelen geçeni soyuyor. İki tarafında öldürecek adam bulamayan İngiliz tankı, bir demir iskelet olmuş, Filistin güneşi altında yanıyor.
Cephemiz susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz. Arkasını çöle veren İngiliz Ordusu ise, siperinde musluktan Nil suyu içiyor.
Kumandan harap Anadolu topraklarını gördükçe;
“Keşke vazifem buralarda olsaydı,”
“Eğer kalırsam, bütün emelim Anadolu’da çalışmak,” der, keşke vazifesi oralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi,
“Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş gelene geçene; Benim Ahmed’i gördünüz mü? Diyor.
Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürebilecek bir haber verebilsek… fakat biz Ahmed’i bir kumarda kaybettik.
Tenha çöllerde Türklerin harbini görmeyenler Türklerin kahraman olduğunu nasıl anlayabilir?.. Çanakkale, Kafkasya, Galiçya ve Romanya cephelerinde her mevsime, her düşmana ve her iklime karşı harb eden bu cesur adamlar Herkül’ün on iki imtihanını verdiler.
Aden’e, Medine’ye, Kanal’a, Bağdat’a doğru, dönmemek üzere. İşte bu kitap Anadolu çocuklarının Sina Çölünde, Arabın diyarındaki öyküsüdür. Bu öykü; kırtasiye ve maaş imparatorluğu olan imparatorluğun tarihi işte böyle biter.
Mustafa Kemal, Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: kafa ve sanat adamı olduğu için!
Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için!
İşte size bütün kitabın özü: İlim ve Vatan adamı olunuz .
Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milleti kurtarabilir.
Zeytindağı falih rıfkı atayın en güzel kitaplarından birisi paylaşım ıçin e kitap için teşekkürler
YanıtlaSil