tag:blogger.com,1999:blog-43422339007930366712024-03-17T20:03:19.429-07:00Kitap Özetlerim ve TanıtımlarTarih, sosyoloji ve siyaset ağırlıklı kitaplardan meraklısına ve kendime notlar, haberler... Kitaplarla ilgili fikirlerinizi yorum kısmında yazabilirsiniz.Unknownnoreply@blogger.comBlogger183125tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-37444602094383546732022-05-10T15:58:00.000-07:002022-05-10T15:58:16.669-07:00Panorama, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU<p> </p><p class="MsoNormal" style="background: white; line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;">Panorama, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU,</span><span style="background-color: transparent; font-family: Arial, sans-serif;"> İletişim Yayın Evi</span><span style="background-color: transparent; font-family: Arial, sans-serif;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><br /></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-align: justify; text-indent: 35.4pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;">Kitap, Türk
İnkılabının geçirdiği safhaları siyasi, sosyal ve kültürel açıdan ele alarak,
hayatımız üzerindeki yansımalarını, etkilerini ve insanlar üzerindeki
endişeleri yalın bir dille anlatan bir fikir romanıdır. Yazar, Panoramada Türk
İnkılabının temellerinin çok sağlam atılamadığını, cesur bir dille anlatmıştır.
<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Milletvekili Neşet Bey
evinde dinlenmektedir ve ziyaretine pek hoşlanmadığı Mansurzade Hüseyin Efendi gelir.
Hüseyin Efendi aslen çok eski kafalı birisi olmasına rağmen Neşet Bey’le
yaptığı sohbette çok ilgi çekici konulara değinmiştir. Masurzade :”Medeniyet…
Avrupa medeniyeti. Bilir misin ben bunu neye benzetirim? Otomobile. Otomobil,
caddenin ortasından son sürat gidiyor. Sen bunun önüne geçip, durduramazsın. Ya
bir kenara çekilirsin, ya da altında ezilirsin. Haa birde bunun içine binmek var.
Emme, ben sana bir şey diyeyim mi? Otomobilin dümeni elinde olmadıktan kelli,
içine binmek marifet değil. Makineyi bileceksin, o nasıl kullanılır öğreneceksin.
Yani ona sahip olacaksın. Yoksa makine sana sahip olur. Onun ilminden anlayan
şoför, seni istediği yere götürür, o senin emrine tabi olacağı yerde bakarsın,
sen onun emri altına girmişsin. Her insan körü körüne buna razı olmak istemez.”<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Banka idare reisi Servet Bey’in
biri kız biri erkek iki çocuğu vardır. Kızı Sevim medeniyeti yanlış anlamış, ailesinin
yanında bile fütursuz hareketler yapabilen birisidir. Oğlu Nedim de tam bir
sonradan görmedir. Karısının da bu ikiliden farklı bir özelliği yoktur. Servet
Bey’e gelince; az söyler, çok dinler ve bunun için herkes kendini, son derece
tartılı ve saygılı bulur. Hiç münakaşaya girişmez, yüksek sesle konuşulan
yerlerde oturmaz. Kendi çıkarıyla ilgisi olmayan işler için parmağını bile kıpırdatmaz.
Cumhuriyet hükümetinin Babıâli kadrolarından devraldığı memurlara Ankara’da
verilen bu büyük paye Servet Bey’de de son haddini bulmuştur. Her meselede ona
müracaat edilmiştir. Oysa Servet Bey’in bugüne kadar hiçbir davayı kurtardığı,
hiçbir zor işin üstesinden geldiği ve sırf onun bilgisine dayanılarak tek bir
müessesenin kurulduğu görülmemiştir. Servet Bey’in Sırrı ve Ragıp isimli iki
müteahhit dostu vardır. Tabi bu dostluğun sebebi karşılıklı menfaatten başka
bir şey değildir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Ankara’da halk güneş
batmadan evine dönmek âdetinden vazgeçmemiştir. Hükümet dairelerinden veya
başka devlet dairelerinden boşalan ileri sınıf memurlar küme küme Taşhan’dan
otobüs duraklarına doğru ilerler. Kimi Gazi Bulvarında, kimi Yenişehir’deki apartmanlarda,
kimi ise Bahçelievler’de oturur. Bunların hepsi de pırıl pırıl yeni
mobilyalarla döşeli yepyeni evlerdir. Ve yine bu saatte İstasyon caddesinde
rahat ve kalantor gösterişlerine rağmen kaygılı bir grup görülür. Hepsi tavır
ve edada, kılık kıyafette o kadar birbiriyle eşittir ki, yabancı bir göz
bunları bir tatil günü sivil elbiseler giyinip gezintiye çıkmış, aynı kışladan,
aynı rütbeden, hatta aynı bölükten bir alay yedek subaya benzetebilir. Hâlbuki
hepsi de başka başka yaşlarda, başka başka mesleklerde, başka başka seçim
bölgelerinden gelen mebuslardır. İçlerinde itibarlıları, gözdeleri, zenginleri
olduğu gibi, sıralarda el kaldırıp indirenleri ve başlarını sokacak iki odalı
ev bulmakta, kış gelince kömür tedarik etmekte zorluk çekenleri de vardır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">O dönem vekiller için en
önemli olay köşke davet almaktır. Şayet bir vekil birkaç günden beri köşke
çağrılmıyorsa derin üzüntü duyar, geceleri gözlerine uyku girmez. Hele bu
çağrılmamalar iki üç ayı buldu mu o vekilin hayaletten farkı kalmaz, İşte
bunlardan bir tanesi de Halil Ramiz Bey’dir. Ramiz Bey sürekli düşünmektedir,
nerede hata yaptığını hatırlamaya çalışmaktadır. Şef’e ve onun ortaya attığı inkılâp
davasına aynı sadakatle bağlıdır. Eğer birkaç zamandır hiç sesi çıkmıyor ve
doğru dürüst meclisin toplantı salonlarına bile uğramıyorsa, bu onun kabahati değildir.
Toplantı salonu suyu çekilmiş değirmene dönmüş, mebusların bazıları merdiven
altı ve koridor sohbeti yaparken diğer bir kısmı da basmakalıp sözlerle günü
idare etmektedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Tahincizade Hacı Emin Efendi
şapka kanunu çıktığı günden beri evinden dışarıya adım atmıyordu. Bu yaşa kadar
her şeye eyvallah demiş, her devre uymuş, hatta işgal zamanında düşmanla hoş
geçinmesini bilmiş, fakat iş baştan fesi çıkarmaya dayanınca birden bütün sabır
ve tahammülü taşıvermiştir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Neşet Sabit, Halil Ramiz ve
vilayetin yerli mebusları trenden inerler. Vali Neşet Sabit’in komutan ise
Halil Ramiz’in koluna girer, yerli mebuslar belediye ve parti erkânıyla gizli
ve mühim bir şeyler konuşarak onların arkasından gelirler. Valinin lakabı “lüküs
vali” dir. O kadarki mütareke devrinde, daha hiçbir resmi sıfatı yokken bile
birkaç arkadaşıyla beraber modern köyler kurma teşebbüslerine girmiş, ilk
kaymakamlıklarında dans ve konferans salonlu kulüpler açmıştır. Partinin
gençleri özellikle Belediye Başkanı’ndan memnun değillerdir ve değiştirilmesini
istemektedirler. Aday olarak ta Doktor Namık Ahmet’i göstermektedirler. Bu genç
partililerin değişiklik isteği mebuslar arasında itilafa neden olmuştur. Halil
Ramiz onların fikirlerinin dinlenmesinden yanayken, diğerleri aynı kanaatte değillerdir.
Çünkü bu konuda partinin kararının önemli olduğunu düşünüyorlardır. Vekiller
Ankara’ya dönenecekleri gün Halil Ramiz’e parti genel sekreterliğinden bir
telgraf gelir. Bu telgraf onu kaza merkezinde baş gösteren bir parti buhranını
tetkike memur etmiştir. Yanyalı Fazlı Bey isminde bir adam, Ankara’da yüksek
mevki sahibi olan akraba veya hemşerilerinden birisinin nüfuzunu kullanarak haksız
yere birçok <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>ve emlağa el koymuş ve
bununla da kalmayıp, kendisini parti başkanlığına geçirttikten sonra, halkı her
yandan istediği gibi kasıp kavurur olmuştur. Halil Ramiz yaptığı tahkikat
neticesinde tam bir sonuca varamamıştır. Geri dönmeye hazırlanırken trende
yanına gizlice birisi gelmiş ve Fazlı Bey hakkında dinlediği şeylerden farklı olaylar
anlatarak mebusun kafasını iyice karıştırmıştır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Bu dönem İstanbul’unda da
sokaklarda yaşayan, geceleri parklarda yatan çocuklar mevcuttur. Bunlardan ikisi
de romanda geçen Pertev ve Ziver’dir. Bu ikili yaptıkları bir hırsızlık
neticesinde karakola götürülürler. Karakol Baş komiseri başından üç evlilik
geçmiş ve her bir evliliği beşer altışar ay sürmüş birisidir. Komiser Hamdi Bey’in
üç evliliği de esrarengiz ölümlerle sona ermiş ancak yapılan tetkiklerde bir
neticeye varılamamıştır. Dördüncü evliliğini yapan Hamdi Bey yeni eşine de
diğerlerine yaptığı gibi işkenceler yapar, ancak bu sefer eşini öldüremez.
Hamdi Bey yakalanarak hapse atılır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Servet Bey’in şımarık kızı
Sevim denizden çıkmış acele acele evine giderken arkadaşlarına rastlamıştır,
arkadaşlarının ısrarları üzerine onlarla bir limonata içmiştir. Daha sonra
taksiye binip evine doğru giderken taksici kızı tenha bir yere götürür ve
tecavüz eder.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Osman Nuri Bey karısı ve iki
çocuğuyla yaşayan talihsiz birisidir. Hayatı tam bir düşüşe sahne olmuştur.
Hanımı sadrazam kızıdır, geçmişte elde ettiği tüm varlığı babasının vefatıyla
birlikte elinden birer bire haciz edilmiştir. En son oturdukları konağa da haciz
gelmiştir. İşte bu üzüntülü günlerde birde işinden uzaklaştırılınca daha fazla
dayanamaz ve intihar eder.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Diyarbakır Lisesi’nde
edebiyat ve felsefe hocası Ahmet Nazmi ile İzmir Dış Ticaret Ofisi Müdürü Cahit
Halit arasında sürekli memleketin genel durumu hakkında mektuplaşmalar olur. Bu
mektupların birinde Ahmet Nazmi :’’Yıllar yılıdır haykırıp durduğumuz inkılâp
kelimesinin daha ( i) harfi bile buraya aksetmemiş. Kabahat kimde? Bu halkta
mı? Hayır, bin kere hayır, kabahat, bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve
tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye,
polise, jandarmaya birer emir… Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz, bu
kanunların, bu emirlerin kafaların içi şöyle dursun hatta dışını bile
değiştirmediğini görmek istemiyoruz.’’<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Cahit Halit ise cevabında
:’’O muhiti senin yaratman, o havayı senin entelektüelleştirmen lazım
gelebileceğini aklından geçirmiyorsun. İstiyorsun ki bu kendiliğinden
oluversin, yada başkaları bunu sana hazırlayıp buyurun desinler, bu ruh halinin
bir inkılabın teşkilatsız, plansız kadrosuz yürütülebilir diyenlerden farkı nedir?
Biz inkılapçıyız derken ne 93 inkılapçıları gibi bütün insanlara hürriyet ve
eşitlik getirmek, ne de Ekim ihtilalcileri gibi bir sınıfı öbür sınıflara hakim
kılmak iddiasında bulunuyoruz. Bizim için hürriyet istiklaldir ve müsavattan
anladığımız şey Türk milletinin, büyüklük ve ilerilik vasfını tekel altına
almış diğer milletlerle baş başa getirilmesi, denkleştirilmesidir. Sınıf
mücadelesini bilmeyiz.’’<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Ahmet Nazmi’den Cahit
Halid’e cevap :’’Ben geçenlerde, parti müfettişlerinden birisine, her şeyden
önce Kemalizm’in ideolojisini yapmak ve onu doktrinleştirmek lazımdır, demiştim
de herif beni az kalsın bir küçük mektep çocuğu gibi tokatlayacaktı. Bu Frenkçe
laflar da ne oluyormuş? Ne mana ifade ediyormuş? Bunlar hangi yabancı politik
mezheplerden alınma tabirlermiş, Maksadım bir nevi faşistlik ya da komünistlik
mi yapmakmış? Demir tavında dövülmelidir, oysaki demir çoktan soğumuş ve ateş sönmüştür.
Ne vakit sönmüş bu ateş diyeceksin? Bu ateş, Kemalist Türkiye’nin anahtarlarını
Babıâli tembelhanesinin bekçilerinin eline geçtiği gün sönmüştür.’’<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Halil Ramiz partinin verdiği
görevi tamamlayıp döndüğünde, soğuk bir havayla karşılaştır. Hem belediye
seçimleri işi hem de kasabadaki tahkikat olaylarında rüzgâr kendisine doğru esmiştir.
Bir bozguncu olduğu değerlendirilmeye başlanmıştır. Aslında işin beklide en acı
tarafı onunla birlikte o bölgede bulunan mebuslar ki özellikle Neşet Bey çok
yakın arkadaşı olmasına rağmen doğruyu söylemekten çekinmiş ve arkadaşını ateşe
itmiştir. Halil Ramiz Ankara’ya gelince parti sekreteri kendisini çağırarak
yazdığı raporu ve belediye seçimlerindeki tutumunu eleştirmiştir. Halil Ramiz
yanlış bir şey yapmadığını seçime müdahale etmediğini söylediyse de
karşısındaki kişi farklı kaynaklardan aldığı bilgilerin etkisinde ona pek inanmamıştır.
Bunun üzerine Ramiz parti merkez heyeti azalığından istifa etmiştir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Niyazi Bey emekliliğine iki
yıl kalmış bir memurdur. En büyük hayali bir ev sahibi olmaktır. Nihayet hemen
her sabah derin bir dikkatle gözden geçirdiği satılık ev ilanları arasında iki
katlı köşkler kooperatifi ilanını görünce çok sevinmiştir. Aslında bu
kooperatife güvenmesinin en büyük sebebi kooperatif başkanının Servet Bey olmasıdır.
Ertesi gün ilk iş olarak kooperatife gider ve okumadan mukaveleyi imzalar.
Ancak bir türlü inşaat başlamaz, başlamadığı gibi sürekli para istenir ve en
sonunda da Niyazi Bey bir taksitini yatırmayınca hissesi başkasına satılır.
Kooperatifin müteahhidi Sırrı Bey’dir. Sırrı Bey Servet Beyin yakın dostudur,
Servet Bey onun sayesinde oldukça yüklü paralar kazanmıştır. Sırrı Bey bu iş
için aldığı krediyi geciktirince banka Sırrı Bey’i sıkıştırmaya başlamıştır.
Bankada görevli olmasına rağmen Servet Bey arkadaşının durumuna hiç oralı olmamıştır.
Sırrı Bey iflasın eşiğine gelmiştir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Panorama İkinci Bölüm:
İkinci bölüm Büyük Atatürk’ün ölümü ve o dönem olaylarıyla başlar. Cumhuriyetin
On beşinci yıldönümü törenlerine isteksiz hazırlanan milletvekilleri arasında yegâne
konuşulan şey O’na ait haberler olmuştur. Aynen bu dönemde olduğu gibi Atatürk’ün
öldüğü günlerde de düşmanlarının, sevmeyenlerinin olduğunu görüyoruz.
Atatürk’ün cenaze töreninde ne mahşeri bir kalabalık vardır, o ıssız sarayın
etrafı kadın erkek, genç, ihtiyar, çoluk, çocuk, zengin, fakir ve her cinsten,
her mezhepten, binlerce, on binlerce, yüz binlerce insan, şafakla birlikte koca
İstanbul şehrinin dört bir köşesinden sesiz sedasız fışkırarak Dolmabahçe’yi
sel gibi kaplamıştır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Atatürk’ün ölümü hem yurt
içinde hem de yurt dışında geniş yankı bulmuştur. Yurt dışında Atatürk’le
alakalı olarak bir Güney Amerikalı diplomat şöyle demiştir: ‘’Doğrusunu isterseniz,
O büyük adamın adı bütün cihana ün salmaya başladığı güne kadar benim Türkiye
ve Türkler hakkında hemen hiçbir fikrim yoktu. Türk denince, gözümün önüne
gelen insan tipi, bundan kırk elli yıl önce bizim taraflara gelip yerleşmiş yarı
Yahudi’ye, yarı Arap’a benzer birtakım şarklılardı. Kâh Amerika’nın, kâh Avrupa
basınında sizin Devlet Başkan’ınıza dair yazıları okudukça kendi kendime
bunlardan nasıl bu kadar yüksek ve müstesna bir deha çıkabilir? diye şaşar
kalırdım.’’ Lugano isimli diplomat ise ’’Kimbilir ne kadar kederlisiniz.
Anlıyorum; bu, memleketiniz için milli bir felakettir. Bizler bile sebebini
bilmeden üzülmekteyiz. O, şüphesiz bu asrın en büyük adamlarından birisiydi.
Belki sağ kalsaydı bu savaşın önünü alabilirdi. Hitler delisinin ona karşı
derin bir hayranlığı varmış.’’şeklinde beyanat vermiştir.’’<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">İkinci Dünya Savaşı başlamıştır,
memlekette genel kanı Almanya yanında savaşa girmektir. Ancak Meclis hiçbir
zaman böyle bir karar almamıştır. Tabi bu dönemde romanımızın kahramanlarından
Servet Bey paralarının büyük bir kısmını yurt dışına kaçırmıştır. Zaten
kooperatif yolsuzluğundan dolayı da basında yer yer karalama yazıları çıkmaktadır.
Servet Bey’in ailesine gelince onlar tecavüze uğrayan kızları düzelsin diye Ragıp
Bey’le birlikte yurt dışında hayatlarına devam etmektedirler.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">İlerleyen dönemde Demokrat
Parti kurulmuştur. Birçok eski CHP milletvekili Demokrat Partiye geçmiştir.
Bunlardan biriside Neşet Sabit’tir. Halil Ramiz bunda şaşılacak bir şey bulmamıştır.
Zira bu eski bakanın son yıllardaki hal ve tavrı, Halk Partisi aleyhindeki
düşünceleri ve nihayet bu partinin liderine karşı beslediği şahsi dargınlık,
onu nasıl olsa böyle bir harekete sevk edecektir. Halil Ramiz her türlü zorluğa
rağmen partisinden ayrılmamıştır. Ayrılmamıştır ancak partisi içinde ajan
nitelemesine bile uğramıştır. Demokrat Parti o dönemlerde çok büyük mitingler düzenlemiştir.
Mitinglerinde-yirmi yedi yıllık istibdat dönemine son-sloganını kullanmışlardır.
Halil Ramiz böyle bir ortamda bir gün Atatürk’ün büstüne bakıp’’Büyük ve
heybetli eserini ne hale soktuğumuzu görüyor musun ?’’der. Halil Ramiz yavaş
yavaş büste yaklaşır. Ne kadarda her yerden ve her şeyden uzak, ne kadar da
belirsiz, kapalı, dalgın bir hali vardır. Ne düşündüğü, neyi ifade ettiği belli
değildir. Bütün çizgileri tıpkı, Türk Milletinin şu günlerdeki alınyazısını andırıyordur.
O sağken memleketin mukadderatı her sarpa sardığında gözler hemen ona çevrilmiştir.
Kaç kere her şeyin kaybolduğu, her ümidin kesildiği anlarda ondan medet beklenmiştir.
Memleket her uçurumun kenarına geldiğinde O’nun kılavuzluğunda selamete kavuşmuştur.
Ülke yine uçurumun kenarındadır ama O küskün küskün ülkesine bakmaktadır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Bu arada yurt dışında büyük
aşkı Sevim’le evlenemeyen Ragıp Bey yurda dönmüştür. Dönüşüne iflas eden Sırrı
Bey fevkalade sevinmiştir. İlk buluşmalarında Ragıp Bey Sırrı Bey’in durumunu
görünce çok şaşırmıştır. Ayrıldıkları zaman Sırrı Bey’in maddi durumu son
derece iyi durumdayken şuanda Sırrı Bey bütün servetini kaybetmiştir. Sırrı Bey
de Demokrat Parti’nin kuruluşundan sonraki günlerde, ters giden talihinin
döneceğini düşünmüştür. Fakat bütün umutlarının boşa çıktığını görünce yirmi
beş yıldır bir kerecik bile ayak basmadığı memleketine geri dönmüştür. Bir
zamanlar Sırrı Bey’in yanında çalışanlar ise şimdi zengin olmuşlardır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;"><span style="line-height: 120%; mso-bidi-font-size: 12.0pt;">Cahit Halit eski dostu Ahmet
Nazmi’ye gönderdiği son mektuplardan birisinde:’’Bize, fikirler ve kanaatler
doğrudan batıdan gelir. Fakat gelen şeyler aynı posta paketlerinin
içerindekiler gibi buruşuk bir vaziyette gelir. İsviçre’de iktidar diye bir söz
yoktur. Yalnız, hizmet vardır. Halkın emrinde, sessiz sedasız, gürültüsüz,
patırtısız hizmet vardır. Bunun dışında Latin Amerika’sıyla, Balkan
memleketlerindeki demokrasileri de göz önünde bulundurmak lazım gelir. Biri
anarşinin, öbürü demagojinin has örnekleri olan bu rejimler sözde, halk
idaresine dayanmaktadır. Bizim demokrasimizde, günün birinde bunlara benzeyecek
diye ödüm kopuyor. Mutlaka Atatürk de vaktiyle bu endişeyi hissetmiş olacak ki,
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, demokrasinin yalnız prensiplerini alıp, bu
çeşit örneklerden hiçbirisini taklide yeltenmemiştir.’’Cahit Halit’in Ahmet Nazmi’ye
yazdığı bu mektup cevapsız kalmıştır, birbirlerine yazdıkları son mektup
olmuştur.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoBodyText" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: none; text-indent: 35.4pt;">Romanın
son kısmında işinden atıldığını öğrenince intihar eden Osman Nuri Bey’in oğlu
Fuat ile Cahit Halit’le dostluklarını bitiren felsefe öğretmeni Ahmet Nazmi sık
sık bir araya gelerek siyasi ve güncel memleket konularında tartışırlar. Yine
böyle bir tartışmanın sonunda Fuat Ahmet Nazmi’ye kızarak dışarı çıkar. Ahmet
Nazmi de Fuat’ın arkasından dışarı çıkar, iki arkadaş sokakta, bir süre
konuşmaksızın yan yana yürürler. Fuat Ahmet Nazmi’yi tarikat ayini yapılan bir
yere götürür. Ahmet Nazmi gördüğü manzaradan ürkerek Fuat’a buradan ayrılmak
istediğini söyler. Fuat ise tam aksine ayin yapılan binanın içine girer ve
tarikat mensuplarıyla tartışmaya başlar. Tartışma iyice şiddetlenir. Ayinciler
her ikisini de orada vahşice öldürürler. Ertesi gün cesetleri bulunduğunda
ikisi de tanınmayacak haldedir.<o:p></o:p></p>Unknownnoreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-17832470140386117392022-05-10T15:37:00.002-07:002022-05-10T15:37:33.732-07:00 Sodom ve Gomore, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU<p> </p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;">Sodom ve Gomore,</span><span style="font-family: Arial, sans-serif;"> Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">İletişim, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">2005, İstanbul</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><br /></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Roman, Mondros Mütarekesinin ardından işgal
kuvvetlerinin İstanbul’da meydana getirdikleri fiziksel ve ahlaki tahribatı
konu edinmiştir. Zaman olarak 1922 yılına kadar yani işgal kuvvetlerinin
çekilmelerine kadar sürer. Başta İngiliz subayları olmak üzere tüm işgal
devletlerinin askerleri, Türklüklerini yitirmiş, kokuşmuş Türk aileleri ile birlikte,
Anadolu’da Türk’ün ateşi yanarken zevk ve sefa âlemlerine dalmışlardır. Ancak
bu aldanış hem işgal güçlerine hem de kişilikleri çürümüş Türk ailelerine
pahalıya mal olmuştur.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Sodom
ve Gomore, halen İsrail ile Lübnan arasındaki Lût Gölü çevresinde bulunan iki
şehre verilen addır. Kutsal kitaplarda bu iki şehrin insanının (Lût Kavmi)
Tanrı tarafından içine düştükleri sapkınlıklardan dolayı cezalandırıldıkları ve
taş haline getirildikleri yazılıdır. Yazarın romanına bu ismi seçmesindeki amaç
da Lût Kavmine benzer şekilde davrandıklarını değerlendirdiği işgal güçleri ve
bazı Türk aileleridir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Roman Captain Gerald Jackson Read isimli İngiliz
subayının kaldığı otel odasında geç uyanışını, manikür vs. işlerle uğraşıp
bakımını tamamladıktan sonra odadan ayrılışını tasvir ederek başlar. Captain Read,
tüm kadınların ilgisini çekecek kadar yakışıklılığı ile birlikte o İngilizlere
has soğuk ve donuk kişiliği de bünyesinde bulundurmaktadır. Bu sebepledir ki
romanda en çok kadın değiştirdiği bahse konu olan kişi bu İngiliz subayıdır. O
gün de otel odasından gerekli bakımını yaptıktan sonra gideceği yer yeni flörtü
Leyla’ların evindeki davettir. Dönemin üst tabaka sosyetesinin en gözde ismi
olan bu İngiliz subayı ile birlikte olmak, hatta adının yan yana telaffuz
edilmesi bile bir bayan için en onur verici şey olarak algılanmaktadır.
Leyla’nın babası, Sami Bey, işi gereği yabancılarla fazlaca içli dışlı
olmuştur. Bu sebeple onların evine gelmelerini kendi adına gurur vesilesi
bilmektedir. Aynı zamanda Türk’ten gayrı her milletin sözüne inanır ve
Türkiye’ye ait meselelerinin mutlaka başkaları tarafından halledilebileceğine kanidir.
Yabancıların, kızı Leyla ile ilgilenmeleri de onu hiç rahatsız etmez. Leyla’nın
annesi zaman zaman bu durumdan, Necdet’ten dolayı, şikâyetçi olsa da kızının beni
kıskanıyorsun demesi üzerine sindirilmiş vaziyettedir. Necdet ise Leyla’nın
nişanlısı ve aynı zamanda akrabasıdır. Romanın diğer kahramanları ve Leyla’ların
evindeki davetin diğer misafirleri ise Major Will, Captain Marlow, Madam Jimson,
Makbule hanım ve kızı Nermin, Azize hanım vs.dir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Necdet, yurt dışında eğitim görmüştür ancak
milli duygularını henüz kaybetmemiştir.<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>Özellikle İngilizler başta olmak üzere bütün işgal güçlerine
çevresindeki kişilerin aksine nefretle bakmaktadır. Ailelerin tasvibi üzerine
Leyla ile nişanlanmış, zamanla onu sevmiş hatta âşık olmuştur. O da Leyla’ların
evine sık sık gidip gelmektedir. Hatta o günkü davette tatsızlık çıkmasın diye
Necdet gelmeden hemen önce Captain Read’ı göndermişlerdir.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde İngiliz
subayının bu kez telefon açması ve Leyla’nın uzun süre bu adamla konuşması
üzerine hiddetlenen Necdet Leyla’nın yüzüne bile bakmadan evi terk eder.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Duygularına engel olamayan Necdet
kendisinin de önceden duyduğu dedikodulara yerinde şahit olunca hem Captain
Read’a hem de Leyla’ya daha çok hiddetlenmeye başlar. Eline geçirse belki
ikisini de anında boğacaktır. Captain Read’ın eski sevgilisi olan madam
Jimson’un evinden telefon açması üzerine Necdet o evin önünde bekleyen arabanın
Captain Read’ı almaya geldiğini anlar, ancak adamın çıkışında yapmak istediği
girişimi yapamaz. Artık Leyla’ya iyiden iyiye dargındır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Captain George Marlow,Captain Read’ın
arkadaşıdır.Ancak Marlow’un oldukça farklı eğilimleri vardır. O,erkeklerden
hoşlanmaktadır. Çoğu zaman para ile bu tarz oğlanlar bulmakta ve onlarla
birlikte olmaktadır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Necdet’le Leyla’nın aralarının açık olduğu
bilinip yayılmaya başlar hatta barıştırma girişimleri olur. Nuriye Hanım
ismindeki akrabaları bir Amerika’lı ile tanıştırmak vaadiyle Necdet’i çağırır.
Necdet girişimin sebebini bile bile gider. Amerikalı Miss Fanny Moore isimli
kadın oradadır ve Leyla da çok geçmeden gelir. Evlenmeden evvel erkek ve
kadının cinsel uygunluğunun mutlaka tespit edilmesi gerektiğini savunan kızın
başlattığı tartışma, Necdet ile Leyla’nın arasını büsbütün açar. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Bu gelişmeler üzerine mektuplaşma başlar.
Leyla af diler. Ancak Necdet açılan yaranın onun sandığından çok daha derin
olduğunu anlatması üzerine Leyla Necdet’in evine gelir. Kısa bir konuşma ve
ardından Necdet’in zaafı Leyla’ya kendisini affettirmek için fırsat yaratır.
Leyla, “Beni sevmek bana katlanmaktır” vurgusunu Necdet’in zihnine işler. O
günden sonra Necdet de sırf Leyla’yı İngiliz’e karşı daha yakından takip
edebilmek için onların hayatına katılmaya karar verir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Ancak kendi verdiği bu sözden yine kendisi
vazgeçecektir. Bunun sebeplerinden birincisi Galatasaray lisesinden arkadaşı
olan Cemil Kâmi ile birlikte bir akşam yemeği için gittikleri lokantada üç
İngiliz subayının feslerini çıkarmaları konusunda yaptıkları baskılar ki
bunlardan biri Captain Marlow’dur ardından bu sarhoş adamların lokantanın
şarkıcısı genç erkeğe sırnaşma girişimleridir. İkincisi ise sebepsiz sorgusuz
bir gün sabah yatağından apar topar askerler tarafından alınarak götürülmesidir
ki bu olayda Captain Read ile Marlow’un büyük payları vardır. Ancak Leyla’nın
girişimleri ile serbest kalacaktır. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Romanın en mühim olaylarından biri Major
Will isimli İngiliz subayının Orhan Bey isimli birisi sayesinde yeni satın
aldığı yalısının açılış törenidir. Madam Jimson’u ev sahibesi olarak
görevlendirir. Davete yine jet sosyete işgalcilerle birlikte katılır, hatta
birbirleriyle yarış ederler. Will evin odalarını davetlilere tek tek kendisi
gezdirir. Yalının eskiden ibadethane olan odasını kendisine yatak odası yapar
ve bu odayı sadece erkeklere gösterir. Bir de geç saatlerde Miss Fanny Moore
ile Nermin’in lezbiyen ilişkisine ortam olarak kullanır. Yokluklarından
şüphelenen davetliler iki kızı çıplak olarak bu odada basar. Aynı gece evin
bahçesinde Captain Read ile Leyla’nın bahçedeki faaliyetlerine şahit olan ve
İngiliz ile yaka paça tutuşan Necdet yine Leyla ile uzun sürecek bir ayrılık
dönemine girecektir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Azize hanım bu topluluk içinde Captain
Marlow’u gözüne kestirir. Ancak kadının bu geceki ve bundan sonraki bütün
girişimleri sonuçsuz kalacaktır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Leyla ayrılığı noktalamak için Necdet’in
evine gider. Ancak nefreti ile karşılaşır. Sille tokat şiddetli bir şekilde
başlayan kavga ateşli ve şiddetli bir sevişmeye dönüşür ve yine barışırlar.
Leyla Necdet’in İngiliz’i düelloya davetini de güç bela iptal ettirir. Captain
Read’ın Necdet’e karşı acımasız tavrını görünce ondan iyice soğur.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Azize hanımın ele geçirmek için çırpınıp
durduğu Captain Marlow ise Azize’nin kocası Atıf ile ilgilenmektedir. Hatta
Atıf onu evine getirince Azize tam fırsatını bulduğunu sanmış, ancak bu fırsatı
beylerin kendileri için yarattıklarını anlayamamıştır. Atıf’ın isteği üzerine
Marlow bıyıklarını dahi keser.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Captain Read bu soğukluk dönemini padişah
yeğenlerinden Nail Bey’in karısı Şehnaz Sultan ile değerlendirir. Dedikodular
ise alır başını gider.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Leyla ise Necdet’ten evlilik için bir tarih
belirlemesini ister. Ancak Necdet ileride başına gelebileceğini tahmin ettiği
olayların tesiriyle cevapsız bırakınca Leyla’nın “tarih belli olana kadar
görüşmeme” talebi ve tehdidi ile karşılaşır. Necdet’ten ise bu tarih hiçbir
zaman gelmez. Necdet’ten iyice uzaklaşan Leyla’nın adı zengin bir Amerikalı ile
anılmaya başlar, dedikodular artar. Necdet içten içe kendisini yiyip bitirir.
Bir ara Anadolu’ya geçmeyi düşünür ancak ona da cesaret edemez.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Madam Jimson yeni arkadaşı İtalyan albayı
şerefine evinde gece düzenler. Amacı yeni sevgilisini sosyeteye tanıtmaktır.
Necdet de davetlidir. Bir yanı isteyerek bir yanı istemeyerek katılır. Madam
Jimson ise kocasının ölüm döşeğinde olmasına aldırmayarak bu daveti yapar ki
gece bitmeden adam ölecektir. Necdet de Leyla ile bir kez daha karşılaşma
fırsatı yakalayacaktır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Madam Jimson kocasını ölümünün ardından tam
hürriyete kavuşan zengin, bakımlı bir dul olur. Ancak kocasının mirası
konusunda kimlik sorunu yaşasa da bunu çabuk atlatır. Bir zamanlar en azılı
rakibi olan Leyla’nın önüne gelenle düşüp kalkması, dedikoduların alıp yürümesi
üzerine iyice yüklenme kararı alır. Leyla’nın, sosyeteden uzaklaştığını veya
uzaklaştırıldığını hissettiği bir dönemde bunu test etmek için düzenlediği
müzik/sanat gecesine kimsenin katılmamasını düzenleyeceği bir yemekli
organizasyonla yine madam Jimson sağlar. Bu ağır mağlubiyet sonucu Leyla
depresyona girer bir daha kendisini doğrultamaz. Jimson, Leyla ile ilgili
haberleri babasının kızına ayarladığı doktordan gün be gün alır. Sonunda
Leyla’nın yurtdışına gönderilmesine karar verilir ve İtalya’ya gönderilir.
Kızını İtalya’ya gönderebilmek için yeterli parası olmayan, Sakarya savaşından
sonra işgal kuvvetlerinin konumunun da iyice zorlaşması sonucu kimseden borç
bulamayan Sami Beyin son çaresinin cefakâr ve fedakâr Necdet olduğunu Leyla
hiçbir zaman bilmeyecektir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Anadolu’da milli harekete katılan ve
Kızılay ile ilgili bir iş için İstanbul’a gelen Cemil Kâmi ile Necdet’in bu
seferki görüşmeleri artık İstanbul’dan bile hissedilmeye başlanan gelecek zafer
ile ilgilidir. Ağustos ayının sonuna yetişen zafer İstanbul’da çeşitli
gösterilere sahne olur. İşgal kuvvetlerinin gözleri önünde, artık onların ses
çıkaramadan izlemek zorunda kaldıkları bu olaylar onları ve sosyete ve yardakçı
ailelerini yasa boğarken Türk insanını hudutsuz sevince boğar. İngilizler artık
buradan bir an önce ayrılmayı planlarlar.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>İtalya’daki tedavisinin ardından yurduna
dönen Leyla ve ailesi gelişmeler karşısında kolu kanadı kırılmış vaziyette
nereye tutunacaklarını bilemezler. Son bir gayretle Leyla’nın yaptığı Necdet’i
tekrar kazanma girişimleri de sonuçsuz kalır. Necdet, defaatle barışmak
suretiyle karakterini zayıflatan bu kızı artık kalbinden silmiştir ve o artık
vatan aşığı olmuştur.<o:p></o:p></span></p>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-89156001343688391562022-05-10T15:35:00.003-07:002022-05-10T15:35:27.886-07:00Türk'ün Ateşle İmtihanı, Halide Edip ADIVAR<p><span style="font-family: Arial, sans-serif; text-align: justify;">Türk'ün Ateşle
İmtihanı, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; text-align: justify;">Halide Edip ADIVAR, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; text-align: justify;"> Yeni gün Haber Ajansı Basın ve
Yayıncılık A.Ş., </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; text-align: justify;"> Eylül 1998</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"> </span><span style="font-family: Arial, sans-serif;"> </span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">:</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Halide
Edip,Türkiye’nin işgaline karşı çıkmış, ünlü Sultanahmet mitingine(1919)
konuşmacı olarak katılmış,halkı mücadeleye çağırmıştır. Kurtuluş savaşı
yıllarında eşiyle birlikte Anadolu’ya geçmiş Atatürk’ün yanında yer almıştır.
Kongreleri ve milli hükümeti kurmak için yapılan çalışmaları, ermeni
faaliyetleri ve bu faliyetlere karşı yapılanları ve milli mücadelenin
safhalarını sırası geldikçe anlatmaktadır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Halide Edip, Sakarya Savaşından sonra Batı
Cephesi’ne gitmiş, Kızılay’da hastabakıcı olarak çalışmış, Zaferden sonra
düşmanın Anadolu köy ve kasabalarında meydana getirdikleri zararları görmek ve
incelemek üzere kurulan komisyonlarda görev almış bir vatanseverdir.
Yaşadıklarını ve gördüklerini bu anı kitabında özet olarak aşağıdaki<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>şekilde anlatmaktadır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>İstanbul'un işgalinden sonra, işgal
kuvvetleri ve azınlıklar Türk ahaliye çok kötü davranırlar.Azınlıklar Müttefik
askerlerinden güç alarak Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başlarlar.
Sokaklarda fesler, kadın peçeleri yırtılıyor, insanlar hakaretlere maruz
kalıyordu. İngiliz genel karargahının komutanı Kolonel azınlıklara mensup bütün
mahkumları serbest bırakıyor, Türklerin hiç biri silah taşımamakla beraber
azınlıklara silah dağıtılıyordu. Halk ümitsizlik içindedir. Yöneticilerde
ülkenin geleceği ile ilgili fikir birliği oluşmamıştır. Osmanlı Meclisi
kapanmıştır. Kazım Karabekir Paşa, o zaman memleketimizde tek hatırı sayılır
Türk ordusunun başında bulunuyordu. Kendisi, aynı zamanda itilaf kuvvetlerinin
Şarki Anadolu’da bir Ermenistan kurulmasına karşı halkı silahlandırmaya
başlamıştı. Bu bölgede büyük kargaşa yaşanmaktadır. Birinci Dünya savaşında
Ruslar’la birlikte hareket edip Türk ordusunu arkadan vuran Ermenilerden
öldürülenlerin, Anasız ve babasız çocukları Türk yetimhanelerine götürülmüş,
Müslüman ve Türk olarak kaydedilmişlerdi. Şimdi Ermeniler ana, babalarını
öldürdükleri yahut göçe zorladıkları Türk çocuklarını Ermeni yetimhanelerine
Ermeni çocuğu diye kaydettiriyorlardı. Amerikalılar da Yakın Doğuya yardım
merkezi adı altında bir müessese kurarak yetimhanelerdeki çocukların hangisi
Türk, hangisi Ermeni ayırt edeceklerdi.Çoğunlukla Ermeni veya Türk çocuğu
olduğuna çoğu zaman karar verilemiyor, kayıtlarında büyük yanlışlıklar
yapılıyordu. Kurulan komisyonlar ayırım işini<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>yapamıyorlardı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Bu arada İzmir işgal edilir. Bu işgal çok
büyük üzüntüye neden olur. Bunun üzerine İstanbul'da birçok toplantı
düzenlenir. Halide Edip bu toplantılara konuşmacı olarak katılır. Sultanahmet
mitinginde yaptığı konuşmadan bazı bölümler şöyledir.” Kardeşler, evlatlar,
size dünyanın verdiği hükmü dinleyiniz: Avrupalı itilaf devletlerinin<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>tecavüz siyaseti bazen hıyanetle ve daima
haksız olarak Türkiye’ye çevrilmiştir. Eğer ayda ve yıldızlarda da Türk’le
Müslüman<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>bulunduğunu söyleseler oralara
da istila orduları gönderirlerdi. Nihayet hilali parçalamak için ellerine bir
fırsat geçmiştir. Bu kararlarına karşı bizi tutacak hiçbir Garplı kudret yoktur.
Bu meselede bu insani olmayan karara katılmayanlar da ayni derecede belki daha
da mesuldurlar. Onların hepsi, insan haklarını ve millet haklarını müdafaa için
bir mahkeme kurmuşlar, fakat orada yenilenlerin parçalanması hükmünü
vermişlerdir.Türklere günahkar diyen bu kimselerin kendileri o kadar
günahkardırlar ki , Okyanusun suları onları temizleyemez. Hükümetler
düşmanımız, milletler dostumuz ve kalbimizdeki haklı isyan kuvvetimizdir. Bütün
milletlerin haklarını kazanacağı gün çok uzak değildir. O gün geldiği zaman,
bayraklarınızı alınız, bu maksat için canlarını veren kardeşlerinizi ziyaret
ediniz.” <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Bu toplantılar, Millî Mücadele için zemin
hazırlar. İzmir'in işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs'ta Mustafa Kemal Paşa,
doğudaki kargaşaya<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>son vermek için,
hükûmet tarafından 9’ncu Ordu Müfettişi olarak görevlendirilir. Mustafa Kemal
Paşa gizliden gizliye, Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey ile
anlaşır. Miralay Refet Paşa ve Albay Arif Bey, Mustafa Kemal ile birlikte
hareket ederler. Amasya'da ilk tarihi toplantıyı yaparlar. Arkasından Erzurum
ve Sivas Kongreleri yapılır. Anadolu'da bir diriliş hareketi başlar. Millî
Hükûmetin kurulması çalışması hız kazanır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Halide Edip ve onun gibi Anadolu hareketine
destek verenleri İngilizler tutuklamak için faaliyete geçerler. Yerlerini
bildirenlere para ödülü verileceğini bildirirler. İstanbul’dan Anadolu’ya
Kurtuluş ordusuna silah ve malzeme kaçıran teşkilatların yardımıyla<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>bin bir güçlükle kaçarak Anadolu'ya geçerler.
Ankara'nın yolu tehlikelerle doludur. İstanbul'da işgal güçlerinden kaçan vatanseverler,
Anadolu'da hem azınlık çetelerinden, hem de padişah yanlılarından saklanmak
zorunda kalırlar. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Bu grup Ankara'ya ulaşır. Orada Mustafa
Kemal tarafından karşılanır.Ankara’da Ziraat Mektebi binası Karargah haline
getirilmiştir.Anılarında, işte bu yer, yeni hükümeti ve yeni Cumhuriyeti
yaratacak binaydı diye bahseder.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Millî Mücadele için bir çok hazırlık
yapılmasına rağmen ne dış dünyaya, ne de ülke içine sesleri duyurulamıyordu.
İlk iş olarak Yunus Nadi ile Halide Edip Anadolu Ajansını kurar. Böylece millî
hareketin anlamı duyurulmaya başlanır. Halide Edip Karargahta İngilizce
gazetelerin siyasete kaçan bölümlerini tercüme ederek,Mustafa Kemal Paşa’nın
katibi Hayati Bey in getirdiği telgraflar arasından Anadolu Ajansı veya
Hakimiyeti Milliye gazetesi için lazım gelen parçaları keserek, bundan başka
Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhaberatına ait yazıları hazırlar. Artık Ankara,
Millî Mücadelenin merkezidir. Bu arada TBMM açılır; Mustafa Kemal Paşa başkan
seçilir. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;">Yeni kabinede şu isimler bulunuyordu.Hariciye Vekili
Bekir<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Sami Bey,Dahiliye Vekili Cami Bey,
Milli Müdafaa Vekili Fevzi Paşa, Sıhhiye Vekili Dr.Adnan, Maarif vekili Dr.Rıza
Nur, Ziraat Vekili Yusuf Kemal Bey, Adliye Vekili Celalettin Arif Bey, Şeriye
Vekili Mustafa Fehmi Efendi, Maliye Vekili Hakkı Behiç Bey, Nafıa Vekili İsmail
Fazıl Paşa, Erkanı Harbiye Reisi Miralay İsmet Bey.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Anadolu'nun her yanında yeni oluşmuş,
şekil almamış düşünceler arasında mücadeleler devam ediyor, her yerde kardeş
kanı dökülüyordu.Düşmana karşı savaşmak için dağa çıkan topluluklar başı bozuk
hareket ediyorlardı. Kötü niyetli olanlar halkın elindeki malzemeyi ve
erzakları almaya teşebbüs ediyorlardı. Düzenli birlikler kurularak çıkan isyan
ve kargaşalar bastırılır. Anzavur isyanını bastıran Çerkez Ethem birlikleri
Ankara’dan gönderilen direktifleri dinlemeyerek kendi başına hareket etmeye
başladı. Durumun tehlikeli bir hal almaya başladığını gören Mustafa Kemal Paşa,
Yunanlılarla işbirliği yapan bu birliklerin tepelenmesine karar verdi. Albay
İsmet Bey’in komutasında toplanan bütün piyade birlikleriyle harekete geçilerek
asi kuvvetler dağıtılır. Çerkez Ethem’de kardeşleriyle birlikte Yunanlılara
sığınır. Batı Cephesinde birçok savaş yapılır. Birinci ve İkinci İnönü
Muharebelerinde başarı elde edilse de yeterli olmaz..<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Bu savaşlar
esnasında Halide Edip cephelerde çeşitli görevlerde bulunur. Eskişehir’de hasta
bakıcılık yapar. Daha sonra üstün Yunan kuvvetleri<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>büyük bir taarruz başlatır Türk ordusu
tehlikeli durumdan kurtulmak için 25 Temmuz 1921’de Sakarya’nın Doğusuna
çekilir. Büyük Millet meclisi durumu vatansever bir hisle telakki ediyor,
Mustafa Kemal Paşa nın Başkomutan olmasını istiyorlardı. Atatürk, 5 Ağustos
1921’de Başkomutan seçilir. Tüm yetki Mustafa Kemal'e verilir. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Düşman
Polatlı'ya kadar gelmiştir. Sakarya Irmağının kıyılarında ordumuz tertiplenir.
Halide Edip, burda cephede geçen olaylardan bir tanesini şöyle anlatır. “25
Ağustos’da savaş başladı.İlk günleri, Yunanlılar yer kazanıyordu. Ufak tepeleri
birer birer ele geçiriyorlardı.Bu tepeler askeri bakımdan çok önemli idiler.
Mustafa Kemal Paşa onların Çal tepesini işgal edinceye kadar korkulacak bir şey
olmadığını, fakat Haymana’ya girerlerse, bizimde kapana tutulacağımızı
söyledi.Yunan uçakları uçuşup duruyorlardı. Binbaşı Ali bizim yerimizi
keşfetmiş olmalarından endişe ediyordu. Bir hafta geçmeden Çal Tepesi düştü. Bu
aralık ,Mustafa Kemal Paşa, Refet ve İsmet Paşalar karargahta
toplanmışlardı.Korkunç bir sükut yaşanıyordu. Mustafa kemal Paşa çok
sinirlenmişti, geri çekilme emri için durumu netleştirmeye çalışıyordu. Gece
yarısından sonra saat tam ikiydi. Fevzi Paşa telefondadır, aralarında şu
şekilde bir konuşma geçer.Ne? Vaziyet lehimize mi dediniz? Ne? Yunanlılar
kuvvetinin sonuna mı geldi, geri mi çekilecekler?” Orada duranların gözleri
ışıldadı. Mustafa Kemal Paşa geldi.Yunanlıların daha ileri gitmeden önlerine
göndereceği kuvveti temin için plan yapmaya başladı.” Muharebeler sonunda
Yunanlılar daha fazla ilerleyemez ve Sakarya nehrinin batısına çekilerek
tertiplenirler.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 1;"> </span><span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Halide Edip Yunan esirlerden aldığı
bilgileri şöyle anlatır.” Bize her tepeye hücumda, arkasında Ankara var
diyorlardı.On altı gün geçti Ankara görünmedi.Türklerin eline geçersek bizi
öldüreceklerini söylüyorlardı. Durmadan da makineli tüfeklerle bizi ileri
sürüyorlardı.” Yunanlı işgal ettiği bölgelerde halkın namusuna ve canına
kastetmektedir. Türkler angarya olarak çalıştırılıyordu. Sakarya meydan
Muharebesinden sonra ,yine çeşitli cephe birliklerinde ve Ankara’da karargahta
görevlerde bulundu.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Geçen süre
içerisinde Türk ordusu taarruz için hazırlıklarını tamamlar. Nihayet 26 Ağustos
1922 Başkomutanlık meydan muharebesi başlar. Konya’ya görevli giden Halide Edip
27 sinde Afyon’a ulaşır. Karargaha vardığı anı şöyle anlatmaktadır. Mustafa
Kemal Paşa ve Fevzi Paşa bir harita üzerine eğilmişler bir şeyler
konuşuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın başında yüz güneş doğmuş gibi yüzü
aydınlanıyordu. Geçmiş günlerde neler çekmiş olduğunu düşünerek Mustafa Kemal
Paşa’nın neşesi insana ferahlık veriyordu. Dedim ki:” İzmir ‘i aldıktan sonra
artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok yoruldunuz.” “ Dinlenmek mi?”
Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz ,birbirimizi yiyeceğiz. “Niçin?
O kadar yapılacak iş var ki. “<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Birçok
çatışmadan sonra uygun an yakalanır. Düşman çekilmeye zorlanır. Düşman
çekilirken Yunan mezalimi had safhaya ulaşmıştı. Kadınların ırzına geçiliyor,
evler yakılıyor, hayvanlar öldürülüyordu. Polatlı'da yapılan mezalimi incelemek
için bir şube kuruldu. Bu şubenin başına Halide Edip getirildi. Şubede Yakup
Kadri, Yusuf Akçora, bir teğmen ve bir de fotoğrafçı bulunmaktaydı.
Yunanlıların bu köylerdeki hareketi aklını kaçırmış insanların hareketiydi.
Görülen manzara korkunçtu. Kirletilen kadınlar, yakılan evler ve öldürülen
hayvanlar... Bu bir vahşetti.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Yunanlı
çekilirken ne Yunanlı, ne de Türkler ölülerini gömmeye fırsat bulamıyordu. Her
taraf yanmış insan cesetleri ile doluydu. Yunanlılar köy ve kasabaları ateşe
vererek İzmir'e gelirler. Fakat komutanları esir düşer. Türk ordusu da Yunan
ordusunun arkasından İzmir'e girer. Artık Yunan Anadolu'dan kovulmuştur. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Ankara da
bulunduğu süre içerisinde yine Kazım Karabekir Paşa ile tanışır, yetim
çocukları nasıl evlat edinerek onları okuttuğunu ve savaşın izlerini çocukların
hafızalarından silmek için uğraştığını ve çocukların sevincini
anlatır.Ankara’da zaferden sonra bile Atatürk’e karşı nasıl oyunlar oynandığını
fakat Atatürk’ün her şeyin farkında olduğunu anlatır.Kocası Dr..Adnan’a
İstanbul’da bulunan Yabancılara karşı Ankara hükümetinin mümessilliği teklif
edilir. Halide Onbaşı, İstanbul'a dönmenin zamanının geldiğine inanıyordu,
sevinçliydi. Bu vazifeyi yerine getirmek için İstanbul’a hareket ederler.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Yol boyunca
Anadolu'nun yıkılmışlığı evsiz, barksız, aç, perişan insanların ortalıkta
dolaşması Halide Hanımın yaşanan bu büyük trajediyi tekrar tekrar yaşamasına
neden olur.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Halide Edip
kitabın son bölümleri olan İstanbul’a gidiş ve yaşadıklarını şöyle
anlatır.İzmit Körfezi’ni ve zeytinliklerin mavi sulara vurmuş akislerini,
körfezi çevreleyen o güzelim yeşil tepeleri görünce, iki yıl önce buralardan
ayrılışımı hatırladım.İçimde sanki iki asırlık bir hasret ve ayrılık yer
etmişti. Bayraklar,çiçekler,alaylar, mızıka ve halk gelip geçti.Bu halkın kendi
günü, kendi zaferiydi.Bunu mukaddes bir şey olarak kabul ettik ,onlarla beraber
Babıali’ye kadar yürüdük. Babıali’de çay içtik ve onu takip eden sahne benim
adeta bir sinema şeridi gibiydi. Nihayet, evimiz, Mahmure abla’nın evi, iki yıl
önceki ev. O da bambaşkaydı. Duvarlar badanalı, ortalık çiçeklerle dolu,ışıklar
yanıyor. Oradaki son sahneyi tahayyül etmek için derin derin düşünmek lazımdı.
Mahmure ablanın boynuna kollarımı doladım. Çocukluk günlerinde olduğu gibi
birbirimize sarıldık.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif;"><span style="mso-tab-count: 2;"> </span>Halide Edip
Adıvar, ‘’‘Türkün Ateşle İmtihanı’’ adlı anı kitabını şu sözleriyle
bitirmektedir.’’Mensup olduğum millet istiklalini, tarihin en asil ve zor bir
ateş imtihanından sonra kazanmıştı.Fakat diğer bir ideale de kavuşması gerekti.
Böyle bir ideale kavuşmak için, İnsanlar tarihte sehpalarda, zincirler içinde
ölüp giderler, sürgünlerde ömürlerini geçirirler. Onların imtihanını yalnız
çekenler bilir. Onların savaşını hiçbir zaman alkış takip etmez. Alelade
mütevazı askerler gibi gelip geçerler. Bu, tek başına kazanmak için mücadele
edilen gaye hürriyet imtihanıdır.İstiklal Savaşı’nın imtihanında en başta
telakki edilen<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>ve sembol olan Mustafa
Kemal Paşa vardı. İşte bundan dolayı onun devrinde eziyet çekmişlerin bile ,
kalplerinde daima bir yeri vardır. O, sonu gelmeyen hürriyet alanındaki
çabalamaların bir sembolüdür. Türk milleti de diğer hür dünya milletleri gibi
hür olacaktır. <o:p></o:p></span></p>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-55161766504734298342022-05-10T15:33:00.004-07:002022-05-10T15:33:30.298-07:00 Yüzbaşının Kızı, Aleksandr PUŞKİN<p> </p><p class="MsoNormal" style="tab-stops: 21.25pt 42.55pt 70.9pt 99.25pt 127.6pt 155.95pt 184.3pt 212.65pt; text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;"> Yüzbaşının
Kızı, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 11pt;">Aleksandr PUŞKİN, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 11pt;">İş Bankası Kültür Yayınları, </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 11pt;">2001</span><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 11pt;"> </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 11pt;">İSTANBUL</span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Klasik Rus Edebiyatının
kurucusu Puşkin, Yüzbaşının Kızı’nda bir halk ayaklanmasını ele alır. Konunun
odak noktası, Pugaçev'in önderliğinde 1773'te patlak veren büyük bir köylü
ayaklanması ve bu karmaşanın ortasında yaşanmış bir aşk hikâyesidir. Kitabın
kahramanlarından, Emelyan Pugaçev adli isyancı köylü önderi, Don ve Ural Kazaklarının
başına geçerek, üzerine gönderilen 25 bin kişilik Çar ordusunu bozguna uğratır.
Düzensiz bir halk ordusunun başında kırlardan kentlere doğru yürüyüşe geçer,
birçok kenti kuşatır, Moskova kapılarına dayanır, çarlığı ta temelinden
sarsacak bir güce erişir. Eserde Pugaçev’in karşısına koyulan kahraman ise,
henüz doğmadan, babası tarafından orduya yazdırılarak asker olmak zorunda kalan
ve itibar sahibi bir aileye mensup olan Pyotr Andreyiç tir. Olaylar XVIII.
Asrın ilk yıllarında cereyan eder. Andreyiç’in orduya katılması, aşkı,
isyancılarla ilişkileri, ihanet, sadakat ve daha birçok duygu sade ve şiirsel
bir dille ortaya konarak vücuda getirilmiş bir başyapıttır. Tarihsel roman
'geleneğine' göre kısa sayılabilecek bu metin, edebiyat tarihçilerince Tolstoy'un
Savaş ve Barışı'nın öncüsü sayılmaktadır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Eserde anlatılan olaylar Rusya'da, 1700'lü
yıllarda Çariçe döneminde geçmektedir. Rus ordusundan kıdemli binbaşı
rütbesinde emekli olan Andrey Petroviç Grinyov, Avdotya Vasilyevna ile evlidir.
Simbirsk'in köyünde oturan varlıklı bir ailedir. Doğan çocuklarının sekizi,
daha bebekken ölürler. Doğacak dokuzuncu çocuklarını, daha kız veya erkek
olacağı belli olmadan, aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski
Alayına çavuş olarak yazdırırlar. Çocuk eğer kız doğacak olursa, çavuşun öldüğü
bildirilecek ve iş de böylece kapatılacaktır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Çocuklarının erkek
olması Grinyov ailesini sevindirir. Adını Pyotr Andreyiç koyarlar. Savelyiç
adlı yaşlı hizmetkâr lala olarak görevlendirilir. İleriki yaşına doğru eğitimi
için Monsieur Beaupre adında bir Fransız öğretmen tutulur. Pyotr Andreyiç, bir
süre öğretmeninden Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alır;
kılıç kullanmayı öğrenir. On yedi yaşına gelince, babası, onun iyi bir subay
olarak yetişmesi için, doğmadan önce çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine
değil, daha uzakta ve zaman zaman çatışmalara giren Orenburg'taki bir eski
dostunun birliğine gönderir. Oğluna, dostuna verilmek üzere bir mektup verir ve
hizmetinde bulunması, koruması için lalası Savelyiç'i de yanına katar.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Pyotr Andreyiç ile
Savelyiç önce Simbirsk'e varırlar. Burada, gerekli malzemeleri almak için bir
gün konaklarlar. Savelyiç malzeme alımıyla uğraşırken handa yalnız kalan Pyotr
Andreyiç, İvan İvanoviç Zurin adında bir subayla tanışır. Bu subay içkiye ve
kumara düşkündür. Pyotr Andreyiç, ondan bilardo oynamasını öğrenir. Zurin'le
parasına bilardo oynar ve yüz ruble kaybeder. Kasadarı Savelyiç'e bu parayı
ödettirir. Ertesi günü bir at arabasıyla yola düşerler. Yolda hava bozmaya başlar.
Arabacı, hana geri dönmeyi teklif etse de kabul ettiremez. Bir süre sonra tipi
bastırır, her taraf karla kaplanır. Ne yol, ne iz bellidir. Hiç değilse
sığınacak bir ev ya da bir yol izi görme umuduyla dört bir yana bakınırken bir
karartı göze çarpar. Arabacıya gördüğü karartıya doğru gitmesini emreder.
Karartı da kendilerine doğru gelmekte olduğundan kavuşmaları uzun sürmez. Bu
bir yolcudur. Konuşmalarından yolcunun bu çevreyi iyi bildiği anlaşılır.
Kılavuzluk etmesi için arabaya alınır ve yola devam edilir. Bir hana ulaşırlar.
Orada fırtınanın geçmesini beklerler. Kendilerine kılavuzluk ettiği için
yolcuya handa şarap ısmarlar. Ertesi günü hancıya hesabı ödeyip ayrılırken
kılavuza elli kapik bahşiş vermesini söyler Savelyiç'e. Bir çapulcuya bu kadar
para vermenin anlamsız olduğuna inan Savelyiç'i razı edemez. Pyotr Andreyiç,
kılavuzun hizmetini karşılıksız bırakmak istemez. Tavşan kürklü gocuğunu,
hizmetkârın itirazlarına rağmen, ona verir. Bu sırada arabacı da yola çıkmak
için hazırlıklarını tamamlamıştır, hemen yola çıkarlar.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Orenburg'a varınca,
doğru Andrey Karloviç adlı generale çıkar. Babasının yazdığı mektubu ona verir.
General mektubu okur ve mektupta yazılanların yerine getirileceğini söyler.
Ertesi gün atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için onu Belegorski
kalesindeki Yüzbaşı Mironov'un komutasındaki birliğe gönderir. Generale göre,
Mironov, iyi dürüst bir subaydır. Orada Pyotr Andreyiç gerekli eğitimi alacak
ve disipline alışacaktır. Belegorski, Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir
kaledir. Orenburg'dan "kırk verst" ötededir. Surlar, kuleler ve
toprak bir tabya görmeyi umarken karşılarına kütüklerden yapılma bir çitle
çevrili küçük bir köy çıkar. Kalenin girişinde dökme demirden, eski bir top
durmaktadır. Dar, eğri büğrü sokaklardan, üzeri samanla örtülü basık
kulübelerin arasından geçerek Yüzbaşının konutuna varırlar. Onları Yüzbaşının
karısı Vasilisa Yegorovna karşılar. Ona, bu kaleye atandığını, Yüzbaşıyı
görmeye geldiğini bildirir. Yüzbaşı İvan Kuzmiç, Papaz Gerasim'e misafirliğe
gitmiştir. Yüzbaşının karısı, Çavuş Maksimiç'i çağırtır. Gelince ona Pyotr
Andreyiç'in kalacağı eve götürmesini emreder. Burası tahta perdeyle ikiye
ayrılmış, oldukça temiz bir odadır. Savelyiç, eşyalarını hemen yerleştirir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Ertesi sabah tam
giyinmek üzereyken kısa boylu, esmer, genç bir subay içeri girer. Fransızca
olarak, insan yüzü görmeyi özlediği için geldiğini söyler. Bu subay, düello
nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan Şvabrin'dir. Bu sırada kapıya gelen
asker, Vasilisa Yegorovna'nın kendisini yemeğe çağırdığını bildirir. Şvabrin de
kendisiyle birlikte gelir. Yaşlı, uzun boylu, dinç bir adam olan Yüzbaşıyı,
başında takke, sırtında bej renkli, pamuklu bir gecelik entariyle safta
toplanmış yirmi kadar askeri eğitirken görürler. Yüzbaşı, yanlarına yaklaşıp
dostça birkaç söz söyleyip eğitim yaptırmaya döner. Yüzbaşının evine gelirler,
hizmetçi kız Palaşka sofrayı kurmaktadır. Tam bu sırada Yüzbaşının on sekiz
yaşlarında, toparlak yüzlü, pembe yanaklı, açık kumral saçlı kızı Marya
İvanovna içeri girer. Şvabrin, Yüzbaşının kızının tam bir aptal olduğunu
kendisine söylediği için ilk görüşte ondan pek hoşlanmaz. Sofrada, Yüzbaşının
karısı, annesinin, babasının sağ olup olmadığını, nerede oturduklarını,
ekonomik durumlarının nasıl olduğunu sorar. Pyotr Andreyiç'in zengin bir
aileden geldiğini öğrenen Yüzbaşının karısı, derin bir iç çeker. Burada kıt
kanaat geçinmeye razı olduğunu; ancak evlenme yaşına gelmiş kızlarına çeyiz
olarak verecekleri hiçbir şeylerinin olmamasının kendilerini üzdüğünü,
karşılarına çıkacak iyi bir adamla kızlarını hemen evlendirmek istediklerini
söyler.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Aradan birkaç hafta
geçer. Pyotr Andreyiç, Marya'yı sevmeye başlar. Edebiyatla da uğraştığı için,
ona aşk şiirleri yazar. Yazdığı birkaç şiiri arkadaşı Şvabrin'e gösterir.
Şvabrin, okuduğu şiirleri acımasızca eleştirir. Bu eleştiri, şiirlerin
kötülüğünden değil, Marya'ya kendisinin de âşık olmasındandır. Hatta Marya,
onun iki ay önceki evlenme teklifini reddetmiştir. Şvabrin'in, Marya ile ilgili
atıp tutmaları Pyotr Andreyiç'i çok kızdırır. Şvabrin'i alçak ve şerefsiz
olmakla suçlar. Şvabrin, Pyotr Andreyiç'i düelloya davet eder. O da kabul eder.
Pyotr Andreyiç, kavganın şahitliği için Üsteğmen İvan İgnatyiç'ten yardım
ister. Fakat daha sonra Şvabrin'in de isteğiyle tanık olmadan kavga etmeye
karar verirler. Samanlığın yakınında tam kavgaya tutuşacakken İgnatyiç
tarafından yakalanırlar. Askerlerin de yardımıyla ikisi de Yüzbaşıya götürülür.
Kalede barışın bozulmaması konusunda öğütler veren Yüzbaşı, kavgacıların
birbirlerine sarılarak barışmalarını sağlar. Kavganın nedeninin de Marya için
yazılmış şiirler olduğunu herkes öğrenir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Yüzbaşının evinden
ayrılan Şvabrin ve Pyotr Andreyiç'in hırsları geçmemiştir. Ertesi gün ırmak
kıyısında kozlarını paylaşmak üzere sözleşip ayrılırlar. Her ikisi de sözünü
tutar ve kararlaştırılan saatte ırmağın kıyısına gelir. Kılıçlarını çekerek
kavgaya başlarlar. Bir süre birbirlerine zarar veremeden kavga sürer.
Şvabrin'in gerilemeye başladığını sezen Pyotr Andreyiç, tekrar saldırıya geçer,
hasmını ırmağın ucuna kadar sıkıştırır. Bu sırada keçi yolundan aşağı doğru
koşarak gelen Savelyiç'in kendisine seslendiğini işitir. Kısa bir dalgınlık
anında Şvabrin'den aldığı kılıç darbesiyle göğsünden yaralanır, yere düşer ve
bayılır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Ayıldığında kendini
Yüzbaşının evinde bulur. Marya ile Savelyiç yanındadır. Beş gün boyunca komada
yatmıştır. Kendini iyi hissetmeye başlayınca Marya'ya evlilik teklifinde
bulunur. Marya ise henüz tehlikeyi atlatmadığını ve kendisini korumasını
söyler. Kalede doktor olmadığı için Pyotr Andreyiç'in tedavisiyle alay berberi
ilgilenmektedir. Ertesi gün Marya'ya evlilik teklifini tekrarlar. Marya da
Pyotr Andreyiç'e karşı ilgisiz değildir. Pyotr Andreyiç'in anne ve babasının bu
evlilik için onayını almak isterler. Pyotr Andreyiç, babasına bir mektup yazar.
Gelen cevap umdukları gibi değildir. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Pyotr Andreyiç'in babası hem evliliğe karşı
çıkmakta hem de gereksiz yere kavga ederek yaralanmasına neden olmasına
kızmaktadır. Hatta Yüzbaşının, kalesinde bu olaylara sebebiyet vermesine
içerler ve oğlunu bir başka birliğe tayin ettireceğini yazar.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Bu sıralarda Çariçeye
karşı isyan edenler kalabalık bir grup olmuşlardır. Pugaçev adlı bir Kazak'ın
etrafında toplanan isyancılar, bazı kalelere saldırarak başarı kazanmışlar ve
oralardaki askerleri de saflarına katmışlar, katılmayanları ise idam
etmişlerdir. Yüzbaşı Mironov, Generalden aldığı emri tebliğ etmek için kaledeki
bütün subaylarını toplar. Kendini III. Petro olarak tanıtan isyancı Kazak
Pugaçev'in kaleye saldırması durumunda öldürülmesi ve bunun için hazırlıklara
başlanılması emredilmiştir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Kalede Kazaklar dışında
yüz otuz asker vardır. Bir süredir terk edilen nöbet ve devriye sistemi tekrar
başlatılır. Eldeki top temizlenir, kullanılır duruma getirilir. Kaleye saldırı
olacağı her ne kadar gizli tutulmaya çalışılsa da kısa bir süre sonra herkesin
haberi olur. Kaledekilerin telaşı bir kat daha artar. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Pugaçev, kaleye girmeye
hazırlanmaktadır. Yüzbaşıya, Pugaçev'den bir mesaj gelir. Kaledeki Kazakları ve
askerleri çetesine çağırmakta ve komutanlara da karşı koymamalarını
öğütlemektedir. Yüzbaşı savaştan çok korkan kızı Marya'yı, karısı ile güvende
olacakları başka bir kaleye göndermeyi düşünür. Karısı başka yere gitmeye razı
olmaz. Marya'yı da göndermeye zaman kalmaz. Çünkü Pugaçev yolları kesmiş,
kaleye girişi ve çıkışı kontrol altına almıştır. Yüzbaşı önce savunmaya geçer.
İsyancılar, atlardan inip saldırıya geçince Yüzbaşı da kale kapısını açtırıp
isyancıların üzerine saldırıya geçer. Umdukları gibi olmaz. İsyancılar kısa
süre içinde Yüzbaşıyı ve diğerlerini yakalarlar ve etkisiz hâle getirirler.
Pugaçev, komutanın evine yerleşir. Meydana darağacını kurdurur. Kendisine
katılmayan Yüzbaşı ile Üsteğmeni hemen astırır. Sıra Pyotr Andreyiç'e gelir. Bu
arada Kazak kaftanı ile Şvabrin gelip Pugaçev'in kulağına bir şeyler fısıldar.
Pyotr Andreyiç'in yüzüne bile bakmadan adamlarına onu asmalarını emreder. Tam
ilmeği boynuna geçirdikleri bir sırada bir haykırış yükselir. Bu Savelyiç'in
sesidir. Pugaçev'e yalvarmakta, onu asmamasını istemektedir. Pugaçev, yaşlı
hizmetkârı tanır. Pyotr Andreyiç'in, tipide kendini arabasına alan; kendine
handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar.
Adamlarına işaret ederek serbest bıraktırır. Yüzbaşının karısı bu sırada olay
yerine gelir. Kocasını darağacında görünce "Katiller!" diye bağırır.
Pugaçev, adamlarına kadının susturulmasını emreder. Kadının başına bir Kazak,
kılıcıyla bir darbe indirir; kadın yere düşer ve can verir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Ölümden kurtulan Pyotr
Andreyiç, Yüzbaşının kızını merak eder. Onun başına bir kötülük gelmesinden
korkar. Marya'yı, Papazın karısı korumaya alır ve onu yeğeni olarak isyancılara
tanıtır. Bu duruma Şvabrin de ses çıkarmaz. Çünkü o karışıklıkta Marya'nın
başına bir kötülük gelmesini istemez. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'e kendisine
katıldığı takdirde yüksek rütbeler vereceğini vadeder. Pyotr Andreyiç, bu
teklife yanaşmaz. Bunun üzerine onun kaleden hizmetkârıyla birlikte çıkışına
izin verir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Pyotr Andreyiç,
Orenburg'a gider. Kale komutanı generale olanı biteni anlatır. İsyancıların
gücü hakkında bilgiler verir. General subaylarını toplayıp durum
değerlendirmesi yapar. Pyotr Andreyiç, Belegorsk kalesindeki isyancılara karşı
taarruz yapılmasını savunursa da hiçbir subay buna yanaşmaz. Savunmada kalmayı
tercih ederler. Aradan birkaç gün geçtikten sonra geldiği kaledeki Çavuş
Maksimiç, Marya'dan bir mektup getirir. Mektuba göre, Pugaçev, kalenin
yönetimini Şvabrin'e bırakmış Orenburg yakınlarında kaleye saldırı
hazırlıklarına girişmiştir. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Şvabrin, Marya'yı Papaz
Gerasim'in evinden alıp kendi evine götürmüş ve orada bir odaya hapsetmiştir.
Karısı olması için baskı yapmaktadır. Marya, Pyotr Andreyiç'ten gelip kendisini
kurtarmasını istemektedir. Pyotr Andreyiç, General'e gider. Ondan, Belegorsk
kalesini isyancılardan temizlemek için bir bölük askerle, elli Kazak vermesini
ister. Yüzbaşının kızının yazdığı mektuptan da söz eder ona. Fakat General'i
yine razı edemez. Umutsuzluğa kapılan Pyotr Andreyiç, sevdiği kızı Şvabrin'e
kaptırmaktansa ölümü göze alır. Atına binip kale kapısından dışarı çıkar.
Peşine Savelyiç de takılır. Bir süre sonra Berda köyü yakınlarında Pugaçev'in
adamlarına yakalanırlar. Pugaçev'in huzuruna çıkarılırlar. Pugaçev'e sevdiği
kızın Belogorsk kalesinde olduğunu ve kale komutanı olarak bıraktığı Şvabrin'in
kızı hapsettiğini, evlenmeye zorladığını halka zulmettiğini anlatır. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Pugaçev, kalenin
yönetimini bıraktığı şahsın halka zulmetmesine çok kızar. Birlikte kaleye
giderler. Marya'yı hapsedildiği odadan çıkarırlar. Pugaçev, halka verdiği
eziyetten dolayı Şvabrin'e kızar. Papazı çağırmasını, Marya ile Pyotr
Andreyiç'i evlendireceğini söyleyince, Şvabrin, Marya'nın Yüzbaşının kızı
olduğunu itiraf eder. Kendisine bunun daha önce söylenmemesinden dolayı
Pugaçev'in kızgınlığı daha da artar. Pyotr Andreyiç de Şvabrin'in
söylediklerini doğrular. Bunu, Marya'nın hayatına zarar verileceğinden korktuğu
için söylemediğini itiraf eder. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'in kendisine yaptığı
iyilikleri hatırlar ve bir kez daha canını bağışlar. Marya ile birlikte
diledikleri yere gitmelerine izin verir. Üstelik yolda adamları tarafından
engellenmemesi için bir izin kâğıdı da düzenler. Pugaçev'e göre iyilik ya tam
yapılmalı ya da hiç yapılmamalıdır. Pyotr Andreyiç, Marya ve Savelyiç bir yaylı
arabasıyla yola koyulurlar. Amacı Marya'yı memleketine götürmek ve onunla
evlenmektir. Bir süre sonra Pugaçev'in egemenliğindeki bir kalenin yakınındaki
menzile gelirler. Menzildeki görevliye ellerindeki izin kâğıdını gösterince
hemen arabanın atları değiştirilir ve tekrar yola koyulurlar. Hava kararmaya
başlarken küçük bir kente yaklaşırlar. Devriyeler önlerini keser. Arabacı
arabada Çarın bacanağının olduğunu söyleyince, muhafızlar küfürler savurarak
hemen etraflarını sarar. Komutanlarına götürürler. Orada karşılarına handa
bilardo oynayıp yüz ruble kaybettiği Zurin çıkar. Durumu ona anlatır. Zurin,
isyancılara karşı kendisiyle birlikte savaşmasını teklif eder. Marya'yı
Savelyiç ile babasına gönderir. Kendisi orada kalır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Pyotr Andreyiç ve Zurin
isyancılara karşı başarılar kazanırlar. Bir süre sonra Pugaçev de yakalanır.
Pugaçev işini soruşturan komisyon, Pyotr Andreyiç'in yakalanıp kendilerine
gönderilmesi için Zurin'e emir göndermiştir. Zurin, görevini yapar. Pyotr
Andreyiç'i Kazan'a gönderir. Askerî mahkeme kurulmuştur. Mahkeme başkanı bir
generaldir. Pyotr Andreyiç'in adını sanını sorduktan sonra, Andreyiç Petroviç
Grinyov'un oğlu olup olmadığını bir defa daha sorar. Öyle saygıdeğer bir
babanın, isyancılarla iş birliği yapan bir oğlunun olmasına çok şaşırır. Pyotr
Andreyiç, Pugaçev'in hizmetine girmediğini ve ondan herhangi bir görev
almadığını söylese de mahkemeyi ikna edemez. Yüzbaşının kızının, mahkeme
kapılarında sürünmemesi için bu konuda kendisine tanıklık etmesini de istemez.
Babasının iyi bir subay olması nedeniyle idam edilme yerine, Sibirya'nın ücra
bir bölgesinde ömür boyu oturmaya mahkûm edilir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Bu karar, Pyotr
Andreyiç'in babasını kahreder. Oğlunun, bir isyancının hizmetinde bulunmasını
onuruna yediremez. Bu durum Marya'yı da derinden sarsmıştır. Mahkemede Pyotr
Andreyiç'in kendisiyle ilgili bazı şeyleri açıklamamış olmasına inanmaktadır.
Çok iyi bakıldığı bu evden müsaade isteyerek Savelyiç'le birlikte Petersburg'a
gider. Çariçenin o sırada Tsarskoye Selo'da olduğunu öğrenir. Kendisi de orada
konaklamaya karar verir. Menzil bekçisinin eşiyle tanışır. Saray sobacısının
yeğeni olan bu kadın, Marya'ya Çariçe'nin uyandığı saati, gezindiği yerleri,
hizmeti için yanında bulunanları anlatır. Ertesi gün Marya, erkenden kalkar ve
bahçeye çıkar. Orada kırk yaşlarında, Çariçe'nin sarayında görevli bir bayanla
tanışır. Ona başından geçenleri anlatır ve ondan Çariçeye yazdığı mektubu
götürmesi için yardım ister. Mektubu okuyan Çariçe, Marya'yı huzuruna davet
eder; onu çok iyi karşılar. Ona, Pyotr Andreyiç'in suçsuz olduğuna inandığını,
evlenmeleri için yardım edeceğini söyler. Kayın babasına vermesi için bir
mektup da verir. Mektubunda Pyotr Andreyiç'in suçsuzluğunu bildirmekte ve
Yüzbaşı Mironov'un kızının da zekâsını, ahlâkını övmektedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify; text-indent: 21.25pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt;">Pyotr Andreyiç, özel
bir emirle sürgünden kurtulur ve Simbirsk'e döner. Marya ile evlenir, bolluk
içinde mutlu bir hayat yaşarlar.<o:p></o:p></span></p>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-50791604438244618052022-05-10T15:28:00.001-07:002022-05-10T15:28:15.009-07:00İSTANBUL MEKTUPLARI FATİH KERİMİ<p> <span> </span><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 11pt; text-align: justify; text-indent: 27pt;">1912 yılının Kasım ayında İstanbul’a gelen yazar, burada
yaklaşık dört ay kalmış ve bu süre zarfında başyazarı olduğu Vakit gazetesine
yazılar göndermiştir. İlk yazının tarihi 3 Kasım 1912, son yazının tarihi ise 9
Mart 1913‘tür. İstanbul’a gelmeden gazeteye gönderilmiş ilk yazı, yolculuk
izlenimlerini anlatmaktadır.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Fatih Kerimi,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>II.
Meşrutiyet’in ilanıyla Özgürlük vaatleriyle iktidara gelen İttihat ve Terakki
Cemiyetinin çok geçmeden nasıl bir baskıcı rejime dönüştüğünü, onun ardından
yönetime gelen Kamil Paşa kabinesinin beceriksizliğini ve Batı devletleri
karşısındaki pasif tutumunu teferruatıyla anlatmıştır. Dönemin olaylarının
İstanbul’da yarattığı heyecan ve gerginliği, halkın yöneticiler ve savaş
karşısındaki tutumunu, savaşın halk üzerinde yarattığı yılgınlığı, Balkanlardan
sürekli İstanbul’a gelen muhacirlerin yaşadığı sıkıntıları, savaş sırasında
İstanbul’da ortaya çıkan veba salgınının yaptığı tahribatı ve daha birçok olayı
ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar İstanbul’da bulunduğu sırada entelektüel çevre ile
tanışmış dönemin birçok tanınmış yazar, şair, fikir adamı ile özel röportajlar
yapmıştır. Konuştuğu kişiler arasında Enver Paşa, Sait Halim Paşa, Emrullah Efendi,
Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Halide Edip, Ahmet Ağaoğlu, Satı Bey, Mizancı
Murat Bey sayılabilir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; tab-stops: 18.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Fatih Kerimi 9 Kasım’da İstanbul’a ilk geldiği gün, Kurban
Bayramının dördüncü günüdür ve adet olduğu üzere her namaz vakti top atışı
yapılmaktadır. İstanbul’da ilk dikkatini çeken Kandilli Sırtlarında kurulan ama
halkın kızlarını göndermediği kız mektebidir. İki yıl önce yanmış fakat
onarılmamış Çırağan Sarayı, Sirkeci ve Babıâli caddesi boyunca sayısız
kahvehanede oturan sayısız insan yazarın ilk çektiği sesli fotoğraf karesine
girmiş görüntülerdir.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">SİYASİ DURUM<span style="mso-tab-count: 1;"> </span> <o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">İstanbul’da
hükümetler sık sık değişmektedir.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Her
yeni gelen hükümet memuriyetlere kendi adamlarını getirmekte ve önceki
hükümetlerin yaptıkları programları çöpe atıp yeni programlar hazırlamaktadırlar.
Hükümet idaresinde düzensizlikler hat safhadadır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar
İstanbul’a geldiğinde siyasi partiler arasında çekişmeler şiddetli bir şekilde
sürmektedir. Parti ihtilafları o kadar ileri derecededir ki, söz gelimi İttihat
ve Terakkiciler iş başına gelince, bütün düşman askerlerini hudutların dışına
atacağı apaçık malum olsa bile, buna muhalif parti liderleri razı
olmayacaklardır. İttihat Terakkiciler tarafından kurtarılmaktansa Balkan
Slavları tarafından yutulmayı tercih edeceklerdir. Mevcut Hükümet, İttihat ve
Terakki mensuplarını şu anki durumdan sorumlu oldukları ve devlet adamlarına
suikast planladıkları gerekçesiyle tutuklamaya başlamış, bu durum karşısında
İttihat ve Terakki mensuplarının bir kısmı ise yurt dışına kaçmıştır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Bulgar
Ordusuna Bulgar kralı ve prensleri komuta ettiği halde padişah ve şehzadelerin
saraydan dışarı çıkmamakta, adları bile duyulmamaktadır. Ordu, İttihat
Terakkici ve Hürriyet İtilafçı diye ikiye ayrılmıştır. Askeri komutanlar
arasında birlik ve intizam bulunmamaktadır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">HALKIN DURUMU<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar
vapurdan inip kalacağı otele giderken ilk şoku yaşamıştır. Bulgar askeri
Çatalca’ya kadar gelmiş, Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslim
edilmiş, Edirne, Yanya, İşkodra’da bir avuç asker kuşatıldığı halde kahramanca
savunmasına devam ederken, İstanbul’da hiç kimsenin kalmayacağını, yediden
yetmişe eli silah tutan herkesin askere yazılmış olacağını, mal mülk ve
ailesinden vazgeçtiğini düşünmüştür. Fakat İstanbul’da gördüğü manzara
karışışında şaşırmıştır. Otele giderken caddenin iki yanında sayısız
kahvehanelerde o kadar çok sayıda insan oturmaktadır ki hiçbirisinde ayak
basacak yer yoktur. Sebebini sorduğunda ise:’’ Ne olacak efendim, elhamdülillah
bizim muntazam askerimiz çoktur, erzak yetiştirilirse onlar iyi savaşırlar’’
cevabına ise söyleyecek söz bulamamıştır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Yazara göre; savaşı durdurmak veya tamamıyla
sona erdirmek için Türk ve Bulgar vekiller arasında müzakereler devam ediyordu.
Halk ise hiç etkilenmiyor ve kaygılanmıyordu. Askerler açlık ve
imkânsızlıklardan bir an önce kurtulup, yine aç çıplak ve himayesiz kalan
ailelerinin yanlarına dönmek istiyorlardı. Esnaf işleri bozulduğu için biran
önce savaşın durmasını istiyor, ne olacaksa biran önce olsun diyorlardı. Orta
tabakadan Türk gençleri ve okumuşları hissiz ve kaygısızdı. Sadece
memuriyetlerini düşünüyorlar başka bir şey düşünmüyorlardı. Vatan sevgisi,
milliyet aşkı, başka milletlerle rekabet hissi, kendine saygı, gayeyi hayal
kesinlikle yoktu. Yunanlar Balkanları işgal etmiş ama yinede halk Rum
bakkallarından alış veriş yapıyordu. Trablus, Osmanlı hâkimiyetinden çıkmış,
ancak bu halkta hiçbir tesir göstermemişti. İstanbul’da ticari hayat tamamen
Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeydi. Her kesimden meseleyi çok iyi anlayan,
felaketler karşısında yüreği yanan, bir faydası olacaksa bütün varlığını feda
etmeye hazır insanlar da vardı, ancak sayıları denizde bir katre gibiydi.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">BASIN<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar,
Osmanlı basınında İttihatçı ve İtilafçı diye ikiye ayrıldığını yazmaktadır.
Özellikle hükümet yanlısı basın halka doğru bilgi vermeyip aldatmaktaydı.
Mesela, Manastır Sırplar tarafından ele geçirildiği halde gazetelerde açıkça
yazılmamıştı. ’’Orada orduyu tutmak bazı bakımdan uygun olmadığı için
komutanlar orduyu oradan çıkarıp başka yerlere yerleştirmeyi uygun
görmüşlerdi’’ diye yazmışlar, verilen esirlerden kaybedilen silahlardan hiç
bahsetmemişlerdi. Selanik’in yeniden Türklerin eline geçtiğine inananlar bile
vardı. Muhalif basın ise baskı altındaydı. Hükümete muhalif bir şey yazan
gazeteler ya kapatılıyor ya da ödeyemeyecekleri para cezaları veriliyordu.
Birlik beraberlik içinde olunması gereken durumda birçok vatansever aydın
muhalif diye hapse atılmıştı. Osmanlı aydınlarının büyük bir çoğunluğu ise
devletin bekasını sağlaması için büyük devletlerden birinin himayesi altına
girmesi gerektiğini savunuyordu.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">YARALILAR VE MUHACİRLERİN DURUMU<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">İstanbul
da eğitim öğretim yapılamıyordu. Bütün okullar, camiler ve büyük binalar ya
hastane binası olarak cepheden gelen yaralı askerlere ya da Balkanlardan gelen
muhacirler için ayrılmış durumdaydı. İstanbul’da 20 bin yaralı vardı. Bu
yaralıların bakımlarında dışarıdan, özelikle Hindistan ve Mısırdan gelen
Hilali-i Ahmer cemiyetleri de görev almaktaydı. Bulgar, Sırp ve Yunanlılar
tarafından her şeyleri alınıp vatanlarından kovulan İslam muhacirleri pek çok
ve son derece yardıma muhtaç idiler. Bunların yiyecek bir şeyleri yok, üst
başları çıplak denecek durumdaydı. .Çocukların çoğu hasta ve tamamıyla zayıf ve
düşkün durumdaydılar. Bunlara Avrupalılar sadaka veriyorlardı. İngiliz ve
Amerika sefarethaneleri erzak toplayıp en acizlerine dağıtıyorlardı. Türklüğün
böyle günlere kalması, sefalete düşmesi ve İstanbul ‘da aç çıplak kalıp
Avrupalılardan yardım istemesi, yazara göre; Türk tarihi için acı bir sayfa
idi.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bu muhacirlerin bir kısmı
Anadolu’ya gönderilmeye başlanmış, bir kısmı için ise İstanbul etrafında ahşap
barakalar yapılmaktaydı. Yazar, muhacirlerin durumunu anlatırken ‘’bu
muhacirlerin hali o kadar acıklı ve dehşetlidir ki yazmak için kaç kez elime
kalemimi aldığım halde yazmaya kalbim dayanmadı. Gözümden yaşlar boşandı,
kalemimi bıraktım. Mamafih yazı gönderemiyorum.’’ demektedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">İstanbul’daki
muhacirler haricinde birde işgal altında kalan muhacirler vardı. Selanik’te
toplanan otuz bin kadar Müslüman muhacirin aç, çıplak ve muhtaç bir halde
oldukları işitiliyordu. Selanik’in en zenginleri olan Yahudiler günde bir kere
akşamları muhacirlere yardım dağıtıyor, Müslüman muhacirler sabahtan akşama
kadar bunların kapıları önünde oturup bu yardımı bekliyorlardı. Beş bin kadarı
şehrin dışında soğukta ve yağmur altında kalıyordu. Aralarında türlü
hastalıklar yayılmıştı. On bin kadar Bosna Hersek muhaciri Avusturya’nın
yardımıyla memleketlerine dönebilmişti. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">CEPHEDE DURUM<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar
savaş bittiği halde Türk ordusunun umumi karargâhını, askerlerin vaziyetlerini
ve nasıl yasadıklarını görmek için cepheye gitmeye karar verir. Sirkeci
istasyonundan trenle Hadımköy’e gelir. Tren daha ileri gitmemektedir. 4
kilometre yürümeyi müteakip ana karargâha gelir. Tren vagonları ana karargâh
olarak kullanılmaktadır. Bulgar askerleriyle bizim askerlerimiz arasında 4
kilometre mesafe bulunmaktadır. Ayrıca ilk zamanlar yaygın olan ve bazı günler
yedi yüz sekiz yüz kişinin ölümüne yol açan veba salgını da alınan tedbirler
sonucu sona ermiştir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Ayrıca,
Osmanlı Ordusunda savaşan Arnavut gönüllüler vardır. Arnavut gönüllüler
düşmanla savaşmaktan daha çok Türk subaylarını öldürüp, soymak ve Türk
köylerini yakıp, yağmalamakla meşgul olmuşlardı. Aralarında hiçbir düzen,
intizam ve komutanlarına itaat kalmamıştı. Çok yerlerde bunlar düşmana gizli
bilgiler vermişler ve Türk şehirlerinin teslim edilmesine sebep olmuşlardı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Türk
donanması kâğıt üzerinde Bulgar ve Yunan donanmasından üstün kabul edilse de bu
savaş sırasında çok fazla iş görmemişti. Sadece Çatalca savaşında iki taraftan
ateş ederek Bulgarlara biraz korku vermiş, denizde ise bir şey yapmamıştı.
Yunanlılar ise Selanik’te ‘’Feth-i Bülend’’ adlı gemiyi batırıp tüm Ege
adalarını işgal etmişlerdi. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Subayların ruh halinden
bahsederken: ’’Geleceğe ümitle bakıyorlar. Felaketlerin daima bir milletin
üzerine çöküp durmayacağına inanıyorlar. Türkler de bunu bir vakit yaşarlar ve
yaşayacaklardır diyorlar. Ayrıca bu mağlubiyetler Türklerin uyanmasına sebep
olur diye ümit ediyorlar’’ diye bahsetmektedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar
cepheyi gezmeyi müteakip başkomutan Nazım Paşa’yla aynı trende İstanbul’a
döner. Nazım Paşa sirkeci garında gösterişli bir askeri törenle karşılanır. Bu
duruma yazar çok şaşırmıştır. Çünkü başkumandanın bu saatte İstanbul’a dönmesi
demek savaştan ve Rumeli’den vazgeçtik demektir. Oysa Yanya, İşkodra ve Edirne
hala teslim olmamış, direniyorlardı. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">LONDRA KONFERANSI VE SONRASI<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Barış görüşmeleri için 30 Ekim
1912’de Londra’ya heyet gitti. Halk ve gerçekleri gizleyen basın bile yenilgiyi
kabul etmişti. Şimdi herkes bir sorumlu arıyor ve bundan sonra ne olacağını
soruyordu. Türk ordusu hiçbir zaman hücuma geçmemiş, bitkin ve perişan
vaziyette geri çekilmişti.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Selanik’in kaybedilmesini
gözleriyle gören bir Hilali Ahmer doktoru konuşmaya başladığında gözlerinden
yaşlar dökülerek; ’’Türk ordusunun erzak mühimmatı mükemmeldi. Ancak Türk
askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet edilmedi, şehri
hemen teslim ettiler. Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmek Yunanlıların bile
aklına gelmemişti.‘’ diye anlatmaktaydı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Türk Ordusundaki Redif Askerleri
yeterince eğitilmeden cepheye gönderilmişti ve ateş etmeyi ve silah kullanmayı
bile bilmiyorlardı. Normalde redif askerlerinin her yıl toplanıp eğitimden
geçmeleri gerekiyordu. Ancak bu sadece kâğıt üzerinde kalıyordu. Ayrıca Türk
ordusundaki Hıristiyan askerler arasında Türklere ihanet eden çoktu. Fırsat
bulduklarında Türk subaylarını öldürüp, Bulgar tarafına kaçıyorlardı.
Bulgarlara casusluk yapıyorlar ya da geri dönüp geliyorlardı. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Bütün gözler Londra’da
başlayacak olan müzakerelere çevrilmişti. Düşman, İstanbul’a 45 kilometre
ötedeydi. Yunan Ordusu Türk topraklarına tecavüze devam ediyorlardı.
Mütarekede, maalesef kabul edilemeye mecbur kalınan şartlara göre Çatalca’daki
Bulgar Ordusuna, Bulgar Hükümeti, İstanbul’dan vagon vagon ekmek ve yiyecek gönderiyor
ama Edirne’de, Yanya ve İşkodra’da kuşatma altında bulunan Türk ordusuna
Türkiye’nin erzak göndermesine müsaade edilmiyordu. Buna rağmen Edirne, Yanya,
İşkodra kahramanları düşmana karşı durmaya devam ediyorlardı. Bu sırada
İngilizler Basra ve Bağdat’ta, Fransızlar Suriye’de kışkırtma hareketlerine
başlamışlar, Yemenden Şeyh Yahya’nın adamları gelmiş, Yemen’de yeni
düzenlemeler yapılmasını istiyorlardı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Bu durumda herkes ne olacak
diye soruyordu? Bir kısım aydınlar ‘’tek kurtuluş yolumuz büyük bir devletin
himayesine girip yirmi otuz yıl sakin durarak medenileşme yoluna gitmeliyiz’’
diyordu. Rusya’nın himayesine girmeyi teklif edenler bile vardı. Bir kısım
aydın ise: “Rumeli zaten bizim değildi. Rumeli vilayetlerinden üç milyon vergi
alıp beş milyon harcıyoruz. Ayrıca Rumeli vilayetleri Rusya ile bozuşmamıza
sebep oluyor, bu nedenle çok fazla üzülmeye gerek yok. Anadolu pek büyük, her
türlü zenginliğe sahip. Şayet bunu adam akıllıca imar edersek rahat rahat
yaşabiliriz” diyorlardı. Bir kısım aydınlar ise bu fikirlere tamamen
karşıydılar. Çünkü sanat ve ticaret şehirlerine sahip olan Rumeli’nin
kaybedilmesiyle İstanbul ticareti azalmıştı ve Osmanlı Büyük devlet statüsünden
çıkmıştı. Onbinlerce muhacir gelip devlet üzerine yük olmuştu. Bunları
yerleştirmek için büyük paralar gerekiyordu. Ancak Osmanlı devleti ekonomik
zorluklar içindeydi. Memurlarının maaşlarını bile ödeyemediği gibi borç para da
bulamıyordu. Rumeli de üç milyon Türk yabancıların hâkimiyetinde kalmıştı. Bu da
Türkiye’deki Türk unsurunun daha da zayıflamasına yol açacaktı. Yazar,
İstanbul’da tartışılan fikirlerin bunlar olduğunu beyan etmektedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Devletin karşı karşıya kaldığı
bir başka sorunda; Trablus ve Rumeli’de görev yapıp da işgal sebebiyle işsiz
kalan memurların durumuydu. Bunlar hükümetten geçimlerinin temin edilmesini ve
bazıları İstanbul ve Anadolu’ya dönmek için yol parası gönderilmesini
istiyorlardı. Bunun üzerine bir komisyon kuran hükümet, on beş yılını
dolduranları emekliye ayırdı. Daha az hizmeti olanların ise maaşlarını üçte
birini verip bir yere yerleştirmek için çalışmalar başlattı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar savaşla ilgili haberleri
yazarken İstanbul’un genel durumuyla ilgili bir takım gözlemlerde de
bulunmuştur. Bu gözlemlerinden bazıları şunlardır:<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">“Türk otellerinin hiç
birisinde kalorifer yok, yazmak için masa yok, yemek yenecek salon yok, telefon
yok, çamaşır makinesi yok, banyo yok, çay içmeye semaver yok, yemek için
dışarıdaki lokantalar gitmek gerekmektedir. Kalorifer yerine ise mangal yakarak
bunun etrafında toplanılıyor. Odalarda yıkanmak için lavabo yok. Çıkıp
koridorda yıkanmak gerekiyor. Beyoğlu’ndaki Hıristiyan otellerinde ise her
türlü konfor bulunmaktır. Telefon sadece hükümet dairelerinde ve bazı gazete
idarelerinde var. İstanbul’un aydınlatılması yabancı bir şirket tarafından
sağlanmakta. Tramvaylar çalışmamakta. Araba ve fayton çok az ve pahalı
olduğundan ulaşım çok kötü durumda.”<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">İktisadi hayat tamamıyla
yabancıların elindedir. Türklerin payı yok denecek kadar azdır. Şehirde yaşayan
Türk halkı üç kısımdan oluşmaktadır. Bunlar memurlar, askerler ve hocalardır ve
bunların hiçbir iktisadi faaliyetleri yoktur. Sokaklarda leblebi, kestane,
tarak, kürdan satanlar, sepete doldurup iki üç kuruştan portakal satanlar,
arabacılar, kayıkçılar, hamallar en çok Müslüman ve Türklerdendir. Birkaç
zengin Türk esnaf varsa da bunlar az ve iktisadi hayata tesir edebilecek
durumda değillerdir. Esaslı işlerin hepsi Hıristiyanların elindedir, mesela
bankaların hepsi İngiliz, Fransız, Avusturya ve Alman bankalarıdır. Türklerin
küçük bir bankaları bile yoktur. Hicaz demiryolu hariç bütün demiryolları
Hıristiyan veya Yahudilerin ellerindedir. En tertipli mahalleler Hıristiyan
mahalleleridir. En büyük ve muntazam oteller, restoranlar, tiyatrolar, konser
salonları, sinemalar tamamen Yahudilerin elindedir. Türk ve Müslümanların
elinde olan çok azı ise pis ve kötü durumdadır. Mahalle bakkallarının hepsi
Rumların ve Ermenilerin elindedir. Hatta Türkler kendi feslerini giymeyip
Almanların yapıp gönderdiği Avusturya feslerini giymektedirler.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Babıâli caddesindeki büyük
kitapçıların yüzde seksen beşi, matbaacıların, oymacıların, ressamların yüzde
doksanı Ermenidir. Otuz beş yıllık pedagog Ali Nazmı Bey her gün sabah akşam
Ermeni Tefeyyüz Kütüphanesine gelerek yazdığı yazıları satmaya çalışıyordu. Bir
Türk âliminin hayatı, Bir Ermeni’nin lütfedip vereceği kalem hakkına bağlıdır.
Hıristiyan ve diğer ecnebiler kapitülasyonlardan yararlanıp vergi de
vermemektedirler. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar, 16 Aralık sabahı
uyandığında dönemin büyük edebiyatçısı Ahmet Mithat Efendi’nin ölüm haberinin
gazetelerin en önemsiz sayfalarında beş altı satırlık bir yazıyla
geçiştirildiğini görünce çok üzülmüştü. Ona göre Rusya da Tolstoy,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Murmusof neyse Türkiye’de Ahmet Mithat efendi
oydu. Murmusof öldüğünde Rus gazeteleri ilaveler çıkarmışlar, profesörler,
öğrenciler cenazesi başında nöbet tutmuşlardı. On binlerin katıldığı cenaze
töreni yapılmış, gazete günlerce ondan bahsetmişlerdi. Ahmet Mithat Efendi ise
vazifesinin başında şehit olduğu halde ailesine bir gün sonra haber verilmiştir.
Nereye nasıl defnedileceğini ise bilinmemektedir. Ahmet Mithat Efendinin
cenazesi sade, lüzumu kadar hürmet gösterilmeden defnedildi. Hatta mezarlığa
getirildiğinde mezarı bile henüz kazılmamıştı. Yazar bu olaya çok kızmış ‘<b style="mso-bidi-font-weight: normal;">’Türklerin Rumeli’de Trablus’ta, Yemende
yenilmelerinin en büyük sebeplerinden biri bu, yani kendilerine hizmet eden
insanları takdir etmemeleri ve âlimlerine hürmet göstermemeleri, böyle devam
ettikçe daha çok yenilirler’’</b> diye yazmıştır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar kadınlara hukuk ve
hürriyet hakkı tanınmadığı sürece milletin yaşamasının mümkün olmayacağı
düşüncesindir. Osmanlıda da kadına bu haklar tanınmamıştır. İki Türk kadını
Beyoğlu’nda orduya yardım topluyor diye tutuklanmak istemişti. Türk kadınları
sokağa çıkarken kara çarşafla örtünüyorlar gözleri görünmüyordu. Türkler kendi
eşleriyle birlikte arabaya binemiyorlardı. Türk ve Müslüman kadınlar kafesler
ardına hapsedilmiştiler. Dolayısıyla yenilgilerin sebeplerini başka yerlerde
aramak yerine, analarımızın ve kızlarımızın bu halde bulunmalarında onlara gün
yüzü göstermemekte nefes aldırmamakta aramalıydık diye düşünmekteydi yazar.
Bulgar askeri savaşırken evini düşünmüyordu çünkü kendisi ölse de eşi onun
yerini doldurabilecek eğitimi alıyordu. Müslüman kadında ise böyle bir özellik
yoktu. Eşi öldü mü perişan oluyordu. Yirminci asırda gücü asker süngüsünden çok
memleketin kalkınmasında, halkın zenginliği ve canlılığında, eğitim ve
medeniyetin varlığında aramalıydık. Bunlar olursa, süngü ve toptan fayda
görülebilirdi. Yoksa cahil, fakir, ezik, milliyetçilik ve vatan sevgisinden
mahrum ruhsuz bir milletin açlık ve hastalıktan yüzleri sararmış çocuklarının
elinde olan süngülerin pek tesiri olmayacaktı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">BARIŞ
ANTLAŞMASI<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">4 Ocak günü İtalyan, Rus,
İngiliz, Alman, Avusturya elçileri hükümete bir nota vererek Edirne’den ve Ege
Adalarından vazgeçilmesini teklif ettiler. Balkan devletleri birleşmiş
Türkiye’ye hücum ediyor, ele geçirdikleri yerlerde Müslüman halka görülmemiş
zulüm ediyor, bütün mal ve mülklerini yağmalıyor, gençler toplanıp kurşuna
diziliyor, kızların kadınların namusları çiğneniyor, bütün Rumeli Müslüman
kanlarıyla yıkanıyordu. Ama medeni Avrupa hiç bir şey olmamış gibi sükût ediyor
ve daha da ileri giderek silahla alamadıkları Edirne, Yanya ve İşkodra’yı
bırakması için Osmanlı devletine baskı yapıyorlardı. Ancak gerek aydınlarda
gerek devlet yöneticilerinde gerekse halk ta yeterli tepki hareketi görmemenin
şaşkınlığını vardı yazarın üzerinde. Osmanlı aydın ve devlet adamları çağı
okuyamıyorlardı.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Milli Meclis toplanarak notayı
kabul etti. <b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Yani Edirne Bulgarlara,
Adalarla ilgili kararsa büyük devletlere bırakılıyordu.</b> Meclis bu kararı
almadan iki gün önce Kamil Paşa Hükümeti, basını çağırarak halkı barışa
hazırlamalarını emretmişti.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Anlaşmanın kabulü üzerine,
İstanbul’da ihtilal çıkmış ve baskınla ittihat ve Terakki yeniden iktidara
gelmiştir. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve yaveri
öldürülmüştür.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Mahmut Şevket Paşa yeni
hükümeti kurma görevini almıştır. Hapisteki İttihatçılar çıkarılmış, yerlerine
İtilaf partisi mensupları hapse atılmaya başlanmıştır. İlk tutuklananlar da
dâhiliye ve bahriye nazırlarıdır. Kamil Paşa ise Mısır’a gitmiştir. Gazeteler
vatan kurtarıldı diye başlık atmaktadırlar. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Kurulan yeni hükümet adaların
Avrupa devletlerinin gözetimine bırakmayı ve Edirne’nin yarısını Bulgarlara
vermeyi teklif etti. Bu öneri halkı çok memnun etmemişti. Diğerinden çok bir
farkı yoktu. Durum eskisinden çokta parlak değildi. Trablus, Rumeli ve
Balkanlardan gelen memurların sayısı yirmi bine ulaşmış ve üç aydır maaş
alamıyorlardı. Yeni hükümete de hiçbir Avrupa ülkesi borç vermiyor, çok ağır
şartlar ileri sürüyorlardı. Halk yeni hükümetten gerekirse savası göze almasını
bekliyordu. Ancak savaş için para yoktu. Yazarın anlattığına göre İstanbul’da
son durum bu şekildeydi.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Anadolu’da farklı değildi. Anadolu halkı
yoksulluk içindeydi. Köyleri perişan mektepleri sadece isimden ibaret
viranhanelerdi. Anadolu halkı arasında türlü türlü salgın hastalıklar hüküm
sürüyor, Türkler yıldan yıla azalıyordu. Doktor yoktu. İstanbul’da iki üç aydın
siyasi parti oyunu oynuyorlardı. Yazar; “bu aydınlar keşke Anadolu köylerine
dağılıp mektepler açıp, halkın iktisadi ve zirai vaziyetini düzeltip sağlığıyla
ilgilenmeye çalışsalardı daha iyi olurdu” diye Türk aydınına sitem etmektedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Hükümetin teklifi kabul edilmemiş
ve savaş yeniden başlamıştı. İstanbul’da Halide Edip hanımın önderliğinde bir
kadınlar mitingi tertiplenmiş ve padişaha cephedeki askerlerle beraber savaşa
katılması içi çağrı yapılmıştı. İstanbul’dan asker sevki, silah, erzak
gönderilmesi de devam ediyordu. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Yazar, yeni Hariciye Nazırı
Sait Paşa ile röportaj yapmış ve görüşlerini almıştı. Sait Paşa hükümetin savaş
istemediğini ancak onurlu bir barış olmadan da savaşa devam edeceklerini ve
Edirne’yi Bulgarlara bırakmayacaklarını söylemişti. Halk ise yeni hükümetin iş
başına gelmesiyle Türk Ordusunun Bulgarları yeneceğini ve Edirne’nin
kurtulacağını ümit ediyordu. Ancak cepheden gelen haberler Türkler için iç
acıcı değildi. Donanma hiç işe yaramamış, Gelibolu’daki köyler harap edilmişti
ve Bulgar askerleri Bolayır’a yedi sekiz kilometre kadar gelmişlerdi. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; mso-pagination: widow-orphan lines-together; text-align: justify; text-indent: 27.0pt;"><span style="font-family: "Arial",sans-serif; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Barış müzakerelerinin yeniden
başladığı günlerde yazar İstanbul’dan Orenburg’a son mektubunu yazar ve
İstanbul’dan ayrılır. Son mektubunda o güne kadar yaşanan olayları özetleyip
geleceğe ait değerlendirmelerde bulunur. Yazara göre: Balkan Savaşlarından
sonra büyük devletler aralarında anlaşarak Osmanlı topraklarını iktisadi nüfus
bölgelerine ayıracaklar,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Osmanlı Devletinin karşı koyması durumunda
ise Ermenistan, Kürt, Arap, Yemen, Boğazlar gibi yeni meseleler çıkararak baş
eğdirecekler, böylece Türkiye tamamen gücünü kaybedecektir.<o:p></o:p></b></span></p>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-22399924610496821842015-10-14T15:08:00.000-07:002015-10-14T15:08:12.485-07:00Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı<div style="text-align: justify;">
<blockquote class="tr_bq">
<b>Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı, İstanbul, 2006 </b></blockquote>
<blockquote>
<b>İkinci dünya savaşı sırasında Kırımda halkın yaşantısı ve Kırım’ın hali</b></blockquote>
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /> Yazar İkinci Dünya savaşında Kırımın Alman işgaline uğramasından önceki günlerde elinde yazdığı hikayelerin bulunduğu kavanozla Kırımın sokaklarında ümitsizce dolaşmaktadır. Çocukluğunun kalabalık ve şen şakrak sokaklarında şu anda sessizlik ve ümitsizlik hakimdir. Çalıştığı enstitü ise kapanmak üzeredir. Bir akşam üzeri otobüste kendisiyle beraber iki kişi daha bulunmaktadır. Otobüsten indikten bir süre sonra otobüsteki bayan tarafından takip edildiğini anlar. Bayanın ismi Almira’dır ve yazarı tanımıştır. Almira yazardan 15-16 yaş büyüktür ve yazarla aynı mahallede büyümüştür. Yazar ise Almirayı tanımamıştır.<br /> Almira yazarı hem Alman saldırılarından korumak hem de askere alınmasına mani olmak için güvenli bir eve götürür. Almira evin savaş nedeniyle ülkeyi terk etmiş olan bir arkadaşına ait olduğunu söyler. Yazar camları battaniyelerle örtülü, karanlık, içerisinde çok az eşya bulunan iki katlı evde yalnız başına kalır. İçeride birisinin olduğu anlaşılsa askere alınmak için götürülebilir veya Alman casusu diye öldürülebilir. O yüzden dışarıya ışık çıkmamalı ve kendisi de dışarıdan görünmemelidir.</div>
<a name='more'></a><br /> Yalnız geçen günlerde, sokaktan sadece köpek havlamaları, devriye gezen askerlerin sesleri ve arada cenaze arabasının sesleri gelmektedir. Bu günlerde yazar çocukluğunun kalabalık ve eğlenceli günlerini ve sokaklarını hatırlar. Bir Yahudi olan kunduracı Alan HOFMAN’ı, sütçü Zühre’yi soğukta üşüyen pazarcıları hatırlar. Geçmişin mutlu günlerine özlem duyar. Bunların içinde en çok Alan HOFMAN’ı düşünür ve nerede olabileceğini ne yapıyor olabileceğini düşünür ve Kırımı terk etmemiş olması için dua eder. Yaklaşık kırk yıldır Kırımda yaşayan bu kunduracının peşine çocuklar takılır ve ona laf atarlardı. Bu utangaç ve yaşlı insan da çocuklardan kaçar gibi hemen dükkanına girer, sokakta fazla dolaşamazdı.<br />Evde yalnız olduğu bir gün Alman hava saldırısı olur ve evin bazı camları dökülür. Şehrin çeşitli yerlerinden dumanlar çıkmaktadır. Yazarın bulunduğu ev ise isabet almamıştır. Bu olaydan bir iki gün sonra Almira eve gelir. Yiyecek bir şeyler getirmiştir. Almirayla uzun bir süre konuşurlar. Evde kaldığı günlerde neler olduğunu, savaşın ne durumda olduğunu, enstitünün son durumunu sorar. Ayrıca eski mahalle sakinlerini özellikle Alan HOFMAN’ı sorar. Almira kendisiyle beraber gelen Lapatov’a kömür getirmesini söyler ve son günlerde dışarıda olan olaylar hakkında ve merak ettiği konularda yazara bilgi verir. O günlerde aylardan Kasımdır ve havalar epey soğumuştur. O günden sonra Lapatov yazarın ısınma ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak için evin bodrum katına yerleşir. Lapatov Almira’nın güvendiği ve o günlerde istenilen şeyleri temin edebilecek yetenekte birisidir. Yazar daha fazla içeride kalamayacağını dışarı çıkmak neler olduğunu görmek istediğini Almira’ya söylemiştir. Almira yazara dışarı çıkmasının tehlikelerini tekrar tekrar anlatmış ve dışarı çıkmaması konusunda yazarı uyarmıştır. En kısa zamanda geri geleceğini söyleyerek evden ayrılmıştır.<br /> Almira evden ayrıldıktan sonra Lapatov Almira’nın arkasından onun kötü, düşkün bir kadın olduğunu ondan uzak durması gerektiğini yazara anlatmıştır. Yazarsa anlatılanları dinlememiş ve Almira’yı yanlış tanıdığını Lapatov’a söylemiştir. Aradan birkaç gün geçmesine rağmen Almira gelmez. Lapatov ihtiyaçları almak için gerektiğinde dışarı çıkmaktadır. Bir gün döndüğünde Almira’dan haber getirir. Kırım Almanlar tarafından işgal edilmiştir ve Almira babası Alan HOFMAN’la birlikte Yahudi oldukları için kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Aynı gün Yazarın saklandığı ev Almira’nın olması nedeniyle kilitlenerek mühürlenmiştir.<br /><br />Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-20003100438035440102015-10-14T15:03:00.003-07:002015-10-14T15:03:28.336-07:00Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması, Genelkurmay<div style="text-align: justify;">
<blockquote class="tr_bq">
<b>Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması, Genelkurmay, 1982, Ankara</b><br />
<b> </b></blockquote>
<blockquote>
<b>Kitapta çok genişçe yer verilmekte olan Osmanlı-Rus Savaşında (1877-1878 ) ve özelikle Plevne savunma Komutanı Gazi Osman Paşa'yı anlatmakta.</b></blockquote>
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /><br />Türk tarihi kahramanlar ve kahramanlık öyküleriyle doludur. Attila'dan Alparslan'a, Fatih Sultan Mehmet'ten Mustafa Kemal Atatürk'e kadar nice isim imkânsızı başararak Türk tarihine geçmişlerdir. Bu büyük kahramanlardan biri de Gazi Osman Paşa'dır. Gazi Osman Paşa, Tokat"ta doğdu. Asıl adı Osman Nuri"dir. Babası, İstanbul kereste gümrüğünde kâtip olan Mehmet Efendi, annesi Şakire Hatun"dur. Ailenin tek erkek çocuğu olan Osman Nuri, henüz yedi sekiz yaşlarında iken ailesiyle birlikte İstanbul"a babasının yanına gitti. Sırasıyla Askeri Rüştiye, Askeri İdadi ve Mektebi-i Harbiye okullarını bitirdi. Çeşitli görevlerde bulunan Gazi Osman Paşa, 1859 yılında Osmanlı Devleti"nin nüfus sayımı ile kadastro usulünde haritasının çizilmesinin kararlaştırılması ve bu arada Bursa ilinden başlanması üzerine bu göreve askeri temsilci olarak tayin edildi. 1866"da Girit"te baş gösteren Rum isyanı dolayısıyla buraya yollandı. </div>
<a name='more'></a><br /> Birçok askeri başarı elde etmiş olan Gazi Osman Paşa, asıl şöhretini Sırp prensi Mil an”ın 2 Temmuz 1876"da Osmanlı Devletine savaş ilan etmesi esnasında, Rus generallerinin kumanda ettiği Sırp ordusunu bozguna uğratması ile elde etti. 1877-78 Osmanlı Rus savaşları sırasında Plevne"yi başarı ile savundu ve bu savaş sonunda kendisine "gazilik" unvanı verildi. Askeri şahsiyeti yanında siyasi faaliyetlerde de bulundu. İstanbul"daki dini grupların birleşmesini sağladı. Sarayda bulunduğu süre içinde dış politika konularında Sultan İkinci Abdülhamit”i etkilemeye çalıştı. Gazi Osman Paşa, 5 Nisan 1900 yılında, Cuma günü vefat etti ve Fatih Sultan Mehmet türbesi yanına gömüldü. Plevne'de gösterdiği inanılmaz cesareti bugün dahi tarihçileri şaşırtmaya devam etmektedir.<br />Doksan üç Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşında (1877-1878) Plevne cephesinin büyük komutanı Gazi Osman Paşa burada yaptığı müdafaayla dünya savaş tarihine yepyeni prensipler kazandırdı. Plevne savunması herhalde dünyadaki sayılı büyük kuşatmalardan birisine sahne olmuştur.<br />Plevne Kuzey Bulgaristan’da Tuna’ya dökülen Vid Irmağının beş kilometre doğusunda ve bu ırmağa karışmadan evvel birleşen Grivita ile Tuçenitsa (Türkler buna Kayalıdere derlerdi) derelerinin bir çeşit çatal teşkil ettikleri yerde kurulmuş bir kasabadır.<br />O sıralar 93 harbinde Vidin ve Rahova bölgelerinin savunulmasıyla görevlendirilen Gazi Osman Paşa Savaşın Tuna’yı geçenek düşman topraklarında yapılmasını teklif etti. Ancak bu öneri kabul görmedi. Daha sonraları Rus orduları Berkofça dağlarını aşmaya başlayınca Osman Paşa'ya hareket emri verildi. Osman Paşa emrindeki kuvvetlerle Plevneye geldi. Şehri Ruslardan alarak kısa sürede savunma hazırlıklarına başladı. Zira Plevne 93 Harbinin kilit noktalarından birisiydi. Bu nokta geçindiğinde Rusların durmaksızın İstanbul'a kadar yürümeler mümkün hale gelecekti. <br />Osman Paşa dünya savaş tarihinde emsali görülmeyecek şekilde mühendislik harikası savunma hatları hazırlattı. hendekler derin ve hilal şeklindeydi. Her bir hendek birbirine bağlıydı ve de kazılan topraklarda başka birere taşındı. Böylece düşmanın uzaktan siperleri görmez imkânsız hale gelecekti.<br /> 7 Temmuz 1877 de nihayet Ruslar Plevne önlerine gelerek karşı taarruza geçtiler. Osman Paşa'nın 13.000 askeri birkaç adet de topu bulunuyordu. Rus ordusunun bu mevcudu 8500 askerden oluşuyordu. Rusların şiddetli taarruzu Türk askerlerini geri çekilmeye zorladı. Ancak Osman Paşa askere moral vererek siperlerin ne olursa olsun savunulmasını emretti. Bunun üzerine moral bulan Türk askeri gerideki istihkâmlardan gelen destekle Rus taarruzunu bertaraf ederek düşmanı geri püskürttü.<br />Bunun üzerine Ruslar sayılarını 50 bine çıkararak top sayısını 208'e yükselttiler. Osman Paşa ise aldığı takviye birliklerle asker sayısını 20.000'e, top sayısını ise 58'e çıkarttı. 8 Temmuz'da Ruslar tekrar taarruza geçti. Ancak yaklaşık 3000 kayıp vererek tekrar geri çekildiler. Türk ordusunun kaybı ise yaklaşık 2000 kişi idi.<br />Ruslar siperleri bir türlü gedemeyeceklerini anlayınca kısa süreliğine savaşa ara verdiler. Böylece ilk Plevne muharebesi Osman Paşa'nın zaferiyle sonuçlanmış oluyordu. Osman Paşa savunmasını daha da güçlendirdi. Çünkü Rusların çok daha büyük bir kuvvetle geleceğini hesap ediyordu. Bunun üzerine İstanbul'dan da yardım istedi. Nitekim kendisine 10.000 kişilik bir takviye gönderildi. 8 Temmuz yenilgisini hazmedemeyen Ruslar bölgedeki tüm birliklerini Plevneye kaydırdı. Ruslar bu büyük kuvvetle tekrar taarruza geçtiler. Şiddetli Rus hücumu neticesinde Türk askeri gerçi çekilmek zorunda kalıyordu. Bunun üzerine Osman Paşa ihtiyat olarak tuttuğu 10.000 kişilik destek birliğini karşı taarruza geçirdi. Bir yandan da arkadan gelen Rus desteğini kesmek için toplara ateş emrini verdi. Böylece hücuma kalkan Rus ordusu iki parçaya bölünmüştü. Yoğun top ateşinden dolayı Ruslar öndeki birlikleri destek gönderemiyordu. Neticesinde ön saflardaki Rus askerlerinin hepsi imha edildi. Ruslar tekrar yenilmişti. Bu kez 8000 ölü ve 15.000 kayıp vermişlerdi. Türk Ordusunun kaybı ise 100 ölü 300 yaralıdan ibaretti. Böylece 2. Plevne savaşı da Osman Paşanın zaferiyle sonuçlanmış oluyordu.<br />Ruslar artık Plevne'nin geçinemez olduğuna kendilerini inandırmışlardı. Ordusunun moral olarak çöktüğünü fark eden Rus Çarı 2. Aleksander ordusunun başına geçti. Romen Prensliğinden de yardım istedi. Bu yardım telgrafı tarihe geçmiştir:<br />Hemen yardımımıza gel. İstediğin gibi istediğin yerden dilediğin şekilde Tuna'yı geç. Çabuk Plevne'ye yetiş. Türkler bizi yok etmek üzereler. Hristyanlık davası ortadan kalkmak üzere." <br /> Bunun üzerine Romenler 50.000 kişilik bir orduyu Plevneye gönderdi. Rus ve Romen Ordusunun toplam mevcudu 100.000 asker ve 200 den fazla toptan oluşuyordu. Osman Paşa'nın kuvveti ise 30.000 askerdi.<br />25 Ağustos’ta Birleşik düşman ordusu topçu ateşine başladı. Plevne şehri günlerce aralıksız top ateşine tutuldu. Sonunda 29 Ağustos’ta düşman ordusu taarruza geçti. fakat düşman ordusu ağır kayıp vererek geri çekilmek zorunda kaldı. Romen Prensi Karol ordusunu alarak Tuna'nın gerisine çekilmeyi önerdiyse de Rus Çarı Aleksander çekilmeyi ret etti ve takviye güçler istedi. Gelen takviyelerle birlikte Rus ve Romen ordusunun sayısı devasa boyutlara ulaşıyordu. Rus çarı hemen hücum emrini verdi. 11 Eylül'de Ruslar ve Romenler akın 3 koldan Türk siperlerine doğru taarruza geçtiler. 12 saat süren tarihin en büyük taarruzlarından birisinde düşman ordusu çok büyük kayıplar verdi.Bir kez daha Osman Paşa düşmanı geri püskürtmeyi başarmıştı. Rus ordusunun kaybı 15.500 asker den oluşuyordu. Ölenlerin arasında generaller ve subaylarda yer alıyordu. Osman Paşa'nın kaybı ise 4000 idi. Tarihi 3. Plevne zaferi olarak geçen bu zafer sonrasında Sultan 2. Abdülhamit Osman Paşa'yı gazilik unvanı ile ödüllendirdi. Ayrıca Plevne'ye destek gönderdi.<br />Rusların savaş boyunca verdikleri kayıp 50.000'i geliyordu. Dolayısıyla Plevne'nin taarruz ile alınmasının güç olduğuna anlayarak şehri kuşatmaya karar verdiler. Osman Paşa İstanbul'dan gelen yardım ve erzakla savunmasını daha da güçlendirdi. Fakat Rusların şehri kuşatacaklarını anlamıştı. Bunun üzerine ordusunun Plevne'den çıkararak Sofya'ya çekilmesini önerdi. Sofya önlerinde yeni bir savunma hattı oluşturacak ve Rusları orada karşılayacaktı. Ancak bu önerisi geri çevrildi. Zira Plevne daha da önemli bir yer haline gelmişti. Ruslar şehri kuşatmaya başladılar. Hatta Sofya yolunu da ele geçirerek gelen yardımı da kesitler. Böylece Osman Paşa'nın Plevne'den çıkış yolu kalmadı. Artık Osman Paşa elindeki kuvvetlerle Plevne'de tek başına kalmıştı. <br /> Zamanla Plevne'de yiyecek ve ilaç sıkıntısı baş gösterdi. Bunun üzerine Gazi Osman Paşa Plevne'den tek çıkışın bir yarma harekâtı olacağını karar verdi. Ancak Plevne'deki yerli halk Osmanlı askeri şehirden çıktıktan sonra şehirdeki Bulgarların halka zarar vereceğini ileri sürerek gelmek istediler. Osman Paşa bu öneri üzerine Bulgarların ileri gelenlerinden Türk ahalisine dokunmayacaklarına dair söz aldı. Fakat Plevne Müslümanları yine de gelmek istediler. Osman Paşa'da onların ricasını kıramadı ve gelmelerine razı oldu.<br />Fakat yarma harekatı sabahında halkın askerden önce yollara dizildiğini gördü. öyle ki halk askerin intikal yolunu da kapatmıştı. Tam bir kargaşa başladı. Bunu fırsat bilen Rus topçunu ateşe geçti. Yoğun topçu ateşi altında pek çok sivil hayatını kaybetti. Osman Paşa askerine hücum emri verdi. Asker kendisinden sayıca üstün olan düşman ordusunun ilk hatlarını yarmayı başardı. Ancak Ruslar arkadan gelen takviye birliklerle savunmalarını güçlendirdiler. Saldırı esnasında Gazi Osman Paşa'nın atı isabet alarak düştü. Kendisi de bacağından yaralanmıştı. Sonunda teslim olmaya razı oldu.<br />Böylece Plevne 143 gün süren müdafaadan sonra düşman eline geçti ve büyük bir kahramanlık destanının sayfaları da kapandı.<br />Rus Ordusu Başkumandanı Grandük Nikola kendisine bir askeri tören düzenletti ve kılıcını Osman Paşa'ya geri verdi ve kendisini üstün, başarılı savunmasından dolayı tebrik etti.. Burada Rus Çarı tarafından karşılandı ve Rus Çarı'da Osman Paşa'yı tebrik etti. Osman Paşa önce Harkof’a gönderildi sonra trenle Rusya'ya götürüldü. Daha sonraları kendisine Rusya içinde serbestçe dolaşma hakkı verildi. Bazı Türk illerini gezdi. Gezdiği her yerde sevinçle karşılandı. <br /> Padişahın ricası üzerine tekrar İstanbul'a döndü. İstanbul'da coşkuyla karşılandı.<br />10 Haziran 1878 tarihinde Seraskerlik görevine atanmış ve yedi yıl bu görevde kalmıştır daha sonra padişah II Abdülhamit, Gazi Osman Paşa’yı Mabeyin Müşavirliği’ne getirdi. 1900 yılında 68 yılında vefat edene kadar da bu görevde kaldı.<br />Türk tarihine şanlı bir destan yazan Osman Paşa, Plevne'deki bu savunmada gösterdiği üstün başarı sebebi ile “Gazilik” unvanını almıştır.<br /><br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-25578432103590321372015-10-10T15:21:00.000-07:002015-10-10T15:21:25.869-07:00İlk Öğretmen, Cengiz Aytmatov<blockquote class="tr_bq">
<div style="text-align: justify;">
<b> İlk Öğretmen, Cengiz Aytmatov</b></div>
</blockquote>
<div style="text-align: justify;">
Kitapta olaylar; anlatıcı konumunda bir ressam, köyün eski öğretmeni Duyuşen ile ünlü bir felsefe profesörü olan Altınay Süleymanova arasında geçmektedir.<br />Hikâye, ressam ve Profesör Süleymanova’nın köydeki okul açılışı için köye davet edilmeleri ile başlamaktadır. Ressam’da Profesör’de uzun zamandır köye gitmedikleri için 2–3 gün kalmak üzere daveti memnuniyetle kabul ederler. Köy ahalisi Profesör Süleymanova’yı törenle karşılar ve onu memnun etmeye, sevgilerini göstermeye çalışırlar. Coşkun bir hava vardır. Bu durum artık köyün postacılığını yapmakta olan eski öğretmen Duyuşen’in okul açılışı için telgrafları getirmesine kadar devam eder. Törene davet edilmesine rağmen Duyuşen teslim edilmesi gereken telgraflar olduğunu bahane ederek, içeri girmez ve gider. Profesör Süleymanova, Duyuşen’in adını duyunca tedirgin olur ve o gün köyü terk eder. Köylüler bu nedensiz ayrılışa çok üzülürler ancak Profesör Süleymanova’yı da kalması için ikna edemezler. Acaba Profesör Süleymanova neden böyle acele etmiştir? <a name='more'></a>Ressam, bu olaydan birkaç gün sonra Profesör Süleymanova’dan bir mektup alır. Mektupta Profesör Süleymanova neden köyden ayrılmak için acele ettiğini ve geçmişine dair birçok itirafları anlatmaktadır. Ressam’da kitabın geri kalanında bütün olanları Profesör Süleymanova’nın ağzından çıktığı gibi anlatır.<br />Yıl 1924, Profesör Süleymanova o zamanlar 14 yaşında genç bir kızdır. Anne ve babası öldüğü için amcasının yanında oturmaktadır. O günlerde, köye sırtında asker kaputu olan, genç bir yabancı gelir. Üniformalı birinin belirmesi köyde büyük bir olaydır. Gencin adı Duyuşen’dir. Hükümet tarafından köye okul açmaya, çocuklara ders vermeye gönderilmiştir. O zamanlar ‘okul’, ‘öğretim’ gibi kelimelerin anlamını kimse bilmemektedir. Duyuşen köy halkını toplayarak kendisinin buraya çocukları okutmak için görevli olarak gönderildiğini söyler ve tepedeki eski tavlanın onarılmasını teklif eder. Köy halkı çocuklarının okumasına karşı çıksa da Duyuşen’in Sovyet yönetiminden gelen yazılı emir kâğıdını göstermesi üzerine korkarak kendilerinden bir şey istenmemesi şartı ile çocuklarının okula gitmelerini kabul ederler. Duyuşen de bu durumu çaresiz kabul eder. Tek başına tavlayı onarmaya başlar. O günlerde Süleymanova arkadaşları ile birlikte dağda tezek toplamaktadır. Duyuşen onları görür ve onlarla çok sıcak, içten bir şekilde ilgilenir. Bu durum çevresindekilerden hep kabalık gören Süleymanova’yı çok etkiler. Duyuşen okulu tamir eder ve eğitime başlar. Her gün bıkmadan tek tek çocukları evlerinden toplayarak okula götürmektedir. Aslında Duyuşen bu işe plansız programsız, eğitim yöntemlerinden habersiz başlamıştır. Zaten kendisi de okuma yazmayı askerde öğrenmiştir. Doğru düzgün alfabeyi bile bilmemektedir. Yine de kendisi bütün bildiklerini büyük bir sabırla anlatır öğrencilerine. Her öğrencinin ayrı ayrı başına geçerek kalemin nasıl tutulacağını, daha anlamadıkları bir sürü şey anlatır. Duyuşen aynı zamanda büyük bir Lenin hayranıdır. Sık sık öğrencilerine onun ne kadar büyük bir lider olduğunu anlatmaktır. Bütün bu yaptıklarından dolayı Süleymanova, Öğretmen Duyuşen’i büyük bir kahraman olarak görmektedir.. <br />Süleymanova yaşça diğerlerinden büyük olması nedeniyle de oldukça çabuk öğrenmekte, Duyuşen’inde takdirini kazanmaktadır. Süleymanova’nın Duyuşen’e olan hayranlığı her geçen gün artmakta, onla beraber geçirdiği her an onu çok mutlu etmektedir. Duyuşen de aynı şekilde Süleymanova üzerine çok titremektedir. En büyük hayali ise onun şehirde öğretimine devam etmesidir. <br />Bir gün Süleymanova’nın amcasının evine kaba saba yabancılar gelir. Süleymanova oldukça tedirgin olur. Bir şeyler olacağından korkmaktadır. Nitekim yengesi onu evlendirmek için kararlıdır. Süleymanova okula gider. Duyuşen bu durum nedeniyle onu eve göndermez. Beraber kaldığı yaşlı bir ailenin yanına götürür. Kendisini sonuna kadar savunacağına dair söz verir. Ertesi gün okula teyzesi ve yabancılar gelir. Süleymanova’yı zorla almak isterler. Karşı çıkan Duyuşen’i de oldukça hırpalayarak, Süleymanova’yı alıp giderler. Artık Süleymanova o kaba saba adamın karısıdır. Hem de ikinci karısı. Süleymanova bu duruma ancak üç gün dayanabilir. Üçüncü gün kaçmaya çalışırken Duyuşen iki jandarmayla beraber ansızın çıkagelir. Kaba saba adamı tutuklatarak Süleymanova’yı geri alır. Ertesi gün yönetimle görüşerek Süleymanova’yı okuması için kente götürür. Ayrılırken Duyuşen Süleymanova’ya ondan hiç ayrılmak istemediğini, ancak buna hakkı olmadığını, onun gerçek bir öğretmen olmasını çok istediğini belirterek çok üzüntülü bir şekilde ayrılırlar. Süleymanova daha sonra işçi üniversitesini bitirir. Moskova’ya gider, enstitüye başlar. Öğrenim yıllarında çok güçlükle karşılaşır, umutsuzluğa kapılır. Ancak böyle zamanlarda öğretmeni Duyuşen’i hatırlayarak önüne çıkan bütün güçlükleri yener. Üniversite de iken Süleymanova Duyuşen’e mektup yazar ancak karşılık alamaz. Yıllar geçer, öğrenim hayatı, savaş yılları nedeniyle Süleymanova köye uzun yıllar gidemez. Duyuşen’den de hiç haber alamaz. Savaş zamanında köyden ayrıldığını, ancak geri dönmediğini hatta bazılarının onun ölmüş diye söylediğini duyar. Yine de Süleymanova, Duyuşen’i hiç unutmaz, hayalinden çıkaramaz onu. Gördüğü insanları ona benzetir. <br />Yıllar geçer, artık Süleymanova evlenmiş, tanınmış bir felsefe profesörüdür. Mektubunda, uzun bir aradan sonra okul açılışı için köye geldiğinde Duyuşen’le karşılaşınca çok utandığını, onu yıllarca yeterince araması nedeniyle çok üzüldüğünü belirtir. Ayrıca kendisine gösterilen sevgi yüzünden suçlar kendini. Bu törende en önemli yerde kendisi olmamalıdır. Bu ilk öğretmen Duyuşen’in hakkıdır. Bu yüzden çok üzülmüş ve utanmıştır. Duyuşen gençlere mutlaka anlatılmalıdır. Bunun için köye geri döneceğini ve yeni açılan okula ‘Duyuşen’in Okulu’ adını verilmesini teklif edeceğini belirterek mektubuna son verir.<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-27830340684004527902015-10-10T15:19:00.001-07:002015-10-10T15:19:27.849-07:00İlk Turnalar, Cengiz AYTMATOV<div style="text-align: justify;">
<blockquote class="tr_bq">
<b>İlk Turnalar, Cengiz AYTMATOV </b><!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]--><b><span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">Elips Kitapı</span><span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">, 2005, Ankara</span><span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;"></span><span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;">, 207 sayfa</span></b>
</blockquote>
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yazar, bu kitapta milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebi, askeri yani bütün maddi ve manevi zenginliğini yansıtmış, yaşadığı coğrafya insanının tarih içinde kazandığı değerleri; acılarını, kahramanlıklarını, tecrübelerini yazıya döküp ölümsüzleştirmiş, halkının içine düştüğü zor durumları en güzel şekilde anlatmıştır. Kırgız Türk kültürünü, psikolojisiyle, duyuş ve anlayış tarzıyla, tüm zenginliğiyle o kültürü bina edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalışmıştır.<br /> Olaylar soğuk bir ortamda ders yapmaya çalışan bayan öğretmen İnkamay-Apay (İnkamay Abla)’ın, Hint kıyılarına yakın olan masal adası Seylan’ı coğrafya dersinde detaylı olarak anlatması ile başlamaktadır. Sınıfının en kuvvetli çocuğu olduğundan dolayı soğuk pencere kenarına oturtulan Sultanmurat, Seylan adasının güzellikleri anlatılırken yaşantısına dair anıları göz önüne getirmektedir. </div>
<a name='more'></a><br /> Sultanmurat, bölge traktör istasyonunun petrol deposuna at arabası ile Cambul’dan yakıt taşıyan babası, atları demirkırı Çabdar ile doru Çontoru, keçi gibi inatçı kardeşi Hacımurat hakkında yaşanılan anıları anlatmaktadır. Özellikle savaşa giden babasının, kanal yapımında beş ay çalışacağını söyleyerek evden ayrılması, kardeşi Hacımurat’ı onun atı olan Karayele’ye binmeye alıştırması gibi olaylardan etkilenmektedir. Yine Sultanmurat’ı etkileyen hususlardan biri ve belki de en önemlisi çevresinde dünyaların en güzeli, yanında ise babaların en iyisinin olmasıydı. Hayatında unutamadığı en önemli ve sevindirici olay, babası ile şehirdeki pazara inmesi ve yolda yaşadıklarıdır.<br /> İnkamay Abla, arada bir derste anılara dalıp giden Sultanmurat’ı uyarmakta, anlattıklarına dair sorular sormaktadır. Bu arada görülmesi nadir olan Çiftlik Başkanı Tınaliyev, bir hususu görüşmek için sınıfa girer. Tınaliyev, savaş dolayısıyla erkeklerin çoğunun cephede olduğu, hem cephe hem de kendileri için iki yüz dönümlük tarlanın sürülmesi gerektiğinden, okuldan bazı öğrencilerin ayrılmalarından bahseder. 1943 yılında çocuklar okulu bırakarak zor şartlar altında tarlayı sürmeye başlarlar. Çocuklar, adına Hava İndirme Birliği verdikleri on attan oluşan beş takımlık bir grup oluşturlar. Bu grubun komutanı olarak Sultanmurat’ı seçen Tınaliyev, savaşın bitmediğini, öyleyse onların da savaş düzeni içinde yaşamaları gerektiğini ifade eder. <br /> Hava İndirme Birliğindeki atlar iki hafta içinde kendilerini gösterir, sahiplerine bağlanırlar. Sultanmurat’ın kurmuş olduğu düzene karşın yine de huzuru bozan olaylar meydana gelmekte, anneleri, babalarının evden ayrılmaları üzerine çocuklarının da evden ayrılmalarına sitem etmektedirler. Sultanmurat annesinin rahatsızlığı üzerine bir müddet evde kalır ve bir an önce tarlada çalışmak için ev işlerini kısa sürede tamamlar ve tarlaya işinin başına döner.<br /> Çocuklar üç gündür tarlada çalışmaktadırlar. Zaman zaman at takımlarında çeşitli nedenlerden dolayı azalmalar olmakta, çocuklar bunu fedakarlıklarıyla aşmaktadırlar. Kar altında ve çok zor şartlarda çalışmakta, bazen tarlalarda zorlanan atlara yardım etmekte ve istemeden de olsa atları kırbaçlayarak incitmektedirler.<br /> Nihayet havalar düzelmekte, tarladaki toprağın durumu iyileşmekte, etrafta avcılar görülmeye başlamaktadır. Bu esnada çocukları çok heyecanlandıran bir olay meydana gelir. Çocuklardan biri gökyüzünü göstererek “Turnalar, turnalar” diye bağırır. Bu olay o yıl ürünün verimli olacağına dair bir işarettir. Sultanmurat turnaları hiç yakından görmediğinden dolayı turnaların alçalmaya başladığı yere doğru çocuklarla beraber koşmaya başlar. Turnaları avlamayı düşünen avcılar namlularının önlerine çocukların geldiklerini görürler fakat temkinli bir şekilde turnalara ateş ederler. Tek el silah sesinden sonra alçalmakta olan turnalar tekrar havalanmaya başlar ve gözden kaybolur. Böylece Sultanmurat’ın turnaları yakından görme hayali başka zamana kalır.<br /> Sultanmurat ve arkadaşları yine tarlada çok çalışıp yorulduktan sonra dinlenmeye geçerler. Sultanmurat, atları son bir kez kontrolden sonra uyumaya başlar. Derken saatler ilerlediğinde Sultanmurat bir ses işitir ve uyanır. Gördüğü manzara karşısında çok şaşırır. At hırsızları çaldıkları birkaç at ile oradan uzaklaşmaktadırlar. Sultanmurat hemen kendi atına atlayarak at hırsızlarının peşine düşer. Kovalamaca esnasında tek el silah sesi duyulur ve Sultanmurat, at ile birlikte yere yığılır. Artık atı ölmüştür. Oradan uzaklaşan at hırsızlarının arkasından takibe devam edemeyen Sultanmurat çaresiz bir şekilde atının yanına diz çöker ve üzüntüsünü içine atar. Bu esnada başka bir tehlike daha Sultanmurat’ı beklemektedir. Atın kan kokusunu alan bir kurt Sultanmurat’a temkinli bir şekilde yaklaşır. Sultanmurat ise atın gemini eline alır ve bunu silah olarak kullanmak üzere hazır bekler. <br /><br /><br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-58310232321542293802015-10-10T15:09:00.000-07:002015-10-10T15:09:14.878-07:00Türkiye ve Reformları (LA TURQUİE ET SES REFORMES), Eugéne Morel<blockquote class="tr_bq">
<div style="text-align: justify;">
<b>Türkiye ve Reformları (LA TURQUİE ET SES REFORMES), Eugéne Morel</b></div>
</blockquote>
<div style="text-align: justify;">
<br /> Yazar; 1850’li yıllarda Fransa tarafından; anlaşmalarla dikte edilen reformların uygulanmasını gözlemlemekle görevlendirilmiş; daha sonraları da çeşitli vesilelerle Osmanlı Devleti topraklarında bulunmuştur. Özetini arz ettiğimiz bu kitapta Türkiye’de edindiği izlenimlerini, devlet düzeni, sosyal ve ekonomik durumla ilgili tespitlerini yazmıştır. Her ne kadar yazar kitabının başında ve arka kapağında “hem kasıtlı bir hayranlık ve coşkudan, hem de sitemli bir aşağılamadan kaçınarak” tarafsız gözle yazmaya çalıştığını ifade etse de, akbabaların leşlere karşı duyabileceği tarafsızlık ne kadarsa, onunki de o kadardır. Onun ve anlaşıldığı kadarıyla tüm Avrupa’nın gözünde Osmanlı toprağı, pislik içinde, berbat yönetilen, her yönüyle düzeltilmesi gereken ve aslında Türklerin olmayan topraklardır. Kitabın birinci bölümü bu söylediklerimizi tekzip eder niteliktedir. Kitaba, sanki Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne derin bir saygısı; sosyal, kültürel hayatına ve engin hoşgörüsüne büyük bir hayranlığı varmış gibi başlıyor; ancak sonraki bölümler bunları tamamen yalanlar nitelikte. <br /> Kitap, giriş ve sonuç bölümleri dâhil 13 bölümden oluşmaktadır. Bölümlerin listesi aşağıda sunulmuştur: <br /><br /><br />2. BÖLÜMLERİN ÖZETİ: <br /> a. “Giriş” Bölümü: </div>
<a name='more'></a><br /> Bu bölümde yazar, ilk olarak doğu sorununu basitçe tanımlıyor. Buna göre doğu sorunu “köken ve din bakımından birbirinden farklı, tarihsel geçmişin bütün anısını yitirmiş, hiçbir siyasal özlemi olmayan ve Müslüman bir hükümdarın otoritesi altında birbirine karışmaksızın, dinsel kinlerle ayrılmış olarak yan yana yaşayan, çeşitli topluluklardan oluşmuş geniş bir imparatorluk” olarak tanımlanmaktadır. Yani yazar (veya hâkim düşünce) tüm Osmanlıyı “doğu sorunu” olarak görmektedir. Asırlarca “sınırsız” olarak yaşamış olan toplulukların arasına sınırlar çekmenin gereğinden bahsetmiş, Osmanlıyı kurtaracak yegâne çözümün bu olduğunu vurgulamıştır.<br /> Müslümanların (devletin) hoşgörüsünden; Türklerin, bu çeşitli milletler arasında bir kaynaştırıcı rolü oynadığından, Türklerin hiçbir müdahalesi olmaksızın cemaatlerin dini yöneticilerini seçebildiklerinden; hatta kiliselerde açıkça, hilale karşı nefret, Rus çarına sevgi ve hayranlık propagandası yapılabildiğinden övgüyle bahsedilmektedir. Bu bölümde Türk faktörünü bölgeden çıkarmanın en korkunç anarşiye yol açacağını ifade etmekle yiğidin hakkı veriliyor, ancak kitabın genelinde Türk faktörünün buralarda fazla olduğu ve tüm unsurlar üzerindeki hâkimiyetinin kaldırılması gerektiği düşüncesi hâkim. Yazar, Türklerin özellikle Hıristiyanlar üzerindeki hâkimiyetini katlanılamaz olarak görmektedir.<br /> b. Birinci Bölüm – Nüfus:ıııı<br /> Bu bölümde Türk nüfusun azalması, nedenleri, 1844 nüfus sayımına göre nüfusun bölgelere ve gruplara dağılımı ve değişik halk zümreleri arasındaki uyuşmazlıklar anlatılıyor. <br /> Türk nüfusunun o dönemde azalışının temel sebebinin savaşlar olduğu, Türk askerlerinin savaşlardan sonra yaşadıkları trajedi, nasıl Ermeni ve Rum tefecilerin eline düştükleri, Türklerin savaşırken diğerlerinin nasıl sefasını sürdükleri gözler önüne serilmektedir. <br /> Nüfus durumu incelenirken altı çizilen nokta, Osmanlının Avrupa topraklarında Müslümanların oranının % 26’ya düştüğü, Slav ırkının (Bulgar, Sırp, Bosnalı) Türklerin karşısında büyük bir güç olarak durduğu noktasıdır. Ancak bu nüfusun birbiriyle husumetlerinin sürekli olduğu, yönetici olarak Türkleri diğerlerine tercih ettikleri anlatılıyor.<br /> c. İkinci Bölüm – İller:<br /> İmparatorluğun bütün illeri, etnik ve sosyal yapıları, Avrupalılarla ilgili etnik yönleri, zenginlikleri, ekonomileri, istismar edilmesi (müdahale edilmesi) gereken yönleri, Osmanlının buralardaki yönetim kusurlarıyla ele alınıyor:<br /> (1) İlk olarak Arnavutluk inceleniyor: Arnavutlara hakaret edercesine, Türk baskısından ve vergiden kurtulmak için Müslümanlığı seçtiklerini (tüm balkanlı Müslümanlar için bunu vurguluyor), eğitilebilir bir halk oldukları için derhal ortama ayak uydurduklarını ve hemen onların istediği (Türklerin) şekilde davrandıklarını iddia ediyor.<br /> (2) Bosna: Halkın atalarının dinine bağlı kalırken, soyluların tımarlarını korumak için kitle halinde Müslümanlığı seçtiklerini (!) sayıklıyor. Osmanlının bir kusuru olarak burasını feodal esaslara göre yönetmeye devam ettiğini söylüyor.<br /> (3) Bulgaristan: Bu ilde Türklerin hiçbir esamisi okunmaz (!), Türkler burasını geliştirmemek için çeşitli hileler yapmış (!), gibi yazarın bitmez tükenmez çamur atmaları mevcut. Çok saldırgan ve barbar olan Bulgarların Türkler tarafından asimile (!) edilerek en barışçıl insanlar haline getirildiklerine dair bile tutarsız eleştiriler var.<br /> (4) Makedonya: topraklarının verimliliğini ve halkının 1/3’ünün Müslüman olduğunu, geri kalanının “güçlü, çalışkan, zeki ve savaşçı Yunanlı Hıristiyan” olduklarını anlatıyor.<br /> (5) Teselya: Topraklarının çok verimli olduğu, bir çok işlenen ve işlenmeyen madenleri olduğu anlatılıyor.<br /> (6) Trakya: Yazar Trakya'nın toprağına ve tarımına hayran kalmış, buradakilerin Türk olduğuna inanamıyor, bu konuda çeşitli spekülasyonlar yapıyor. <br /> (7) Trablus: Bu ili coğrafi konumu nedeniyle Avrupa ile Afrika arasındaki ticaretin tercih edilen yolu olduğunu belirtiyor. Ülkenin günden güne yoksullaştığını, salgın hastalıkların kol gezdiğini vurguladıktan sonra, buralardaki Osmanlının valileriyle yapılan birebir ticaret ve barış anlaşmalarından bahsediyor.<br /> (8) Prenslikler: Eflak ve Boğdan prensliklerinin etnik, sosyal, kültürel manzaraları ortaya konduktan sonra 1856 barışıyla nasıl Rusların himayesinden alınıp Avrupa'nın himayesine bağlandığını, bağımsızlığa giden yola nasıl konduğunu ve diğer siyasi olayları anlatıyor.<br /> (9) Sırbistan: 1857’lerden önce Viyana’nın kontrolü altındaki Prens Alexandre Georgewitch’in yönetiminde olduğunu, bu tarihten itibaren yönetimin bir ihtilalle Rusya’nın kontrolü altındaki Miloş’a geçtiğini anlatıyor. Sırp kilisesinin hiçbir zaman İstanbul'daki Ana kiliseye bağlanmadığını, askeri harcamalarının çok yüksek olduğunu anlatıyor.<br /> (10) Mısır: Napolyon’dan sonra Mısır’ın nasıl bir kaos içerisine girdiği; sevgili (!) Mehmet Ali’nin Mısır’a katkıları, nasıl bir uygarlaşma süreci başlattığı, bütün Memlukları nasıl kılıçtan geçirttiği bir bir anlatılıyor. Mehmet Ali ve sülalesinin Mısır’a daha çok şey katacağını, onların sayesinde Mısır’ın Avrupa tarafından fethedileceğini vurguluyor.<br /> (11) Tunus: Buranın da, Osmanlıya restini çeken, gelen hatları yürürlüğe koymayan ve İstanbul’u çok iyi idare eden “Hammuda Bey” bir “sevgili” kahramanı var. Hammuda’nın arkasından gelenler de benzer politikalar izlemiş ve yazarın yaşadığı günlerde Tunus da yaklaşık olarak bağımsızlığı sağlanmış ve Fransa ile çok iyi ilişkiler içinde.<br /> ç. Üçüncü Bölüm – Dinler ve Irklar: <br /> Bu bölümde din gruplarının uyuşmazlığı, devletin kiliselerden elini çekme zorunluluğu, cemaatlere tanınan ayrıcalıklar, ruhanilerin özerklikleri, belediye meclisleri ve kusurları, Müslümanların hacları, çeşitli azınlık gruplarının durumları, Fransa ve Avusturya’nın himayeciliği ve kapitülasyonlar konusu anlatılıyor. <br /> Din grupları arasına Osmanlının nifak tohumları attığından sürekli bir çatışma potansiyeli taşıdıklarını, devletin bu gruplardan hiçbirinin iç yaşamının ayrıntılarına hiçbir zaman el uzatmadığını, merkezi iktidarın otoritesi ile görünüşte birlik içinde yaşamlarını sürdürdüklerini anlatıyor. Bu durumun böyle devam edemeyeceğini ve kesin bir dağılmaya varacağını, o nedenle daha fazla reform ve ayrıcalıklar gerektiğini ifade ediyor. Bu bapta da kendi içinde çelişkiler var. <br /> Belediye meclislerinde farklı din ve ırktaki grupların yeterli temsil edilemedikleri, haklarının korunamadığından önce şikâyet ediyor, sonra da uygulamaları anlatıyor. Bunu yaparken de, yapılagelen uygulamaların ne kadar asilane bir şekilde düzenlenmiş olduğunun, kendilerinde böyle şeylerin mümkün olmadığının fakında değil, sürekli çamur atıyor.<br /> Müslümanların hac ibadetlerinin gidişteki ihtişamını ve dönüşte yaşanan acı olayları, buradaki ilgisizliği, organizasyon hatalarını anlatıyor, bundan da hareketle sözü buraların Müslümanlara layık olmadığına getiriyor. Hatta Voltaire’in “Mekke kutsalsa eğer, bilir misiniz nedeni nedir? İbrahim orada doğdu ve külleri orada dinlenmektedir” sözüne dayanarak o bölgedeki egemen unsurun Muhammed’in anısı değil, özellikle saygı gören, önünde eğilinenin İbrahim’in anısı olduğunu iddia edecek kadar da küstahlaşıyor.<br /> Frenklerin kapitülasyonların koruması altında nasıl Osmanlı topraklarında çöreklendiği, yüzyıllar süren aşamalar içerisinde nasıl “devlet içinde devlet” haline geldiği, dindaşı azınlıkları ve özellikle de Katolikleri nasıl sistemli bir şekilde zenginleştirerek büyük bir güç haline getirdikleri de bu bölümde anlatılan konular arasında.<br /> Rumların bugün bir millet olarak varlığını Fatih Sultan Mehmet’e borçlu olduklarının hakkını verdikten sonra, Güney Yunanistan’daki özgür Yunanlılardan övgüyle bahsederek, Osmanlıda kalan diğer Rumların da bir an önce istiklallerini kazanmalarının ne kadar isabetli olacağını anlatıyor. <br /> Ermeniler için Türkiye’nin en iyi işçileri olduklarını, az sayıdaki imalathanelerin çoğunun bunlara ait olduğunu, bilgili, zeki olan Ermenilerin yabancı diller konusundaki şaşırtıcı yeteneklerini anlatıyor. Bunların cemaatleşmeye ancak 1829’lardan sonra başlayabildiklerini de anlatmış. Yaşadıkları bölgeyi “Ermenistan” olarak adlandırmış.<br /> Keldaniler ve Nasturiler’e geniş yer verilmiş. Özellikle Urmiye (Rumiye) (Türkiye ile İran arasında aynı adlı gölün kıyısındaki şehir) bölgesindeki Müslümanların kalabalık ve bağnaz olduklarını, onların elinden bölgedeki Keldaniler ve Nasturiler’e kısa zamanda katliama dönüşebilecek kötülükler gelebileceği, kötü bir dürtüyle o bölgedeki Hıristiyanlara türlü kötülükler yapılabileceği vs. gibi bir Avrupalıya yakışır paranoyalar üretiyor. Ayrıca Rus Çarı 1’inci Petro’nun varislerine, İstanbul ve Hindistan’a nasıl el atacaklarına, Osmanlı ve İran’a sürekli savaşlar açmalarına yönelik tavsiyelerine dair vasiyeti de burada yer alıyor. <br /> Kapitülasyonlar bahsinde Kanuni’den de önce çeşitli kapitülasyonların uygulandığı anlatılıyor. Önceleri karşılıklı menfaat anlayışıyla başlayan ilişkilerin nasıl daha sonra Osmanlının borcu haline geldiğinin hikâyesi burada anlatılıyor. Aşama aşama boynuzun kulaktan beslenerek onu nasıl yediği anlatılıyor. <br /> d. Dördüncü Bölüm – Hükümet ve Yönetim:<br /> Osmanlının devlet yapısı, tarafsız bir gözle ve normal şekilde anlatılıyor.<br /> e. Beşinci Bölüm – Tarım, Sanayi ve Ticaret:<br /> (1) Tarım: Tarım arazileri bol miktardadır, çok da elverişlidir, ancak iyi işletilememektedir. Tarım sadece yerleşim yerleri çevresinde yapılmaktadır, buna rağmen belli bir bolluk hakimdir. Ayrıca ülke, madenler yönünden de çok zengindir ve işletilememektedir.<br /> (2) Sanayi: Tarımdaki bolluğa karşın sanayi pek geridir. Eskiden bu topraklarda imal edilen her şeyin bugün Avrupa’da çok daha ucuza ve kaliteli bir şekilde üretilebildiği ve bu nedenle zaten geri olan sanayinin batma noktasına geldiği anlatılıyor. Yahudilerin bütün Avrupa’daki fonksiyonlarını burada da icra ettikleri, Beyrut’un gelişmekte olduğu, finansman ve ödemelerin nasıl yapıldığı da burada işlenen temalar arasında.<br /> (3) Ticaret: Ticaretin şeklini, esaslarını 1838’e kadar kapitülasyonlar belirlemektedir. 1838’den sonra imzalanan ticaret anlaşmasıyla, Türkiye’de tarıma bir darbe vurulduğu itiraf ediliyor. Daha sonra yapılan 1866 Ticaret Anlaşmasıyla yine birilerine daha fazla ayrıcalıklar tanınıyor. Bu anlaşmaların, Osmanlıya karşı güçlendirilmek istenen unsurların lehine, Osmanlının genel olarak aleyhine nasıl hiç hissettirilmeden düzenlendiğini, buralarda dönen entrikayı bu bölümde anlatıyor. 1866 Anlaşmasını madde madde kime ne menfaat sağladığını anlatıyor. <br /> Önemli merkezler olan Şam, Yafa, Beyrut, İskenderiye’nin ticari vaziyetleri, kime ne hacimde ihracat ithalat yapar tek tek inceleniyor. Tuna Prenslikleri ve Sırbistan ayrıca ele alınıyor. Liman istatistikleri sonuçlarından olarak, o dönemde en yüksek tonajda yükün Yunanistan bandıralı gemilerle taşındığı görülüyor.<br /> İngiltere, Fransa, Avusturya ve Belçika ile ticaretin durumu, Galata borsası başta olmak üzere ticari kuruluşlar, ülkede bulunan başlıca iskeleler ve deniz ulaştırmacılığı da bu bölümde işleniyor. Dikkati çeken, Avrupalıların bu konularda son derece aktif olduğu, tüm imkânlarını gayrimüslimlere açtığı, daha çok onlarla çalıştığı ve 1860’lar itibariyle iyice kökleştiği hususudur. Türk – Müslümanlar bu esnada varsa tarım ve hayvancılık, yoksa askerlik ve hamallık yapmaktadırlar.<br /> f. Altıncı Bölüm – İmar İşleri: <br /> Yollar yönünden Avrupa’da Türkiye’den daha zayıf bir ülke yoktur. Bu konu tarım ve sanayi başta olmak üzere her şeyi olumsuz etkilemektedir. Devletin bu zamanlarda çeşitli ülkelere yol ve demiryolu yaptırabilmek için büyük imtiyaz sözleşmeleri hazırlığı içinde olduğunu görüyoruz. Yazar bu bölümde çeşitli yol projeleri üzerinde tartışıyor. Olası bir Avrupa – Hindistan demiryolunun bütün taraflara sağlayacağı faydalar, bu demiryolunu kurmasını tasarladığı kuruluşun yönetim yapısı (Türk – İngiliz – Fransız hükümetlerinin gözetimi altında Uluslar arası Asya – Avrupa Ulaşım Kumpanyası) bunların yapımında karşılaşılacağı değerlendirilen güçlükler (güvenlik gibi) üzerinde çeşitli fikirler ortaya konuyor.<br /> g. Yedinci Bölüm – Maliye: <br /> Osmanlı maliye sisteminin çağa ayak uyduramayışını, geri kalmışlığını, adaletsizliğini bu bölümde eleştiriyor ve olabilecek çözüm yollarını gösteriyor. Tanzimat fermanı ve Gülhane Hattının ilerlemede büyük adımlar olduğunu, ancak yetersiz olduğunu, maliyeye de büyük bir neşter vurulması gerektiğini vurguluyor. İmparatorluğun farklı yerlerinde farklılıklar arz eden uygulamalar, farklı vergi oranları, her tarafta hâkim olan rüşvet ve iltimas, savurganlık gözler önüne serildikten sonra, Avrupa’nın bu ülkenin kalkınması için yaptığı fedakârlıklar (!), ve bu “canayakın (!)” eğilimlerin devamı için devletin üstüne düşen görevler, gelecekte ortaya çıkacak olan “Düyunu Umumi” ye giden basamaklar – sanki bizi çok düşünürmüş gibi – anlatılıyor. En çok da yabancıların Türkiye’de mülk edinebilmeleriyle ilgili talepler var.<br /> (1) Vergi sistemi büyüteç altına alınmış ve hukuki temelinden başlayarak, evveliyatı da dahil olmak üzere tepeden tırnağa ayrıntılı olarak incelenmiş, tespit edilen yanlışlıklar anlatılmıştır. Belli eyaletlerin vergi gelirlerini arttırabilmek için olabilecek tedbirler, üretim, ihracat ve ithalatları göz önüne alınarak tavsiye edilmektedir. Bu konuda İzmir’de Ali Nehab Efendi’nin yaptığı bir çalışma övülüyor ve tavsiye ediliyor, yine söz döndürülüp dolaştırılıp yabancıların Türkiye’de mülk edinebilmeleri hakkının bir an önce yürürlüğe konmasına dayandırılıyor.<br /> (2) Bütçe konusu üzerinde de ayrıntılı olarak durulmuş. Verilerin kesin olmaması ve kayıtdışılık o dönemde de önemli bir sorun. Kırım savaşının olumsuz etkilerinin birçok konuda olumsuzluklara yol açtığı belirtildikten sonra o yıllara ait bir gelir – gider tablosu konulmuş. Burada en büyük gider kaleminin yaklaşık % 41’lik oran ile orduya ait olduğu görülüyor. Bir başka dikkat çeken, yazarı da rahatsız eden konu, “vakıflar yönetimine yardım” adı altında gösterilen giderler. Vakıf mallarının koruma altına alındığından hareketle, zenginlerin mallarını korumak için vakfettiklerini iddia ediyor, ayrıca vakıflar idaresinin Osmanlıdaki tüm taşınmaz malların ¾’ünün ismen sahibi olduğunu yazmış. <br /> (3) Para sistemini anlatırken, Sultanın zaman zaman kurlarla oynamak ahlaksızlığını gösterdiğini iddia ediyor. Zaman içinde basılan paraların durumlarını ayrıntılı olarak inceliyor. <br /> (4) İç ve dış borçlar da bu bölümde inceleniyor: 1453’ten 1853’e kadar borçsuz olarak her türlü giderini karşılayabilen Osmanlının Kırım savaşından sonraki borç batağına düşüşü anlatılıyor. Bu borçların (yaklaşık 760 milyon frank) İngiltere’nin (20 milyarın üzerinde) ve Avusturya’nın (5 milyar) borçları karşısında çok küçük olduğunu ve devletin itibarı için süratle ödenmesi gerektiğini vurguluyor. Düyunu Umumi uygulamalarına kadar götüren yolun aşamaları, 1858 borçlanması, Mirés borçlanması (1860), Devaux borçlanması (1861), 1862 borçlanması, 1863’te Divan-ı Muhasebat’ın (Sayıştay) kurulması, aşama aşama anlatılıyor, her bir borç verilirken ortaya konan şartlar ve o zamanki yönetimin bütün bunları kabul edişi anlatılıyor. Osmanlının nasıl acınacak hallere düştüğü burada görülüyor. <br /> ğ. Sekizinci Bölüm – Eğitim:<br /> Eğitim sistemi kabaca anlatıldıktan sonra geri kalmışlık, dine dayalılık konusu haklı olarak eleştiriliyor. O devrin yüksekokullarında bilim adamı, teknik personel değil, din adamı yetiştiriliyordu. Dışarıdan insanların başında bulunduğu özgür (!) basın övülüyor. Bu bölümün sonundaki şu paragraf, durumu şöyle özetler: “İstanbul’da oldukça çok kitaplık vardır, ama buralarda ancak dini kitaplar ve birkaç Avrupa kitapları çevirisi bulunur. Tıp, VIII’inci yüzyıldaki Arapların tıbbından çok daha geridir (bu sözünü ileriki bir bölümde yalanlıyor), cerrahlık fazla ilerleme yapmamıştır. Bilindiği gibi resim ve heykel yasaktır. Müzik aletleri Yunanlılardan (!onlardan miras aldık ya!) beri çeşitlenmemiştir. Son olarak seyirlik sanatlar kuklalar ve utanmazlıklarıyla dikkat çeken gölge oyunundan ibarettir.” Yazar her ne kadar satır aralarında Türklüğe hakaretler etse de, bu konuda haklı noktalara temas ediyor.<br /> h. Dokuzuncu Bölüm – Sosyal Yardım:<br /> Sosyal yardımlaşmanın iyi şekilde olduğu, insanların ve devletin bu konudaki gayretleri konusunda takdirli ifadeler var. Ancak bu konunun organizasyonundaki bozuklukları haklı olarak eleştiriyor. Türk yardım kuruluşlarının tüm insanlara açık olduğunu, azınlıklara ait olanların sadece kendilerine hitap ettiğini satır aralarından çıkarıyoruz. Avrupa’da olmadığı kadar sosyal yapının sağlam olduğunu, sokağa terk edilen çocukların olmadığını, kadınların daha az çılgınlığın pençesine düştüğünü, akıl hastalarının, ihtiyarların, evsizlerin, fakirlerin gerekli bakımı gördüklerini ifade ederken satır aralarında bunlara da kulplar yakıştırmaktan geri kalmıyor.<br /> ı. Onuncu Bölüm – Ordu ve Deniz Kuvvetleri: <br /> Osmanlı ordusunun genel tarihi safhalarını anlattıktan sonra o günkü duruma dair tahminler yapıyor. Kayıtlara göre yedekler dâhil olması gereken asker sayısının 400.000 olduğunu, ancak bu rakamların abartılı olduğunu, gerçek rakamın yaklaşık 150.000 olması gerektiği tahminini yapıyor. Orduda; Taburdan üst birlik seviyesinde koordineli bir harekâtta bulunma yeteneğinin bulunmadığı, subayların mesleklerinin temel konularını bile bilmedikleri, generallerin yetiştirilerek değil de, vezirlerin yakınlarından – hiçbir askerlik tecrübesi olmasa bile – seçilerek atandığı, sadece kâğıt üzerinde, ama maaş alan taburlar bulunduğu, sistem diye bir şeyin olmadığı gibi gerçekleri belki biraz da abartarak yüzümüze vuruyor. Askerlik görevini yapmak üzere evinden ayrılan askerlerin ailelerinin yaşadığı trajedi, bu zafiyetten beslenen gayrimüslim tefecilerin giderek zenginleşmesi ve arazi sahibi oluşları, bu milletin o zamanlarda da hangi merhalelerden geçtiğini gözler önüne seriliyor.<br /> Bahriyenin 1853 itibariyle çok zayıf durumda olduğu, çoğu eski, arızalı veya silahsız 86 gemiden ibaret olduğu, Kırım savaşında 13’ünün Sinop’ta harap olduğu, gerisinin de müttefikler tarafından taşıma işlerinde kullanıldığı da bu bapta anlatılıyor.<br /> i. On birinci Bölüm – İslam Hukuku ve Adli Örgütlenme:<br /> İslam hukukunun medeni hukukla çelişen yönleri, kaynakları, Kur’an ve Sünnet, kişi hak ve hürriyetleri, mülkiyet, camilerin malları, ceza hukuku açılarından incelenerek objektif değerlendirmelere yer veriliyor. Ancak cezalar konusunda haksızlık yapılıyor, fethedilen yerlerdeki gayrimüslimlerin alışkanlıklarından olan ve tarihte devşirme yeniçeriler tarafından gayri resmi olarak nadiren uygulanmış olan idam cezasının farklı infaz şekilleri (kazığa oturtma, başın havanda ezilmesi, çengel veya kanca, sakat bırakma) İslam Hukukunun veya Osmanlı Adalet Sisteminin bir parçasıymış gibi eleştiriliyor.<br /> Adli örgütlenme konusu da çok fazla eleştiri getirilmeden, hatta biraz da övgüyle ele alınıyor, ancak yeniliğe, elastikiyete açık olmayışıyla Osmanlının sonunu hazırladığı gerçeğinin altı çiziliyor.<br /> j. “Sonuç” Bölümü:<br /> Reformlar yapan devlet adamlarından övgüyle bahsediliyor ve daha yapılması gereken reformlar anlatılıyor; adli, mali, askeri daha çok reformlar gerektiği vurgulanıyor.<br /><br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-23707850877197244912015-10-10T15:03:00.000-07:002015-10-10T15:03:12.082-07:0021’inci Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti, Kemal GİRGİN– Işık BİREN<div style="text-align: justify;">
<blockquote class="tr_bq">
<b> 21’inci Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti, Kemal GİRGİN– Işık BİREN</b></blockquote>
<blockquote>
<b>Son yüzyılda dünyada gelişen önemli olaylar, yaşanan felaketler, ilerlemeler, savaşlar, barışlar ve güç dengelerinin nedenleri ile geçmişi özetlemek ve ileriye dönük düşünceleri geliştirmektir. </b> </blockquote>
</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /> Dünya Siyaseti Açısından 20’nci Yüzyılın Bilançosu:<br /> 20’nci yüzyılın özetini ifade ederken dünya siyaseti açısından kullanılan iki kelime ‘’ilerlemeler’’ ve ‘’trajediler’’ olacaktır. İlerlemelere bakıldığında; 20’nci yüzyılda insanoğlunun yaşamında, kara ve denizin yanı sıra havanında gitgide gündeme girdiğini görmekteyiz. 20’nci yüzyıl boyunca havacılık ve nükleer güç gibi büyük atılımların yanı sıra, elektrik-elektronik buluş ve uygulamaları ile haberleşme, ulaşım ve sanayide büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Ayrıca tıp alanındaki buluşlar, yeni ilaç ve metotlar, medyadaki yoğun yenilikler, internetin yaygınlaşması, eğitimin yaygınlaşması, yaşam konforunun artması, tüketimin yükselmesi gibi olgular, hep kapattığımız 20’nci yüzyılın başarıları arasındadır.<br /> Bütün bu ilerleme-gelişme olaylarının yanı sıra, 20’nci yüzyılın ikinci en belirgin özelliği ‘’trajediler’’ ile dolu olmasıdır. Olumsuz veya trajik niteliğin belli başlı nedeni, yüzyıl boyunca yaşanmış olan savaşlar ve kanlı çatışmalardır. 20’nci yüzyılda yaklaşık yüz milyon insan savaş ve çatışmalarda hayatını kaybetmiş, yüz milyonlarca kişi de bu olayların maddi ve manevi ızdıraplarını yaşamıştır.</div>
<a name='more'></a><br /> 10 milyona yakın insanın öldüğü Birinci Dünya Savaşı sayesinde savaş araç ve gereçleri ile teknolojide gelişmeler kaydedilmiştir. İkinci Dünya Savaşı, birincisine nazaran çok daha kapsamlı biçimde, çok daha büyük bir alanda ve daha da fazla devletin katılımı ile gerçekleşmiş, insan kayıpları ve tahribatı çok daha fazla olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ nın bitimiyle dünya siyaset ve diploması hayatına yarım yüzyıl kadar damgasını vuran ‘’Soğuk Savaş’’ dönemi yaşanmıştır.Soğuk Savaş döneminde iki süper güç (ABD ve SSCB) kendi sosyo-politik düzen ve modellerini dünyaya kabul ettirme gayretine girmişlerdir. Neticede, soğuk savaş ABD ve Batı ülkelerinin galebesiyle sonuçlanmış, Sovyet sistemi kendi iç sorunları ve başarısızlıkları sonucu çökmüş, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılmış, Almanya gibi ideolojik bölünme halindeki merkezi ve güçlü bir devlet yeniden birleşmiştir. 21’nci yüzyıl başında dünyada artık imparatorluk kalmadığı söylenebilir.20’nci yüzyıl sonlarında artık sömürgeciliğin neredeyse tasfiye edildiği bir gerçektir. <br /> 20’nci yüzyılda, dünyanın bir kısım önemli ülkelerinde totaliter, diktacı, polisiye ve militarist karakterde rejimler oluşmuş, bunlar dünya ve bölgeleri için hayli ciddi tehlikeler yaratmış, bir kısmı da kendi milletlerini felakete sürüklemiştir. Totaliter ve Militarist akımlar olarak; Komünizm, Faşizm, Nazizm, Çin’deki totaliter ve diktatoryal rejim ve İspanya ile Portkiz’deki diktatörel rejimden bahsedilebilir.<br /> Dünya siyasetinin son yüzyıldaki en önemli özelliklerinden biri de mevcut devlet sayısındaki devamlı artış olmuştur. Nitekim, 20’nci yüzyıl başlarında yaklaşık 40-50 devlet var iken yüzyılın sonunda neredeyse yüz doksana yaklaşmıştır. İlk çoğalma süreci 1’nc Dünya Savaşı sırasında yaşanmıştır. Asya, Afrika, Avrasya ve son olarakta Avrupa kıtasının göbeğinde yeni devletler oluşmaktadır. Bu yeni ortaya çıkan bir kısım devletlerin benzer durumda olanları, birbirleriyle dayanışma veya danışma amacıyla bir araya gelmeleri, bazı durumları ve problemleri dünya forumlarında tartışmaya açmaları da 20’nci yüzyıl sonlarında dünya siyaset sahnesinde uzun süre boy göstermiştir. Bu birlikler, bölgesine ve amacına göre ilk başta belirli sayıda üye ile işe başlamışlar, fakat günümüze kadar üye sayıları gittikçe artmış, bazıları ise şekil veya isim değişikliklerine uğramıştır. Son 50 yılda bu kuruluşlardan önemlileri şunlardır; Avrupa Konseyi, NATO, OECD, AB, LAFTA, AGİT, KEİ, OPEC, G-7, G-20 vb.<br /> 20’nci yüzyıl pek çok olaya ve gelişmelere sahne olmuş, gayet dinamik bir yüzyıl dilimi yaşanmış, bunun sonucu bir takım kötü birikimler olmuştur. Bunlar; nüfus patlaması, milliyetçilik kasırgası, çevre sorunları, enerji ve su sorunları, terörizm, nükleer yayılma, global güvenlik ihtiyacı, ekonomik krizler vb.<br /> 21. Yüzyılda Temel Sorunlar ve Küresel Boyutları:<br /> Küreselleşme bir aldatmaca veya rüya mıdır? 21. Yüzyıl başlarında, günümüzde, dünyadaki yeni değişim ve gelişimler ortamında en çok sözü edilen yeni kelime “Küreselleşme’’ olup, kısaca anlamı; “dünyamızın artık adeta bir tek ülke imiş gibi düşünülmesi, mevcut sınırların ve devlet kısıtlamalarının yokmuş gibi kabul edilmesi, her türlü ekonomik ve sosyal temasın engel tanımadan serbestçe yürütülmesi ve geliştirilmesi felsefesi ve uygulaması olgusudur” denebilir. 21’nci yüzyıldaki küreselleşmenin belli başlı gelişme vaad eden alanlarının başında insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gelmektedir. Bu yeni yaklaşımın taraftarları, bu yolla genişleyip güçlenerek, diğerleriyle rekabet olanaklarının artacağı, genel giderlerinin düşeceği, pazar alanlarının genişleyeceği, mevcut personel yüklerinin kadro indirimleriyle hafifleyip, yeteneği yüksek yöneticilerle daha başarılı olacaklarını savunmaktadırlar.<br /> Bu yeni görüş ve girişimlere şiddetle karşı çıkan kesimler de harekete geçmiş olup karşıt görüşlerle bu yeni moda küreselleşme akımını protesto etmektedirler. Bunların iddialarının özünde, dünyanın ve ülkelerin yönetimlerinin artık devleşmiş şirketlere geçeceği, bu şirketlerin karlarını katlayarak büyütmek için ahlaki olmayan uygulamalarda bulunabileceklerini, büyük yönetici ve kapitalistlerin karşısında zayıf durumdaki emeği yani bireyi ezeceklerini, personel tasfiyeleri yaşanacağını, tüketicileri tekellerin sömüreceklerini, mevcut ekonomik uçurumun daha da artacağını ve sefaleti arttıracağını ileri sürmektedirler.<br /> 20’nci yüzyıl sonlarında yaşanan ekonomik krizlerin temelinde, kriz yaşanan ülkelerdeki yabancı sermayenin kaçışı olup bu da küreselleşmenin getirdiği finansal serbestliğin yüzünden olmuştur. Bu finanssal serbestlik, zengin Avrupa Birliği ülkelerinden bile ABD’ ne para transferlerine yol açmakta ve iki dev ekonomik güç arasında sürtüşme konusu olmaktadır. ABD gittikçe dünyanın ekonomik ve finansal merkezi haline gelmektedir. Bunun getirisi; askeri ve siyasi bakımından dünyanın en son sözü söyleyen, kararları tartışılamaz patron gücü olmak neticesidir. İşte bu nedenle AB kendini ABD karşısında toparlamaya çalışmakta ve ayrıca iki dev ülke Rusya ve Çin sık sık yaptıkları zirve toplantılarında aralarında stratejik işbirliği kararları almakta, özenle de ’’tek kutuplu dünya düzeni’’ ni reddettiklerini ve çok kutupluluk istediklerini vurgulamaktadırlar.<br /> Nüfus uzmanlarının hesaplamalarına göre, yeryüzünde bugüne kadar yaklaşık 80 milyar insan gelip geçmiştir. 21’inci yüzyılın başlarında dünya nüfusu 6 milyarı biraz aşmış bulunmaktadır (oysa 10 bin yıl kadar öncesi, dünya nüfusunun sadece 5 milyon civarında bulunduğu uzmanlarca ileri sürülmektedir). Eldeki modern verilere göre, saniyede 3 ve günde (dünyada) yaklaşık 250 bin bebek doğmakta, bunların birazının ve yetişkin yaşlardaki insanların günlük doğal ölümleri düşünüldüğünde, dünya nüfusunun yılda 80-90 milyon civarında arttığı hesaplanmaktadır. <br /> Bu tempo ile dünya nüfusunun 21’inci yüzyıl sonunda 12-15 milyar civarına ulaşacağı ve o zamana kadar, zaten şimdiden hayli zorlanmış ve niteliği zayıflamış dünya ve toprak altı kaynaklarının, yetmez noktalara ulaşacağı, bunun da beslenme ve sağlık problemleri, su ve enerji krizleri ile sosyal karışıklıkların arttığı, siyasal krizlerin patlak verdiği bir dünya demek olacağı öngörülmektedir.<br /> Dünya siyaseti açısından halklarına daha çok ve iyi şeyler sunmak düşünce ve dürtüsü, başka ve yeni kaynaklara sahip diğer bölgelere göz dikmesi, mevcut kendi kaynak ve imkanlarının kıskançlıkla korunması, kendi çıkarı için diğerlerine bir kısım ekonomik ve ticari formüllerin empoze edilmesi, dünya gerginliklerini arttırmakta, uluslar arası ilişkileri derinden ve olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle milletlerin kalabalıklaşması dünyadaki huzursuzlukların temel taşı olup, zengin- fakir uçurumunun artması ve sonuçları veya buna çareler bulunması 21’inci yüzyılda dünya siyasetinin başta gelen meselesidir.<br /> Komünizm ve Sovyetlerin sonunun yarattığı yeni problemlerden biri de çeşitli yerlerde milliyetçilik ve mikro milliyetçiliğin patlak vermesi olmuştur. Hakim gücün zayıflaması sonucu bazı küçük toplulukların üzerlerindeki baskının hafiflemesiyle kendi milli-etnik benliklerini uyandırıp vurgulayarak daha çok hak, özerklik ve hatta bağımsızlık arayışlarına kadar görünümler sergilemiştir. Bu olgular, yer yer günümüzde de devam etmektedir ve 21’inci yüzyıl’da da kısmen devam edecektir. <br /> Dünyayı tehdit eden bir diğer problem çevre sorunlarıdır. Dünyada gittikçe artan havadaki karbondioksit yüzdeleri ve buna bağlı olan tehlike doğuracak iklim ısınmalarının %45’i sadece en baştaki sanayici ülkeler (G-7) tarafından yaratılmaktadır. Günümüzdeki çeşitli bölgeleri vuran şiddetli seller, kasırgalar, tayfunlar, kuraklık sıkıntıları ve ölümler getiren doğal afetler bu sıralarda başlamış bulunan mevsim normallerini sık sık aşan anormal sıcaklar sonucu olmaktadır. <br /> Sera gazlarının artışı neticesinde ozon tabakası incelmesi sonucu ortaya çıkan ‘’Kara Delik’’ alanının ABD’ nin topraklarının 2 katı büyüklükte olduğu saptanmıştır. Ayrıca nükleer enerji, gittikçe azalan petrol yüzünden, hayli önem kazanmışsa da nükleer santrallerde tehlikeli durumlar yaşanmaktadır.<br /> Yerküremizin akciğerleri ve oksijen kaynağı olan ormanlar son yüzyılın yoğun kalkınma furyası ve insanların hırsı ve dikkatsizlikleri yüzünden çok olumsuz etkilenmiştir. Dünya bitki ve hayvan çeşitlerinin %50 kadarını yaşatan tropikal ormanlar hızla kayba uğrayarak, her yıl azalmaktadır. <br /> Dünya politikası açısından, çevre sorunu türlerinin bazıları ulusal politikalar ve tek taraflı önlemler gerektirirken, bir kısmı ise devletlerin yardımlaşmasını, ortak önlemler alınmasını, araştırma ve uygulamaları, koordineli çalışmaları ve bu amaçlarla ikili veya çok taraflı görüşmelerle, anlaşmalar ve sözleşmeleri gerektirmektedir.<br /> “İnsan Hakları’’ konusu 21’inci yüzyıl başında dünya siyasetinde diğer bir anahtar kelime ‘’küreselleşme’’nin yanı sıra ön planda rol oynayan ve en çok kullanılan bir ölçüt durumundadır. BM’ in düzenlemelerinin yanı sıra Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği devletleri insan hakları konusuna verdikleri önemi yoğunlaştırmışlardır. Ancak, üyelerin bazı uygulamalarında ortaya çıkan faklılıklar, söylemlerdeki sözlere ve imzalanan belgelerdeki yükümlülüklere rağmen bu alanda tam bir ahenk ve samimiyet yaratılamadığını, bazı ülkelerin bu prensipleri işlerine geldiği şekilde yorumlayıp uyguladıklarını, bazı ülkelere karşı çifte standartla yaklaşıldığını ortaya koymaktadır. İnsan hakları konusu 21’inci yüzyılda da daha da gelişmekle beraber, bazı uyuşmazlıkları da gündeme getirerek yeni çabalar gerektirecektir.<br /> 21’inci yüzyılda da dünyada uluslararası ve uzmanlık işlemi gerektiren olayların çoğalmasında, küreselleşmenin, yani dünyadaki sınırların ve kontrollerin gevşemesi, ulaştırma ve haberleşme kanallarının çok yaygınlaşması ve hızlanması, para transferlerinin liberalleşip evrensel boyutlara ulaşması, otoriter devletlerin ve yöntemlerin zayıflaması, ülkelerarası insan temaslarının artması, moda olan insan hakları olgusunun yaygınlaşmasının yarattığı kişisel özgürlük ortamı ve tüketim toplumu modelinin güç kazanmasıyla iyi yaşam ve kazanç hırsının yükselişi gibi faktörler, son 20-30 yıldan beri yaygınlaşan bu sosyo-ekonomik hastalığı daha da geniş boyutlara taşımaktadır.<br />Bu yeni yüzyılda, birinci önemdeki Ortadoğu enerji rezervlerine ilaveten devreye sokulacak ikinci sıradaki kıymetli Hazar Havzası ve Kazakistan yöresi petrol ve doğal gaz rezervlerinin işletilmesi ve ürünlerinin pazarlanarak denize doğru akıtılmaları sorunu şimdiden gittikçe yoğunlaşan bir ekonomik çıkar çatışması ortamı yaratmış bulunmaktadır. <br /> Dünyada bazı bölgeler su konusunda gittikçe büyüyen ihtiyaçlar ve kaygılar içinde bulunuyorlar. Bu durum da bölgesel huzursuzluk ve sürtüşme kaynağı olmaya adaydır. BM’ in üzerinde çalıştığı sözleşme, sınır aşan suların adil ve mantıklı kullanımının, coğrafi, ekolojik, iklimsel, devletlerin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları, nüfus miktarları gibi kriterlere bağlı olması üzerinde duruyor.<br /> 21’inci yüzyıla maalesef dünyanın birçok yerinde patlayan bombalar ve terör eylemlerinin sürdüğü bir ortamda girilmiştir. Her aksiyonun bir reaksiyonu olacağı kuralına uygun olarak, terör örgütleri ve eylemleri de devletlerin anti-terör önlemlerine ve organizasyonları oluşturmalarına yol açmıştır. Bir kısım ülkeler, terörle mücadelede özel kanunlar ve mahkemeler de oluşturmuştur. 11 Eylül’ de ABD’de yapılmış korkunç saldırılar bu alanda ’’Küresel Terörizmin’’ tanımını getirmiş, bilindiği gibi, ABD bu eylemlere dünya çapında savaş açarak, bir anti-terör koalisyonu kurarak NATO müttefiklerini de yanına alıp Afganistan operasyonuyla mücadeleye başlamıştır.<br /> 21’inci yüzyılda da uzun bir süre dünyanın birçok yerinde terör eylemleri yaşanması maalesef kaçınılmaz gözükmektedir. Bütün devletlerin elbirliği ile samimi yaklaşımlarla bu sosyo-politik belaya karşı ortak hareket etmeleri gündemden düşmeyecek ve tek çare olacaktır.<br /> Bir tarafta etnik çatışmalar, büyük çıkar çatışmaları, insan hakları ihlalleri, etnik temizlik girişimleri ve diğer tarafta da barışın sağlanması ve idame edilmesi ihtiyacı yeni yüzyılda güvenlik sorununa yeni bir boyut kazandırmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Irak’ın Kuveyt’in işgali, Somali’deki insanlık dışı olaylar, eski Yugoslavya’ daki Bosna ve Kosova dramları göstermiştir ki BM imkanları tek başına barışın sağlanması ve idamesinde kesin bir çözüm sağlamaktan uzaktır. Ve yine her seferinde de görülmüştür ki, dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD’ nin kararlığı ve müdahalesi olmadan, ne Avrupa ülkelerinin ne de silahlı kuvvetlerine gerekli parayı veremeyen Rusya Federasyonu’ nun tek başına bir girişimi mümkün olmamaktadır. <br /> Dünya 21’inci yüzyılda da bitirdiğimiz son yüzyıl gibi bir yandan teknolojik ve ekonomik yeni ve önemli ilerlemelere şahit olurken, diğer yandan sorunlardan, savaşlardan uzak olamayacaktır.<br /><br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-80466793708586786122014-01-12T04:01:00.001-08:002014-01-12T04:01:25.586-08:00Hacı Bektaş Veli Makâlât Konuşmaları - Öğütleri, Ahmet TekinHacı Bektaş Veli’nin bu eserini sadeleştirerek hazırlayan yazar Ahmet TEKİN kitaba Anadolu’nun nasıl yurt edinildiğini, ne tür fedakârlıklar yapıldığını, günümüzde ülkemiz üzerinde oynanmak istenen oyunları, devletin önemini ve toplumsal değerlere sahip çıkılması gerektiğini ifade ederek başlamıştır. Yazar, Hacı Bektaş Veli’nin şahsiyetini ve Türk ve İslam âlemi için önemini belirttikten sonra asıl eseri on bir bölümde toplamış müteakiben asıl esere Hz. Muhammed’in hayatının kısa bir özetini ve Veda Haccı’nda yaptığı konuşmayı dâhil etmiştir.<a name='more'></a><br /> Yazar Ahmet TEKİN, Hacı Bektaş Veli’nin dini ve tasavvufi konulardaki duygu ve düşüncelerini açıkladığı makâlât esereni açık, sade ve anlaşılır bir üslupla okuyucuya sunmuş, ayetlerin açıklanmasında kendi özgün ifadelerini kullanmıştır.<br /> Hacı Bektaş Veli dini ve tasavvufi konulardaki duygu ve düşüncelerini Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetler ve hadislerle, bazı bölümlerini ise, sadece ayetlerle anlatmaya çalışılmıştır.<br /> Hacı Bektaş Veli kitabın birinci bölümünde Allah’ın insanları dört türlü nesneden yarattığını ve dört bölüğe ayırdığını belirtmiştir. Yaratmış olduğu dört bölük insanlardan birinci bölüğün âbidler (şeriata uyanlardır ve asılları yeldendir. “Yel şifa verici, hem de kuvvettir.” ), ikinci bölüğün ihtiraslarını ve dünya zevklerini terk eden zahitler (bunların aslı ateştendir ve bunlar tarikat ehlidir. ), üçüncü bölüğün kendilerini ve Rablerini tanıyan arifler (bunların aslı sudandır ve bunlar marifet bölüğüdür. “Su, hem kendi temizdir, hem de temizleyicidir.” ), dördüncü bölüğü ise âşıklar (bunlar hakikat ehlidir ve bunların aslı topraktandır. Toprak teslimiyet ve rızayı teslim eder. ) olarak tanımlamıştır.<br /> İkinci bölümde Hacı Bektaş Veli insanların Tanrıya kırk makamda erişebileceklerini ve dost olabileceklerini, bu kırk makamın ise on tanesinin şeriat, on tanesinin tarikat, on tanesinin marifet, son on tanesinin de hakikat içinde olduğunu düşünmektedir.<br /> Hacı Bektaşi Veli üçüncü bölümde şeriatın emir ve hükümlerini açıklamıştır. Ona göre şeriatın birinci emri iman etmektir. İkinci emri ilim öğrenmektir. Üçüncü emri namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü ve imkânı olanın hacca gitmesi, seferberlik olunca kaçmayıp düşmana karşı savaşmak ve cünüp olunca temizlenmesidir. Dördüncü emri helalinden kazanmak ve faizi haram bilmektir. Beşinci emri evlenmek, nikâh kıymaktır. Altıncı emri, eşleriniz hayız ve loğusa halinde iken cinsi münasebeti haram bilmektir. Yedinci emir, Hz. Peygamberin sünnetine riayet edenlere, cemaate katılmaktır. Sekizinci emir, şefkattir. Dokuzuncu emir, temiz yemek ve temiz giyinmektir. Onuncu emir, iyiliği, meşru olanı emredip kamu düzeni sağlamak, kötülüğü, suçu yasaklayıp kamu güvenliğini temindir. <br /> Dördüncü bölümde tarikata giden yolları, usulleri açıklamıştır. Ona göre tarikata giden ilk yol, pirden el alıp günahlardan vazgeçip Allah’a itaate yönelmekle, tövbe etmekle başlar. Tarikata gidişin ikinci yolu mürit olmaktır. Tarikatın üçüncü usulü saç kesmek ve elbise değiştirmektir. Tarikatın dördüncü usulü nefisle mücadele ederek olgunlaşmaktır. Beşinci kural hizmet etmektir. Altıncı kural korku halinde bulunmaktır. Yedinci kural ümit halinde bulunmaktır. Sekizinci kural hırka, zenbil, makas, seccade, subha, iğne ve asadır. Dokuzuncu kural makamları, rütbeleri tek tek elde ederek ilerlemek, etrafına cemaat toplamak, nasihatlerde bulunmak, herkesi sevmektir. Onuncu kural aşk, şevk, sefa ve yoksulluk içinde yaşamaya tahammüldür. <br /> Beşinci bölümde Allah’ı ve kendini tanımayı, makamları ve derecelerini açıklamıştır. Bu bölüm on makamdan oluşmaktadır. Birinci makam edepli olmak, ikinci makam devamlı korku halinde bulunmak, üçüncü makam perhizkârlık, dördüncü makam sabır ve kanaat, beşinci makam utanmak, altıncı makam cömertlik, yedinci makam ilim, sekizinci makam yoksulluk içinde yaşamaya tahammül, dokuzuncu makam rabbini tanımak, onuncu makam kendini bilmektir. <br /> Altıncı bölümde hakikate ermenin makamları ve dereceleri açıklanmıştır. Hakikatin birinci derecesi toprak olmak, ikinci derecesi yetmiş iki milleti ayıplamamak, üçüncüsü elinden geleni esirgememektir, dördüncüsü dünyada yaratılmış bulunan bütün varlıkların kendisine güvenmesi, emin olması, beşincisi mülk ve hükümranlık sahibine yüzünü sürüp, yüz su-yu yaratılış sebebi olan Muhammed’in nurunu bulmak, altıncısı sohbette hakikat sırlarını açıklamak, yedincisi seyr-i sulûk, sekizincisi sırrı saklamak, dokuzuncusu münâcat, dua, onuncusu ise Tanrı’nın rızasına kavuşmaktır.<br /> Yedinci bölümde marifetin mahiyeti açıklanmıştır. Hacı Bektaş Veli’ ye göre gönülde iki sultan vardır, bunlardan biri rahmani diğeri ise şeytanidir. Rahmani sultanın adı akıl, vekili iman ve muhafızı yoksulluğa tahammüldür. Kalbin sağ kulakçığında yedi kale vardır ve Allah bu yedi kaleye yedi muhafızı vekil etmiştir. Bunlar ilim, cömertlik, hayâ, sabır perhizkârlık, korku halinde yaşamak ve edepli olmaktır. <br /> Sekizinci bölümde ise şeytanın hallerini açıklamıştır. Gönüldeki ikinci sultan iblistir. Şeytanında vekili nefistir, muhafızları ise, kibir, haset, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve alay etmektir. Bunlar da kalbin sol kulakçığında bulunur ve sağ kulakçıktaki muhafızlar ile çatışma halindedirler. Bu bölümde ayrıca şeytani duyguları yenmenin yolları anlatılmıştır.<br /> Dokuzuncu bölümde marifet makamının tevhit anlayışı, onuncu bölümde Âdem a.s.’ın yaratılışı ve özellikleri, on birinci bölümde ise Âdem a.s.’ın neslinin çoğalması ve vasıfları açıklanmıştır.<br />Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-82672969947455289252014-01-12T03:59:00.002-08:002014-01-12T03:59:53.097-08:00Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra<b>Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra. </b><!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]--><b><span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt;">İnsanların, olayları oldukları
gibi değil kendi istedikleri gibi kabul</span><span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt;"><span style="mso-tab-count: 6;"> </span><span style="mso-spacerun: yes;"></span>etmesi</span></b><br />
<span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt;"> </span><span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt;"></span>
<br />
İspanyanın Mancha ilinin bir köyünde fazla zengin olmayan, elli yaşlarında, yapısı sağlam, vücudu ince, yüzü zayıf Kişot adında soylu bir bey yaşar. Bu soylu bey sabahları erken kalkar, avdan çok hoşlanır ve boş kaldığı zamanlarda şövalye romanları okumaya bayılır. Bu işi öyle tutku ile yapar ki, öteki işlerinin çoğunu unutur. Gün geçtikçe; soylu bey kendini okumaya iyice kaptırır ve o kadar ileri gider ki, verimli topraklarının bir kısmını satıp şövalye romanları alarak, gece gündüz hiç durmadan okumaya başlar. Zihni kavgalarla, meydan okumalarla, aşklarla ve tutkularla dolar. Sonunda devletin iyiliği ve kendi kişisel ünü için zırhını giyer; bütün haksızlıkları gidermek ve ölümsüz bir ün kazanmak maksadıyla; dünyayı dolaşıp gezginci şövalye olmaktan başka bir şey yapamayacağına inanır.<br />
<a name='more'></a><br /> Şövalyelik için ilk işi dedesinden kalma zırhı temizlemek olur; diğer eksikleri ise kartonla tamamlar. Sonra ahıra gidip atını gözden geçirir; ona bir ad bulabilmek için tam dört gün düşündükten sonra “Rosscinante” adını verir. Atına isim bulduktan sonra sıra kendisine gelmiştir. Kendisine isim bulabilmek için ise sekiz gün düşünür; sonunda “Don Kişot” adını bulur. Kişiliğini tamamladıktan sonra sıra aşık olacak bir kadın aramaya gelir. Kendisine, habersiz olarak aşık olduğu genç ve güzel bir köylü kızı olan “Aldonzo Laranzo”yu seçer ve ona “Dulcinea de Tosobo” adını verir.<br /> Don Kişot, kafasındaki tatlı fikirleri gerçekleştirmek için gecenin ikisinde yatağından kalkar, zırhını giyinir, silahını kuşanır ve daha sonra ahıra gidip atını eğerler. Şatosundan süratle uzaklaşır ve yol kenarındaki bir hana girer. Don Kişot orada hancının önüne diz çöker ve “Sayın Dere Beyi Vali” diyerek kendisini şövalye ilan edip zırhını ona giydirmesi için yalvarır. Hancı şövalye olabilmesi için onu hanın arkasına götürür ve burada sabaha kadar nöbet tutmasını söyler. Sabah olduğunda hancı elindeki hesap defterini açarak “orenus orenus” der; ve kılıcı asilzadenin beline kuşatır. Hancı, “lütfen ayağa kalkınız şövalye” der ve tören biter.<br /> Don Kişot handan uzaklaşırken şövalye olması nedeniyle, sevinçten uçmaktadır. Bundan sonra, kendisine bir seyis lazım olduğunu düşünür ve “Panza” adındaki küçük bir çiftlikte oturan bir delikanlı aklına gelir. Bu maksatla ormanda ilerlerken, Don Kişot karşıdan atlarının üzerinde bezirganların geldiğini görür ve onlara sövüp saymaya başlar. Bunun üzerine bezirganlardan iyice bir dayak yer ve ayağa kalkamaz hale gelir. Don Kişot’un komşusu Aldonzo onu yolda bulur ve evine götürür. Yeğenleri onun bu halini merak edince; onlara “devlerle savaştığını ve onları kaçırdığını” anlatır. Ertesi sabah Don Kişot’un derin uyuduğu sırada arkadaşları olan papaz ile berber şatoya gelirler. Hizmetçiden kitap odasının anahtarını alarak kitapları yakarlar. Kitap odasının duvarını da ördürerek kapatırlar. Donkişot’un uyandıktan sonra ilk işi kitap odasına yönelmek olur; fakat odasının kapısını yerinde görmeyince çok şaşırır. Hizmetçisi ve yeğenini çağırıp kitap odasının nerede olduğunu sorar. Yeğeni tüm kitapları şeytanın götürdüğünü ve giderken de kapıyı bu hale getirdiğini söyler; bu söylenenleri hizmetçisi de destekler.<br /> Don Kişot iyileştikten sonra sık sık Sonca Panza’nın evine gider ve ona şövalyelik mesleğinin şan ve şerefinden bahsederek kandırmaya çalışır. Nihayet; ona savaş sırasında kazandığı topraklardan bir kısmını vereceğini söyler ve onu ikna eder. İyice iyileştikten sonra da Sonca Panza’nın yanına gider ve ayrılacakları günü ve saati belirlerler. İki dost kararlaştırdıkları gün ve saatte yola çıkarlar; dağlar tepeler aşarlar ve ilerde bir yel değirmeni görürler. Don Kişot “işte devler, nasıl da hain ve acımasızca kılıçlarını çekmiş bakıyorlar” der; Sonca “aman efendimiz karşımızda gördüğünüz devler değil sadece yel değirmeni” dese de; Don Kişot “sus ben devler dediysem devlerdir” der ve yel değirmenlerine saldırır. Yel değirmeni, Don Kişot’u çevirir ve yere çarpar; ikinci hamlede de aynısı olur. Sonca koşarak efendisinin yanına gelir; sonra değirmenciye değirmenleri durdurtur. Efendisini yara bere içerisinde ayağa kaldırır, birkaç gün sonra Don Kişot iyileşir ve tekrar yola koyulurlar. Yorulup mola verdiklerinde; oradan geçen serseri grubu zavallı Sanco’nun zayıf eşeği ile Don Kişot’un asil atı ile uğraşmaya başlarlar. Don Kişot yine tehditler ve meydan okumalarla haydutların üzerine yürür; bu sefer de haydutlardan dayak yerler. Bu halde bir hana giderler. Hanın sahibi, hancının karısı, üç ayak boyunda minicik Avustralyalı bir hizmetçi ve hancının kızı Don Kişot’u bir muşamba içine sararlar ve yaralarını tedavi ederler. <br /> Bir müddet handa kalırlar. Hancının masraflarını nasıl karşılayacakları sorusun üzerine; Don Kişot “bir şövalye asla kaldığı bir handa para ödemez” der ve handan çıkar. Hancı bunun üzerine Sonca’yı sıkıştırarak ondan para ister. Kargaşayı duyan hanın yakınındaki çalışanlar hancının yanına gelir ve yere bir battaniye sererek Sanco’yu içine koyar daha sonra da havaya atarlar. Sanco’nun feryatlarını duyan Don Kişot uzaklaştığı şatoya geri döner ve dostu Sanco Panza’yı onların elinden alarak çıkar giderler. <br /> Ertesi gün kahramanlarımız yeni bir maceraya atılırlar. Sanco Panza ve Don Kişot yürürken karşıdan atlılar ve boyunları zincirli kişilerin geldiklerini görürler. Don Kişot mahkumlara yönelerek suçlarını sorar; birincisinin suçu aşık olmaktır, ikincisinin suçu şarkı söylemektir, üçüncüsünün suçu para kesesi çalmaktır, dördüncüsünün suçu borcunu ödememektir, beşincisinin suçu ise diğerlerinin suçunun toplamından daha fazladır. Don Kişot tüm mahkumların serbest bırakılmasını ister; muhafızlardan biri bunun kralın emri olduğunu ve yapamayacaklarını söyler. Don Kişot muhafızın üzerine atlar ve savaş başlar. Tüm mahkumlar zincirlerini kırarak muhafızlara saldırırlar. Don Kişot kavganın ardından, mahkumlardan, onlar için yaptıklarını gidip Dulcine’ye anlatmalarını ister. Bu konuda fazla ısrar etmesi üzerine, mahkumlar dayanamayıp Don Kişot ve Sonca’yı taşlar ve oradan kaçarlar.<br /> Sonca Panza burada fazla durmak istemez; muhafızların Santa Hermondad polisi ile beraber geri geleceklerine şüphe yoktur. Bu nedenle; efendisine, bir an evvel buradan gitmelerini rica eder. Uzunca dil dökmeden sonra Don Kişot’u buradan gitmeye razı eder ve yola çıkarlar. Yolda giderken; Don Kişot’un aklına, sevgilisi için bir dağda bir çok delik açan “Amadis De Gavlez” gelir ve Dulcine’ye olan aşkını bu şekilde kanıtlayacağına inanır. Bunun üzerine; Sierra Morena ormanına çekilir ve çile çıkarmaya başlar. Dulcine De Tosobo’ya bir mektup yazarak, Sonca’nın bu mektubu ona götürmesini ve onun için yaptıklarını bir bir anlatmasını ister. <br /> Sonca efendisinin atı ile kısa sürede şehre gider; şehirde berber ve papaz ile karşılaşır. Berber ve papaz ona Don Kişot’un nerede olduğunu sorarlar; Sonca “bunu söylemem hayatıma mal olur” der. Papazın kızması ve ısrarı üzerine; “efendi Sierra Morena dağında çile çekiyor” der. Panza ile berber Don Kişot’un yazdığı mektubu tekrar tekrar okurlar ve uzun uzun düşündükten sonra bir çözüm yolu bulurlar. Bir kız bularak Don Kişot’u bu davranışlarından vazgeçirmeye karar verirler. Papaz akrabası olan bir kızı bulur; berber de kılık değiştirir ve yola çıkarlar. Ormana geldiklerinde Sonca önden giderek Don Kişot’a geldiklerini haber verir. Daha sonra kız (Prenses Micamica), Don Kişot’un yanına gelerek ondan yüzünü güldürüp üzüntüsünü gidermek için yardım ister; bunun için bir devi öldürmesi gerektiğini söyler. Ertesi gün papaz, berber, prenses, Sonca ve Don Kişot yola çıkarlar. Akşama doğru bir hana gelirler. <br /> Don Kişot’u eve götürmek isteyen papaz ve berber oturup bir plan yaparlar. Plan gereği bir at arabası kiralayıp üzerine de kafes yaparlar. Hayalet kılığına girerek Don Kişot’un odasına girerler ve onu yatağa bağlarlar. Don Kişot uyanınca ona şan ve şöhretinin artması için yardım ettiklerini söylerler. Daha sonra Don Kişot’u kafese koyar ve köyüne getirirler. Papaz ve berber, tekrar gitmemesi için önlem alarak şatoyu göz hapsinde tutarlar.<br /> Bir sabah yine Sanco efendisinin ziyaretine gittiğinde onu odanın içinde gezinirken bulur. Don Kişot iyice dinlenmiş ve kendine gelmiştir. Sanco ona ne zaman yola çıkacaklarına sorar. “Dostlarım papaz ve berber şatoyu göz hapsinde tutuyorlar bu biraz zor olacak” der. Sanco: “Ben sizin eşyalarınızı parça parça dışarıya çıkarır ve bayırın altındaki koruluğa koyarım” der. Bu planı Don Kişot da beğenmiştir. Birkaç güne kadar Don Kişot tüm eşyalarını dışarıya çıkarttırır. Don Kişot yeğenine atını gezdirmesi için Sanco’ya vermesini ister. Sanco atı da alarak koruluğa götürür. O gece Don Kişot herkes uyuduktan sonra şatodan ayrılır. Sanco ile birlikte Tosobo köyünün yolunu tutarlar.<br /> Don Kişot’un tekrar şatodan ayrıldığını öğrenen papaz ile berber onu tekrar getirebilmek için yeni bir plan yaparlar. Berber şövalye kılığına papaz ise seyis kılığına girerek onun bulunduğu ormana giderler. Karşılaştıklarında; Don Kişot şövalye kılığındaki berberin Dulcine için söylediği sözlere tahammül edemez ve savaşmaya başlarlar. Bir mızrak darbesiyle yere düşürdüğü şövalyenin kaskını açıp yüzüne baktığında dehşete düşer; bu kişi dostu berberdir. Ancak; Don Kişot, bunun büyücü Fleston’un bir oyunu olduğunu düşünür ve onu öldürmez. Ona “ölene kadar Dulcine De Tosobo’nun esiri olduğunu ve her gittiği yerde onun kahramanlıklarından bahsederse canını bağışlayacağını” söyler. Ardından Don Kişot ile seyisi Sanco hiç vakit kaybetmeden yeni maceralara atılmak için Saragoza’nın yolunu tutarlar.<br /> İlerlerken karşılarına bir araba çıkar. Don Kişot arabanın önüne çıkarak “dur” emrini verir. Don Kişot arabanın sahibine sorular yöneltir; adam arabanın içinde iki kafes olduğunu ve kafesin içinde de iki aslan olduğunu söyler. Don Kişot ona emir vererek kafesin kapılarını açtırır. Aslan karşısında elinde kılıcı ve keskin bakışlarıyla durmaktadır. Aslan sağa sola baktıktan sonra kafesin dibine döner. Don Kişot aslanın ondan korktuğu için savaşmadığını düşünür ve sevinir. Don Kişot, bundan sonra unvanını “Aslanlar Şövalyesi” olarak değiştirir. <br /> Don Kişot ve Sanco tekrar yola çıkarlar. İki gün sonra karşıdan dört kişinin geldiğini görürler. Bunların ikisi bayağı köylü ikisi ise öğrencidir. Don Kişot onlara yaklaşır ve nereye gittiklerini sorar. Öğrenciler bir düğüne gittiklerini söylerler. Düğün, yörenin en zengin çiftçisine aittir. Kızın adı Quteria, adamın ki ise Camacho’dur. Biraz ayak üstü sohbet ettikten sonra köyün yolunu tutarlar. Hava kararmıştır; fakat düğün yeri meşalerle gündüz gibi aydınlatılmıştır. Don Kişot ve Sanco biraz ileri gidip geceyi büyük bir tarlada geçirirler. Sabah olduğunda düğün yerine gelirler. Herkes şaşkın bir halde onlara bakmakta ve gelenlerin kim olduğunu birbirlerine sormaktadır. Quiteria ve Gamacho gelirken öğrencilerin Don Kişot’a bahsettiği Quiteria’ya deliler gibi aşık olan Basilio, konvoyun önüne geçer ve düğün alanını büyük bir sessizlik kaplar. Basilio bir hancer cıkararak göğsüne saplar ve yere yığılır. Bir ara Basilio gözlerini aralar ve konuşur. Don Kişot onun daha fazla ızdırap çekmeyip ölmesi için Olisio’yla manevi olarak evlendirilmesini önerir. Papaz da bu öneriyi kabul ederek onları evlendirir ve birden bire Basilio ayağa kalkar. Herkes şaşırmıştır. Bu oyulmuş bir tavuk göğsünden başka bir şey değildir. Bu bir savaş hilesidir; Gamacho’nun adamlarının üzerlerine yürümesi ile Don Kişot onlara tehditler savurur. Gamacho ve adamları korkup geri çekilirler. Basililo ise Don Kişot ve Sanco’yu evine davet eder. Don Kişot ve seyisi, Basilio’nun evinde birkaç gün misafir kaldıktan sonra bir sabah izin alarak yola koyulurlar.<br /> Kahramanlarımız yollarına devam ederler. Bundan sonra da başlarından bir çok macera geçer. Daha sonra Don Kişot yemyeşil bir ovada ava çıkmış güzel bir kadına rastlar. Bu kadının Düşeş olduğunu sonradan öğrenirler. Düşeş ile eşi Dük, maceracılarımızı şatolarına kabul ederler. Dük bir ada sahibidir ve adası için bir vali aramaktadır. Don Kişot da silahşörüne bir ada valiliği vaat ettiğinden Sanco’yu o adaya vali ilan ederler. Fakat Sanco valilik işini en fazla bir hafta sürdürebilir; tabii bu sırada Düşeş ile Dük kahramanlarımıza bir çok oyunlar oynarlar. <br /> Günlerden bir gün Don Kişot ile silahşörü tekrar maceralarına atılmak için yola çıkarlar. Yine her zaman olduğu gibi gidecekleri yolun yönünü Rossinante’ye bırakırlar. İki gün boyunca hiçbir macera yaşamazlar fakat üçüncü gün bir kasabaya gelirler. Kasaba San Jan karnavalini kutlamaktadır. Herkes garip kıyafetler giydiğinden kimse Don Kişot ile Sanco’ yu yadırgamaz. Hemen kahramanlarımızı aralarına alırlar ve dans ederler. Tam o sırada atına binmiş bir şövalye eğlenceyi bölerek Don Kişot’a yine kendi sevgilisinin Dulcine’den güzel olduğunu itiraf etmek için onu savaşa zorlar. Fakat Don Kişot’un bilmediği şey, bu şövalyenin yine Karrasko (berber) olduğudur. Karrasko, eğer yenecek olursa, kahramanımız evine çekilip bir süreliğine silah almayacak ve şövalyelikten vazgeçecektir. Don Kişot kabul eder ve savaşı kaybeder. Don Kişot, şövalyelik kanunlarına tamamıyla uyar ve hemen köyüne döner. <br /> Ondan sonra Don Kişot’un sağlığı kötüye gider. Yaptığı deliliklerden pişmanlık duyar. Gün geçtikçe daha fenalaşır. Sonunda hayata gözlerini yumar.<br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-41775563916016589992014-01-12T03:56:00.000-08:002014-01-12T03:56:31.886-08:00Çanakkale'de Savaşanlar Dediler ki, Ruşen Eşref Ünaydın<b>Çanakkale'de Savaşanlar Dediler ki, Ruşen Eşref Ünaydın. Çanakkale Savaşı’ndan sonra Ruşen Eşref ÜNAYDIN’ın savaşa katılan beş kişi ile değişik yer ve zamanlarda yaptığı mülakatlar.</b><br />
<br />
ÜNAYDIN’ın bu kitaba koyduğu beş yazı, Birinci Dünya Savaşının sonlarında ve 1918’in ilk yarısında Yeni Mecmua dergisinde yayınlanmıştır. 1959 yılında ise vefat etmeden önce Uluğ İğdemir’e bu anıları yayınlanması için tekrar göndermiş; fakat önsözünü yazamadan vefat etmiştir. Kitabın önsözü Uluğ İğdemir tarafından kaleme alınmıştır. Şimdi kitapta geçen beş yazı ile ilgili bilgi verilecektir.<br />
<b> Ayaşlı Ecir Bin Mustafa:</b><br />
Yazar, Mustafa’yı orta boylu, kırmızı yanaklı ve yayıkça burunlu biri olarak tanımlamaktadır. Mustafa’nın üzerinde tüylü bir bez kaputu bulunmaktadır.<br />
Mustafa, Ayaşlıdır (Ankara), Çanakkale Savaşı’nda 124’üncü Alayda, Kirte’nin sağ cenahında görev yapmış ve bir gözünü kaybetmiştir. <br />
<a name='more'></a><br />
Mustafa, 50 metreden daha az bir mesafeden düşmanla muharebeye girdiğini ve muharebe ettiği İngilizlerin çok korkak olduklarını anlatmıştır. Kendisinin katıldığı bir çatışmada lağımları patlatarak düşmana çok büyük zayiat verdirdiklerini ve daha sonra dört kişiyle düşmanın mevzilerine gizlice sızdıklarını fakat kimseleri bulamadıklarını belirtmiştir.<br />
Ruşen Eşref, Mustafa’nın muhayyele ve muhakemesi henüz tam olgunlaşmamış birine benzediğini, fakat anlattığı şeyleri zevkle dinlediğini belirtmiştir. Mülakatın sonunda Mustafa’nın kendisine yazdıklarının hepsinin cerideye işlenip işlenmeyeceğini sorduğunu; evet cevabını alınca biraz sevinç belirtisi gösterdiğini de eklemiştir. <br />
<b>Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı</b><br />
Yazar, Hüseyin için koca enseli babayiğit yeniçeri benzetmesini yapmış; fakat Hüseyin’in biraz durgun olduğunu da belirtmiştir.<br />
Hüseyin, Afyonkarahisar’ın Sandıklı kazasının Kusura köyündendir. Çanakkale’de onbaşı olarak savaşmış; kolundan, bileğinden ve parmağından yaralanmıştır. <br />
Kendisi savaşta Seddülbahir tarafında bulunmuş, Donuz Deresine girmiş ve Kanlı Dere’ye çıkmıştır. Kanlı Derede geçen muharebelerden sonra Kirte köyünde bulunmuştur. Kitre Muharebelerinde düşmanın çok şiddetli şekilde taarruz ettiğini, başlangıçta çok zayiat verdiklerini, takviye gelmesiyle komutanları Yüzbaşı Hüseyin Efendi’nin “Haydi evlatlarım! Anamız bizi bu günler için doğurdu!” demesiyle karşı taarruza geçtiklerini ve taarruz sonunda İngilizlerin kaçtıklarını belirtmiştir. O da İngilizlerin korkaklığından bahsetmiştir. Bu muharebeler esnasında yaralanıp parmağını kaybettiğini ancak arkadaşlarının ikazıyla fark ettiğini anlatmıştır.<br />
Bu bölümün sonunda Ruşen Eşref, Çanakkale’yi böyle saf, tertemiz vatan sevgisi ile dolu insanlar sayesinde kazandığımızı belirtmiştir.<br />
<b>Ali Oğlu Mehmet Çavuş</b><br />
Yazar, Mehmet Çavuş’un daha önce gelen arkadaşlarına göre bira daha düzgün kılıklı ve muntazam duruşlu olduğunu, biraz vilayet görmüş birine benzediğini ifade etmiştir.<br />
Mehmet Çavuş, vilayetinin Ankara, sancağının Çorum, kazasının ise Osmancık olduğunu belirtmiştir.<br />
Mehmet Çavuş, Donuz deresinde muharebelere katıldığını ve burada bölüklerin nasıl siperlerden atladıklarını, nasıl hücum ettiklerini, tel örgülere, projektörle ve amansız şarapnel parçalarına aldırmadan düşmanın üstüne nasıl çullandıklarını çok güzel tasvir ederek anlatmıştır. En sonunda ise katıldığı muharebede Soğanlıdere’de sancaktarın vurulması üzerine alay sancağını alarak taşıdığını gururla anlatmıştır.<br />
<br />
<b>Mülazım-ı Evvel Ruhî Bey:</b><br />
Yazar, Harbiye Nezaretine (Milli Müdafaa Bakanlığı) yaptığı ziyarette çok değerli subaylarla tanıştığını ve bunların içinden herkesin kahraman olarak tanıttığı Ruhi Bey ile yaptığı mülakatı anlatmaktadır.<br />
Ruhi Bey, Çanakkale’de Karargah ve Muhafız Bölük Komutanı olarak görev yapmıştır. Savaşta yalnızca Çanakkale cephesinde değil aynı zamanda Kafkas Cephesinde de savaşmış çok büyük kahramanlıklar göstermiştir.<br />
Ruhi Bey bu kahramanlıklarından birisinde, Bölge Komutanları Kaymakam Mahmut Bey’in emriyle, düşman uçağını düşürdüklerini ve pilotlardan birini esir aldıklarını anlatmaktadır. O günlerde esir almanın fevkalade önemli bir olay olduğunu ve düşmanın moralini, niyetlerini bu sayede öğrenmek istediklerini belirtmektedir.<br />
Ruhi Bey anılarında bu esir aldıkları İngiliz’i serbest bırakırken, onun Türklerin cesurluk ve kahramanlıklarından bahsettiğini ifade etmiştir.<br />
Mülakatın sonunda Ruhi Bey zamanın dolduğunu belirtmiş nizami bir selam vermiş ve sağlam adımlarla odayı terk etmiştir. Ayrıca Ruşen Eşref Ruhi Bey’in kahramanlıklarının daha sonra muhtelif gazetelerde yayınlandığını da belirtmiştir.<br />
<b> Yüzbaşı Emin Ali Bey:</b><br />
Mülakat, zamanında Almanlar tarafından yapılan kabartma Çanakkale haritalarının bulunduğu bir odada yapılmıştır. Yazar bu harita için bütün muharebeleri ve o gaza topraklarını uçaktan izliyormuş gibi gösterdiğini ifade etmiştir. <br />
Emin Ali Bey düzgün ifadeler ile uzun ve hararetle muharebeleri anlatmıştır. Seddülbahir’den çıkan İngilizleri, Kirte Muharebelerinde Alçı Tepe mevkiinde durdurduklarını, Anafartalar Muharebelerinde İngiliz ve Avusturalyalıların birlikte hücum etmesine rağmen başarılı olamadıklarını anlatmıştır.<br />
Kendisinin savaş esnasında Arıburnu ve Seddülbahir’de bulunduğunu; buradaki muharebelerde Türk Ordusunun başında hakim bir komuta heyeti bulunması durumunda askerlerin atalarından gelen harp ve fedakarlık seciyelerini sergilediklerini belirtmiştir.<br />
Emin Bey, kahraman askerlerden Sarı İbrahim’in yaptığı işin marifetini anlatmıştır. Sarı İbrahim yaralanmasına rağmen sürüne sürüne mevzilerimize kadar gelerek düşmanın yapacağı baskını bildirmiştir.<br />
Anlatılanlardan birisi de Ulvi Beyin yaptığı kahramanlıktır. Ulvi Bey yaralandıktan sonra ayağı kesilmesi icap etmiş; fakat o bir daha bölüğünün başına gitmeme endişesiyle bunu kabul etmemiştir.<br />
Çanakkale’yi tavaf:<br />
Rahmetli Ruşen Eşref’in Çanakkale’yi Tavaf adını verdiği mektup, Çanakkale Dergisinde, Çanakkale Zaferinin 35.yıldönümünde yayınlanan bir yazıdır.<br />
Bu mektupta Ruşen Eşref, 1925 yılında Gazi Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir heyetin gemiyle Çanakkale Savaşının geçtiği bölgeye yaptığı ziyaretten bahsetmektedir. Yazar bu gezi esnasında gök, deniz, güneş ve toprağın bölgenin eşsiz güzelliklerini mucize gibi gösterdiğini belirtmektedir. Fakat bu gezi esnasında yabancı mezarlıkların beyaz çiçek bahçeleri gibi olduğunu görmüş ve “Yenenler işsiz, yenilenler belli” yorumunda bulunmuştur.<br />
Yazar bu mektubunda yazdıklarının, Çanakkale’nin büyüklüğü karşısında çok cüzi olduğunu, kelimelerinin o manayı duyuracak güce sahip olmadığını belirtmiştir.<br />
<br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-35820231180704226162014-01-12T03:54:00.000-08:002014-01-12T03:54:01.805-08:00Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, Emin Erişirgil1914’te Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girdiği dönemde Almanya ekonomi bakımından olduğu gibi fikir bakımından da devlet üzerinde etkili olmaktaydı. Bu dönemde eğitimin ıslahı için Almanya’dan getirilecek profesörlerle üniversitelere takviye yapılmasına karar verilmişti. Ancak bu karara tıp ve hukuk camiasından şiddetli itiraz geldiği için daha ziyade bu takviyenin fen ve edebiyat alanlarında yapılmasına karar verilmişti. Aslında bu kararın nedeni fen ve edebiyat fakültelerinde alanının uzmanı, sözünü dinletebilen hocaların olmaması idi. <a name='more'></a><br />İşte bu dönemden bir yıl kadar sonra İstanbul yatılı liselerinden birinin müdürü olan 24 yaşında bir genç Edebiyat Fakültesi Felsefe Doçentliğine atanmıştı. Her Perşembe günü adet olduğu üzere O da diğer Öğretim Üyeleri gibi çay sohbeti için profesörler meclis odasına gitti. Kitabın yazarı M.Emin Erişirgil olan bu genç doçentin yanına kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesindeki ilk sosyoloji profesörü olan Ziya Gökalp geldi ve uzunca bir süre kendisiyle sohbet etti. Yazarın Ziya Gökalp ile ilk tanışması bu şekilde olmuştur.<br />Bir gazetede memurun oğlu olan Mehmet Ziya (daha sonra Gökalp) Diyarbakır'da doğmuştur. Derslerinde çok ön plana çıkmayan Ziya Gökalp aslında okuma ve öğrenme konusunda ileri seviyede bir kabiliyete sahipti. O zamanlarda babasının “Batı ve Doğu bilim adamlarının eserlerini okumak ve karşılaştırmak” sözleri Ziya Gökalp’i çok etkilemiş, o dönemden sonra bu nasihati kendine tam anlamıyla benimsemiştir.<br />Gençliğinde idadi’nin son sınıfındayken geçirdiği fikir bunalımı sonucu intihara teşebbüs etmiş, ancak kurşun alnının kemiğine saplanmış ve şans eseri hayatta kalmıştır. Bu olaydan bir yıl sonra İstanbul'a giderek Baytar Mektebine kaydını yaptırmıştır. Daha önce Jön Türklerin fikirlerinden etkilenen Gökalp, 1985 yılında İstanbul'da gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyesi olmuştur. 1900'de tutuklanarak 10 ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilerek Diyarbakır’a gönderilmiştir. Burada amcasının kızıyla evlenmiştir. <br />1908’de meşrutiyetin ilanında Diyarbakır’da İttihat ve Terakki adına Allah’ın kelamının ve Peygamberinin meşrutiyeti emrettiğini anlatmaya başlamış, 31 Mart vaka’sında Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten bir süre sonra artık İstanbul’a gitmeye karar vermiştir. İstanbul’a geldikten sonra da İttihat ve Terakki’nin İstanbul Merkezi’nde çalışmalarına devam etmiştir. Daha sonra tekrar Diyarbakır’a dönmüştür. Buradayken İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki toplantısına katılmış ve aşağıdaki hususları not almıştır;<br /><br />1. Gençlere ferdi ve milli ahlak telkin etmek,<br />2. Bilhassa fikri kıymet taşıyan gençlere istidatlarına göre iş bulmak,<br />3. Gençleri devlet adamı, öğretmen, İttihat ve Terakki'nin ilkelerini yayan misyoner olarak yetiştirmek,<br />4. Fikir mabedi olan kulüplere özellikle İttihat ve Terakki kulübüne devama teşvik etmek,<br />5. Gençleri Avrupa'dan gelen türlü zararlı fikirlerden korumak,<br />6. Zeki gençleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin parasıyla Avrupa'ya gönderip öğrenim yaptırmak ve sonra onları İttihat ve Terakki kulüplerinin başına geçirmek,<br />7. Alim olacak kabiliyette olanlar için memleket konularını tetkik vasıtalarını sağlamak ve bunları Maarif Nezaretine tanıttırmak ve öğretmen, profesör vb. olarak vazife görmelerini kolaylaştırmak.<br /><br />Bu fikirlerini hayata geçirmek üzere İttihat ve Terakki’nin Umum Merkezi Azası olarak Balkan Savaşı patlak verene dek Selanik’te kalmıştır. Sonrasında İstanbul’a gelmiştir. Bir süre kenar mahallelerde oturduktan sonra Büyükada’ya taşınmıştır. <br /><br />Divan edebiyatı ve aruz vezni zevkinden kendini kurtaramadığı için bir gün Yahya Kemal’e:<br />Harabîsin, Harabati değilsin,<br />Gözün mazidedir, âti değilsin.<br />demiş, Yahya Kemal ise kendisine şu meşhur cevabı vermiştir:<br />Ne harabî, ne harabatiyim,<br />Kökü mazide olan âtiyim.<br />İstanbul Üniversitesinde doçent olarak görev yaptığı bu dönemde “Yeni Hayat” adlı mecmuayı akademisyen arkadaşlarıyla beraber maddi katkıda bulunarak çıkartmışlardır.<br />İttihat ve Terakki’nin kamuoyu desteği azalıyordu. Ancak bu dönemde Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’nin çağdaşlaşma fikirlerine öncülük etmiş, çeşitli ortamlarda bunun savunuculuğunu yapmıştır. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın ortaya çıkmasının ardından aradaki fikir ayrılığını ortaya koyarak ve 14 Aralık 1911’de kaleme aldığı genelgeyle İttihat ve Terakki’nin ideolojisini ortaya koyma yolunda ilk adımı da atmıştır. Aslında İttihat ve Terakki’nin belli bir lideri yok ama liderleri vardı. Ziya Gökalp ise İttihat ve Terakki içindeki akımlardan birinin başında görünüyordu. O’nu sevmeyenler ise daha ziyade Avrupa hayranlarıydı. <br />Ziya Gökalp 1917’de İttihat ve Terakki’nin kongresinde bir rapor sunmuş, Şeyhülislam ve Evkaf Nazırını kabineden atmak gerektiği konusunda Talat Paşa ile mutabakata varmışlardır. Bu kongre esnasında kendisine muhalif olanlar bile fikirlerinde orjinallik olduğunu ifade etmişlerdir.<br />Birinci Dünya Savaşının 1918’de Mondros Mütarekesi ile sona ermesinin ardından fikirlerinden dolayı tutuklanarak Bekirağa bölüğüne, oradan da Malta’ya sürgün edilmiştir.<br />1921'de sürgünden döndükten sonra ailesiyle tekrar bir araya gelmiş ve bu sefer Mustafa Kemal taraftarı olarak Diyarbakır'a gitmiştir. Burada milli liderlere yol göstermek amacıyla sosyolojik makale serileri yazdığı “Küçük Mecmua”nın sorumlu müdürü olmuştur. <br />Kurtuluş Savaşı zaferle bittikten sonra Maarif Vekili kendisine Telif ve Tercüme Encümeni Başkanlığı teklif edilmiş, bu teklif üzerine Ankara’ya gelmiştir.<br />1923’te Diyarbakır’dan milletvekili seçilmiş ve Anayasa’nın hazırlanması çalışmalarına katılmıştır. Anayasanın laikliğe ait maddesi Ziya Gökalp’in kaleminden çıkmıştır.<br />Türk Medeni Tarihi’ni yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra 24 Ekim 1924’te hayata gözlerini kapamıştır.<br />Unknownnoreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-10300963758029761502014-01-12T03:51:00.002-08:002014-01-12T03:51:44.167-08:00Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk<b> Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk</b><br />
<b>Osmanlı döneminde, nakkaşlar arasında yaşanan bir cinayetin aydınlatılması sırasında gelişen olaylar ve olayların içinde bir aşk hikayesi anlatılmaktadır. Tüm bu yaşananların arka planında da 16’ncı yüzyıl resim ve sanat anlayışının aktarılmaktadır.</b><br /><br />16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nde geçen olaylar nakkaşlar arasında işlenen bir cinayetle başlar ve bu cinayetin perde arkasında dönen olaylarla örgülenir. Enişte Bey padişah tarafından gizli bir kitap hazırlamakla görevlendirilir. O da nakkaşhanenin baş ustaları ile anlaşır. Bu kitap resim ve nakışlarla süslenecek ve bu resimlerin hikayeleri ile bütünleşerek bir sanat eseri olarak ortaya konacaktır. 16’ncı yüzyılda resim sanatı dinen hoş görülmemektedir. Erzurumlu bir hoca da bu konularda devamlı vaazlar vermekte frenk sanatı olarak görülen bu sanatla uğraşanları hedef göstererek bu kişileri küfre girmekle suçlamaktadır. Nakkaşlar arasında da bu hocanın görüşlerini paylaşanlar vardır. Zarif Efendi de bu hocanın görüşlerini paylaşan bir tezhip ustasıdır ve bir gece gizemli bir şekilde öldürülür. <br />
<a name='more'></a><br />Şeküre, Enişte Beyin kızı, iki çocuklu güzel bir kadındır. Kocası savaşa gitmiş ve dört yıldır geri dönmemiştir. Hasan, Şeküre’nin kayınbiraderidir. Abisi savaşa giden Hasan Şeküre’ye aşıktır ve zaman zaman onu sıkıştırmaktadır. Şeküre de Kayınpederinin yanında sıkıntılı günler geçirmeye başlayınca çocuklarını alır ve babasının yanına taşınır. Kayınpederi ve kayınbiraderi Hasan geri dönmesini istemektedirler. <br />Romanın baş kahramanı Kara, Şeküre’ye aşkını erken açıklayınca Eniştesi tarafından evden kovulur. Aşkını açıkladığı zaman Şeküre 12, kendisi 24 yaşındadır. Evden kovulan ve aşkına kavuşamayan Kara, Anadolu’nun değişik yerlerinde devlet kurumlarında ve paşaların yanında katiplik yapmış kitaplar hazırlamış resimle uğraşmıştır. On iki yıl sonra Enişte Bey tarafında İstanbul’a çağrılır. Çağrılış maksadı Enişte Bey’in hazırlattığı resimlerin hikayelerini yazması ve Zarif Efendinin ölümü ile ilgili nakkaşlar arasında olup biteni ve konuşulanları Enişte Beye aktarmasıdır. <br /><br />Kara, İstanbul’a gelince yıllardır hayalini kurduğu eski aşkına yeniden kavuşmak ister. Enişte Beyin evine girer ama sadece Enişte Beyle görüşebilmektedir. Bu zamanlarda da resim sanatı ve hazırlanacak kitapla ilgili konuşabilmektedir. Şeküre yan odadan onu gizli gizli izlemekte ama yanaşmamaktadır. Ester adında yahudi bir bohçacı kadın aralarında haberleşmelerini sağlar. Yavaş yavaş aralarındaki irtibat yeniden kurulur ama Şeküre tereddütler içindedir. Bir tarafta kocasının ölüm haberi gelmediği için onu beklemekte, diğer tarafta ise eski aşkına karşı yeniden yakınlaşmak istemektedir. Bunların yanında kendisi için çok önemli olan babasının düşüncelerini de bilmemektedir.<br />Üstat Başnakkaş Osman, Nakkaşhanenin başında yer almaktadır. Enişte Beyden çok hoşlanmamakta hatta nefret etmektedir. Başnakkaş eski usül resim ve sanat taraftarıdır. Resimlerde ünlü ressam Behzat gibi eski usüllerin kullanılmasını istemektedir. Enişte Bey ise frenk usülü resim ve sanatı getirmek istemektedir. Padişah için hazırladığı kitapta da frenk usül ve teknikleri kullanmayı planlamaktadır. Eski usülde sanatkar, eserini sanatın gereklerine uygun olar yapmaktadır. Başkaları beğensin diye veya para kazanmak için resim ya da nakış yapmamaktadır. Nakkaş sanatına aşıktır. Sanatı için nakış yaparken kör olması onu yüceltmektedir. Resimde, görünenin aynısını yapılması değil sanatçının gördüğünün yapılması esastır. Resim görünenin içine mana katılarak resmedilir. Hele portre gibi resimler perspektif gibi teknikler hem bir frenk usülü hem dinen yasak metotlardır. Üstat Osman, padişahın bir frenk ressama yaptırdığı portresini Enişte Bey yüzünden taklide zorlanmış bunu çok aşağılayıcı bir iş olarak algılamıştır. Bu nedenle Enişte Beye çok kızgındır. <br />Enişte Bey yeni usülleri getirmek ve bu usüllerle hazırlayacağı kitabı Venedik krallarına da göndermek ve padişahın büyüklüğünü göstermek istemektedir. Bu sayede padişahın gözüne girecektir. Ayrıca bu sayede adının da ölümsüzleşmesini istemektedir. Nakkaşhanenin en usta nakkaşlarını evine çağırarak her birinden resimlerin ayrı ayrı yerlerini kendi anlattığı tarzda yapmalarını istemektedir. Hiçbir nakkaş resmin tamamını görememektedir. <br />Dört ayrı nakkaş bu resimler için çalışmaktadır. Her biri farklı konuda kendini çok iyi yetiştirmiştir. Kimi çizimde kimi renklerin kullanılmasında kimi de süsleme sanatında ustadır. Zarif Efendi de süsleme ve tezhip işinde ustadır. Resim sayfalarının kenarlarını işlemektedir. Bu nakkaşların hepsi Üstat Osman’ın çıraklıktan itibaren yetiştirdiği ustalardır. Üstat Osman her birine, yeteneklerine göre farklı isimler vermiştir. İsimleri Zeytin, Kelebek, Leylek ve Zarif’tir. Hepsi kendi alanında en iyi olduğunu düşünen, bununla birlikte değişik beklenti ve hırsları olan nakkaşlardır. <br />Zarif Efendi Enişte Beyin evine gidişlerinden birinde çizilen son resmi görmüştür. Son resimde frenk usüllerinin kullanıldığını ve resmin içinde bir portrenin yer alacağını öğrenmiştir. Erzurumlu hocanın vaazlarını hiç kaçırmayan Zarif Efendi bu duruma karşıdır ve küfre girildiğini düşünmektedir. Evden çıkışta nakkaşlardan biri ile karşılaşır ve durumu ona anlatır. Karşılaştığı nakkaş onunla aynı düşüncedeymiş gibi konuşarak durumu ve düşüncelerini iyice öğrenir. Bu nakkaş, Zarif Efendinin nakkaşhane hakkında dedikodu yayacağını ve Erzurumlu hocanın adamlarına nakkaşları hedef göstereceğini anlar. Hem düzenlerinin bozulmasını hem de nakkaşların gözden düşmesini istemediğinden onu kandırarak karanlık bir köşede öldürür. <br />Bu arada bohçacı Ester, Şeküre ile Kara arasında haber götürüp getirmekte ve aşklarını canlanmasında vasıta olmaktadır. Kara, Enişte Beyin evine devamlı gelir gider olmuştur. Enişte Beyin de Kara hakkında düşünceleri değişmiş onu beğenmeye başlamıştır. Kitabı bitirebilmek için Kara’ya ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeplerle aklından kızını bile ona vermeyi düşünmeye başlamıştır. Bu arada savaşa giden kocanın durumu hala netlik kazanmamıştır. Bu nedenle kadı önünde Şeküre hala evlidir ve kayınbiraderi Hasan onun eve dönmesini istemektedir. <br />Kara, nakkaşlar arasında gidip gelerek nakkaşları yakından tanıma fırsatı bulur. Resim ve sanat hakkındaki düşüncelerini, nakkaşların dünyaya bakış açılarını uzun uzadıya konuşur. Bu arada katilin kim olduğunu araştırmaya da devam etmektedir. <br />Şeküre ile Kara bir gün komşunun terkedilmiş evinde buluşur ve duygularını birbirine açar. Bu sırada evde yalnız olan Enişte Beyin evine Zarif Efendinin katili gelmiştir. Kimse yokken onunla konuşmaya ve çok merak ettiği son resmi görmeye gelmiştir. Katil, Enişte Beyin evine devamlı olarak gelen nakkaşlardan biri olduğu için önce şüphe uyandırmaz. Resimlerden konuşurken son resimde ne olduğunu sorar. Enişte Bey resimler bitmeden kimseye göstermek istemez. Çok istemesine rağmen resmi göremeyen katil sinirlenir. Kendi hakkında ve resimler hakkında konuşurken Zarif Efendiyi kendisinin öldürdüğünü itiraf eder. Zarif Efendiyi, bütün nakkaşları ve Enişte Beyi düşünerek öldürdüğünü söyler. Enişte Beyin son resmi göstermemesi ve onu küçük gören konuşmaları nedeniyle hiddetlenen katil Enişte Beyi elindeki resim hokkasıyla öldürür. Son resmi de yanına alır ve gider. Evde babasının ölüsüyle karşılaşan Şeküre kendi kendine ağıtlar yakar ama sahipsiz kalıp kayınpederinin evine geri dönmek zorunda kalacağı için babasının öldürüldüğünü kimseye söylemez.<br />Şeküre, Ester ile Kara’ya haber gönderir. Kara’dan evlenmek istiyorsa hemen gelerek gerekli hazırlıkları yapmasını ister. Kara birkaç yalancı şahitle kadıyı ayarlar ve Şeküre’nin boşanmış kabul edilmesini sağlar. Aynı akşam evlenirler ve ertesi gün Enişte Beyin eceliyle öldüğünü söylerler. Durumu öğrenen kayınbirader kapıya gece yarısı dayanır ve gerçeği bildiğini Kara’nın, Enişte Beyi Şeküre ile ortak olup öldürdüğünü bunu da kadıya anlatacağını söyler.<br />Kara, çareyi durumu saraya anlatmakta bulur. Enişte Beyin öldüğünü duyan padişah, Üstat Osman’ı yanına çağırır ve durumun aydınlatılmasını yoksa bütün nakkaşların işkenceye tabi tutulacağını söyler. Katilin bulunması için üç gün mühlet verir. Zarif’in karısı, bohçacı Ester’e kocası öldüğünde cebinden içinde at resmi çizili bir kağıt çıktığını söyler ve bunu Kara’ya gönderir. Kara da Üstat Osman ile birlikte kağıttaki bu at resminden ve resimdeki atın çizim üslubundan yola çıkarak katili bulmaya çalışırlar. Üslubu ortaya çıkarmak ve katile ulaşmak için Üstat Osman’la birlikte sarayın hazine dairesinde resimlere bakmak zorunda kalır ve bu süre zarfında evine gidemez. Kara ile ilgili dedikodulardan ve evinde yalnız kalmaktan korkan Şeküre eski kayınpederinin yanına gider. Kara Saraydan çıktıktan sonra Şeküre’nin yanına gider. Kadının kararını haklı bulmayan kayınpeder evine gelmiş olan Şeküre’yi göndermek istemez. Bunun üzerine Kara, çevresine topladığı adamlarla birlikte zor kullanarak Şeküre’yi evine götürür. <br />Kara, aynı gece kaybolan son resmi bulmak için nakkaşların evlerine sıra ile gider ve zorla evlerini arar. Önce Kelebek’in evini arar. Kelebek’te son resmi bulamayınca Zeytin’in evine birlikte giderler. Zeytin’i evde bulamazlar ama evini ararlar. Evde aradıkları resmi bulamazlar. Leylek’in evinde de resimleri bulamayınca birlikte Zeytin’in devamlı gittiği kapatılmış olan tekkeye giderler. Zeytin, tekkede namaz kılmaktadır. Tekkeyi üçü birden ararlar ama bir şey bulamazlar. Hiç kimsede resim bulunamamıştır. Sohbete başlar ve geçmişten konuşurlarken Kara, Leylek ve Kelebek birden Zeytin’in boğazına çökerler ve hançeri dayarlar. Üçü de Zeytin’den şüphelendikleri için itiraf etmesini isterler. Biraz zorlamadan ve gözüne de nakkaşlara ait bir resim iğnesini soktuktan sonra Zeytin dayanamaz ve hem Zarif’i hem de Enişte Beyi öldürdüğünü itiraf eder. Zeytin İtiraf ettikten sonra üçünün boş bulunmasından istifade ederek Kara’yı elindeki hançeri alarak altına alır. Hançer ile Kara’yı ağır şekilde yaralar. Nakkaşlarda biri kaçar. Zeytin diğerine bir şey yapmadan yıllardır biriktirdiği altınları ve resimleri alarak kaçmaya başlar. Her şeyi ayarlamış Hint ülkesine gidecektir. Yolda tesadüfen kayınbirader Hasan ile karşılaşır. Hasan Zeytin’in elinde Kara’dan aldığı kendisine ait hançerini görünce sinirlenir. Kara hançeri Şeküre’yi götürürken kayınpederinin evinden almıştır. Şeküre’nin evinden zorla götürülmesine sinirlenmiş olan Hasan elindeki kılıç ile bir darbede Zeytin’in boynunu keser. <br />Katil bulunmuş ve öldürülmüştür. Sabah, Şeküre Kara’yı ağır yaralı vaziyette bulur. Kara yaralarını temizlenince hayatta kalır ama boynundan aldığı darbe tam olarak iyileşmediği için ömrü boyunca rahatsız kalır. Şeküre geri kalan hayatını Kara ile geçirir. Şeküre’ye kavuşamayan ve Zeytin’in katili olan Hasan şehri terk eder ve bir daha görünmez. Zeytin, hayallerine ulaşamadan yolda öldürülmüştür. Kelebek geri kalan hayatını halılara havlulara nakışlar çizerek geçirir. Üstat Başnakkaş Osman hep hayali olan resimlere bakarken kör olur ve iki yıl sonra ölür. Leylek bir sonraki başnakkaş olur. Eniştenin hayatıyla ödediği ve bitirilmesini vasiyet ettiği padişahın istediği kitap bitirilememiştir. Padişahın ölümünden sonra yeni padişah resim sanatına eski önemi vermemiştir. Bundan sonra resimler üzerindeki derin tartışmalar yapılmaz olmuştur çünkü artık resim de çizilmez olmuştur.<br /><br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-53173137351251459502014-01-12T03:49:00.003-08:002014-01-12T03:49:50.320-08:00Beş Sevgi Dili, Gary CHAPMAN<div style="text-align: justify;">
Kitabın içeriği çok güzel fakat gerçek hayatta,günümüzde uygulamaya geçirilemeyecek kadar ayakları yerden kesen öneriler ve görüşler var. bu kitabın önceki bölümlerini okuyup üzerinde düşündükten sonra.eşinizi de aynı şeye teşvik edin.bu noktada, alıştırmaları birlikte yapmaya hazırsınız demektir.bütün “önemli düşünceler” ve sorular, eşlerin her ikisine de yöneltilmiştir.bu kitabı okuduktan sonraya da bu alıştırmaları yapma sürecinde.her birinizin birincil sevgi dilinizi.diyalektini ve güçlü ikincil dilinizi keşfedeceğinizi umuyorum . Böylece bütün diller ve bölümler her iki tarafa eşit şekilde uymayacaktır . bütün sorular , o bölümde bulunan materyalle doğrudan ilgilidir.<a name='more'></a><br />Özellikle evliliğinizde sorunlar yaşıyorsanız , eşiniz çeşitli nedenlerle bu çalışma rehberine katılmak istemeyebilir . öyle ise bu kitabın faydalarını gerçeğe dönüştürmek için alıştırmaları kendi başınıza uygulayabilirsiniz . aynı zamanda ağır buradaki sorulara göre davranırsınız eşiniz daha önceki bölümleri okumadan veya çalışma rehberine tartışmadan da olumlu bir şekilde karşılık verebilir . <br />Dr. Gary CHAPMAN bu kitabında nasıl olduğunu anlamadan, sevginin eşsiz ab dillerini konuşmayı, anlamayı ve eşler arasındaki sevgi iletişimini etkili bir şekilde göstererek, karşılığında gerçek sevgiyi bulmayı anlatmaktadır. Yazar ömür boyu mutlu bir beraberlik için gerekli olan sevgi dilinin keşfinden yola çıkarak uzun ömürlü ve sevgi dolu bir evliliğin anahtarlarını vermektedir.<br />Sevgiyi canlı tutabilmek için ikinci bir sevgi dilinin öğrenilmesi gerektiği üzerinde önemle durulmaktadır.Yazarın amacı sevgi kelimesini çevreleyen karışıklığı gidermek değil, duygusal sağlığımız için esas olanın, sevgi türüne odaklanmamız olduğu gerçeğini ortaya koymaktır. Bu noktadan hareketle, maddi şeylerin duygusal sevginin yerini asla dolduramayacağı, insanın varlığının merkezinde samimi olmak ve başkaları tarafından sevilmek arzusunun yeraldığı vurgulanmaktadır. Evliliğin, yakınlık ve sevgi için duyulan bu gereksinimleri karşılamak üzere tasarlandığı savunulmakta ve sevgi deposunu dolu tutmak için çok önemli olduğu belirtilmektedir.<br />Çoğu kişinin evliliğe "aşık olarak" başladığını, evlilik öncesi hayallerin evlilikte saadetle ilgili olduğunu, aşık olunduğunda başka hayat tarzına inanılmasının zor olduğunu, aşk hayatı doğal akışını tamamladığında da dünya gerçeklerine dönüldüğünü ve kişilerin kendilerini öne sürmeye başladığını açıklamaktadır. <br />Bazı araştırmacıların aşık olma yaşantısının "sevgi" olarak adlandırılmasının yanlış olduğunu ve bunlardan Dr. Peck'in aşık olmanın üç nedenden dolayı gerçek sevgi olamayacağı kararına vardığı belirtilmektedir. Bu nedenlerden birincisi aşık olmanın iradi bir fiil yada bilinçli bir seçim olmadığı gerçeği, ikincisi aşık olma halinin çaba göstermeden yaşandığı için gerçek sevgiyi yansıtmadığı ve üçüncüsü ise aşık olan kişinin diğer kişinin gelişimine yardımcı olmada gerçek anlamda ilgili olamayacağıdır. Dr. Peck bu bağlamda aşık olmayı "çiftleşme davranışının genetik olarak belirlenmiş içgüdüsel bir ögesi" olarak nitelemektedir. Bu sonuçla ister hemfikir olunsun ister olunmasın, aşık olma yaşantısının başka hiç bir şeyle kıyaslanmayacak şekilde kişileri duygusal bir yörüngeye fırlattığı konusunda genel bir fikir birliği bulunmaktadır. <br />Evlenmemiş yetişkinlerin eşlerinde şefkat ve sevgi hissetmeyi özlediği, eşlerin birbirlerini kabul ettiğinden, istediğinden ve kendilerini birbirlerinin iyiliğine adadığından emin olmaları halinde güvenli hissedecekleri belirtilmektedir. Fakat bu tutkunun da sonsuza kadar sürmesi amaçlanmamıştır. Kitabın ana fikri akılcı, iradeli sevgidir. Eğer sevgi bir seçimse "aşk" tutkusu bitip gerçek dünyaya dönüldükten sonra da sevme kapasitesinin bulunduğu savunulmaktadır. <br />Yazara göre insanlar, sevgiyi farklı şekillerde ifade ederler ve algılarlar. Yazar bunları beş sevgi dili olarak belirlemiştir. Bunlar;<br /> 1.Onay sözleri <br /> 2.Nitelikli beraberlik <br /> 3.Armağan alma<br /> 4.Hizmet davranışları <br /> 5. Fiziksel temastır.<br />Birinci sevgi dili olan "onay sözleri" nde yazar sevgiyi duygusal olarak ifade etmenin yolunun, onu oluşturacak sözleri kullanmak olduğunu belirtmektedir. Sözlü iltifatlar veya takdir sözleri sevgiyi güçlü bir şekilde iletir. Sevginin hedefi, istenilen bir şeyi elde etmek değil, sevilen kişinin saadeti için bir şeyler yapmaktır. Sözel iltifatlarda bulunmak, eşlere onaylayıcı sözleri ifade etmenin yalnızca bir yoludur. Eşlerin kendilerini güvensiz hissettiği alanlardaki gizli potansiyeli, cesaret verici sözlerle harekete geçebilir. Kişilerin sahip olduğu bir ilgi alanını geliştirmesi için cesaret verici sözlere ihtiyaçları vardır. Cesaret verme, duyguları sezinlemeyi ve dünyayı eşlerin gözüyle görmeyi gerektirir. Bu nedenle öncelikle eşlerin bir birleri için neyin önemli olduğunun arayışı içinde olmaları gerektiğinin önemine değinilmektedir. Sevginin sevecen olduğu, sevecen sözlerin kullanılması gerektiği, yüksek, sert bir sesle ifade edilen sözlerin sevgiyi değil, bir yargılama ve kınama ifadesini yansıtacağı üzerinde durulmaktadır. Hiç kimsenin mükemmel olmadığı noktasından hareketle, yakın bir ilişki geliştirilmesi için kişilerin arzularının bilinmesinin önemine değinilmektedir. Arzuların ifade edildiği yolun çok önemli olduğu, arzunun talepler olarak algılanması halinde yakınlık olasılığının silindiği ve eşlerin birbirinden uzaklaştığı, fakat ricalar şeklinde belirtildiğinde iletişimin çok daha rahat kurulduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Onaylayıcı sözler alındığında, karşılıkta bulunmak için güdülenmenin daha doğal olduğuna işaret edilmektedir.<br />İkinci sevgi dili nitelikli beraberlikte, esas olan birisine bütün dikkatin verilmesidir. Bu sevgi dilinin ana yönü, birisi ile birlikte olmaktır. Bu da odaklanmış ilgi ile mümkündür. Nitelikli sohbet onay sözlerinden farklıdır. Onay sözleri söylenilenler üzerinde odaklanır. Oysa nitelikli sohbet işitilenler üzerinde odaklanmıştır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken hususlar; konuşurken göz temasının sürdürülmesi, dinlerken başka bir şeyle meşgul olunmaması, duyguların açığa çıkmasına özen gösterilmesi, vücut dilinin gözlemlenmesi ve konuşanın sözünün kesilmemesidir. Nitelikli sohbetin yalnızca anlayarak dinlemeyi değil, aynı zamanda kendini açıklamayı da gerektirdiği açıklanmaktadır. Nitelikli faaliyetler kişilerin ilgi duyduğu her şeyi kapsayabilir. Amaç birlikte bir şey yaşamak ve bu yaşantıyı tamamlamaktır. Bu sevgidir ve sevginin sesidir. Nitelikli faaliyetlerin en önemli yan ürünü, gelecekte yararlanılacak bir hatıra bankası sunmalarıdır. Kazanılacak şey sevildiğini hisseden bir eşle yaşamak ve onun sevgi dilini akılcı bir şekilde konuşmayı öğrenmenin zevkidir.<br />İncelenen her kültürde, armağan verme, sevgi-evlilik sürecinin bir parçasıdır. Armağanın kendisi hatırlama düşüncesinin bir sembolüdür. Birisine bir armağan vermek için onu düşünüyor olmak gerekir. Armağanın kendisi bu düşüncenin bir sembolüdür. Armağanın para ile alınıp alınmadığı önemli değildir. Önemli olan yalnızca zihindeki düşünce değil, armağanı fiilen alma ve onu bir sevgi ifadesi olarak sunma düşüncesidir. Armağanlar sevginin yükselişinin sembolleridir. Semboller duygusal değer taşırlar. Armağanlar ne pahalı olmak zorunda, ne de her hafta verilmek zorundadır. Bu öğrenilmesi en kolay sevgi dilidir.<br />Hizmet davranışları sevilen kişinin yapılmasından hoşlandığı şeyleri yapmasıdır. Bu davranışlar eşlerin birbirine hizmet ederek memnun etmeye, birbirleri için bir şeyler yaparak sevgilerini ifade etmeye çabalamalarıdır. Ricaların sevgiye yön verdiği ama taleplerin sevgi akışını engellediği ifade edilmektedir. Evlilikten önce eşlerin bir birleri için yaptıklarının, evlilikten sonra yapacaklarının göstergesi olmadığı belirtilmektedir. İnsanlar eşlerini en çok kendilerinin en derin duygusal gereksinimleri olduğu alanlarda yüksek sesle eleştirirler. Eleştiriler, sevgi için yalvarmanın etkisiz bir yoludur. Bu anlaşılırsa, onların eleştirilerine daha yapıcı birşekilde yaklaşılmasının gerektiği ortaya çıkar denilmektedir. Eleştirinin çoğunlukla açıklama gerektirdiği, böyle bir sohbeti başlatmanın eleştiriyi sonunda bir talepten ricaya dönüştürdüğü gerçeği ortaya atılmaktadır. Hizmet davranışı sevgi dilini öğrenmenin kişilerin karı koca rollerini yeniden incelemelerini gerektirdiği üzerinde durulmaktadır. Fiziksel temas sevgiyi iletme yollarından birisidir. Evlilikteki sevgiyi iletmek için de güçlü bir araçtır ve bazı insanlar için öncelikli sevgi dilidir. Bazı insanlar fiziksel temas olmadan sevildiklerini hissetmezler. Onunla sevgi depoları doludur ve eşlerinin sevgisi konusunda kendilerini güvende hissederler. Bir ilişkiyi yaratan da bozan da fiziksel temastır. Bu dil sevgiyi olduğu kadar nefreti de iletebilir Yazar çeşitli nedenlerle özellikle evliliklerinde mücadele yaşayan çiftler için böyle bir çalışma rehberi hazırlamıştır. Eşle arasındaki sevgi dilini öğrenmek ve konuşmak için yoğun çaba harcanmalıdır<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-33217230088158775672014-01-09T11:21:00.000-08:002014-01-09T12:57:54.751-08:00Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar<a href="http://kitapozettanitim.blogspot.com/2012/04/bes-sehir-ahmet-hamdi-tanpinar.html"><b>Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005</b></a><blockquote class="tr_bq">
<a href="http://kitapozettanitim.blogspot.com/2012/04/bes-sehir-ahmet-hamdi-tanpinar.html"><b>Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin yazarın gözü ile anlatılması.</b></a></blockquote>
Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-64447577220876227832014-01-09T11:13:00.000-08:002014-01-09T11:13:35.527-08:00Babalar ve Oğullar, Ivan Turgenyev<div style="text-align: justify;">
Yazar romanında, Rusya’da yaşayan, Avrupa’da üniversite okuyan bir gencin ve beraberindeki arkadaşının başından geçen olayları anlatmaktadır. Romanın kahramanları;<br /> Yevgeniyev Vasilyiç BAZAROV, Tam bir nihilisttir. Her şeyi yok sayar, her kuralı ve töreleri inkar eder. Kadınlara, kadın güzelliğine çok düşkündür; ama, ideal anlamda aşık yada onun romantiklik diye adlandırdığı aşk duygusunun maskaralık, bağışlanmaz bir aptallık sayan bir kişiliğe sahiptir. Çünkü ne sanata, ne de romantikliğe ilgi duymaz. Sadece bilme ilgi duyar.<br /> Anna Seryevra ODİNSTOVA, Güzel bir bayandır. Olgun bir yapıya sahiptir. Bu olgunluğu, Bazarov’un ona tutulmasına sebep veren en önemli faktörlerden biridir. Bazarov’dan hoşlanmakla birlikte bu ilişkinin ilerlemeyeceğini bilmektedir. Yaşlı prenses ve kız kardeşi Katya ile yaşamaktadır.<br /> Katya Seryevra ODİNSTOVA, ablasının gölgesi altında ezilmiş; fakat, onun kültüründen ve olgunluğundan kendine pay çıkarmış birisidir.<a name='more'></a><br /> Arkadiy PETROVİÇ, Bazarov’un arkadaşı ve Nikolay Petroviç’in tıp bölümünü yeni bitiren oğludur. Bazarov’la her konuda konuşan ve Bazarov’un Pavel Petroviç ile girdiği tartışmalarda bir sübap görevi yapan bir kahramandır.<br /> Pavel PETROVİÇ, Orduda yüzbaşılığa kadar görev yapmış, ancak bir bayana aşık olması ve onun peşinden Avrupa’ya gitmesi nedeniyle istifa etmiş bir subay emeklisidir. Daha sonra bu kadından ayrılmıştır. Sınıf ayrılıkları ve törelere inanan kendini soylu sayan, bir zamanlar ileride Rusya’da yönetimine geçebilecek biri olarak bakılırken bir anda kendini kardeşinin yanında; çiftlikte ömrünü geçirirken bulmuş biridir.<br /> Nikolay PETROVİÇ; Emekli bir general ve bir Rus soylusudur. Kendisi okul yıllarında tanıştığı bir bayanla evlenmiş ve ondan Arkadiy adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak, kısa bir süre sonra eşini kaybetmiş ve Maryino isimli köye yerleşmiştir. Çiftlik yönetmekle uğraşan , her şeyi oğlu için yapan bir kahramandır. Feniçka ile evlenmekten çekinen fakat abisinin ve oğlunun desteğini aldıktan sonra o da törelerin zamanla değiştiğine inanarak onunla evlenen böylelikle kitapta yazarın betimlemek istediği kahramandır.<br /> Feniçka, Nikolay Petroviç’inev işlerini görmesi için çağırdığı bir hizmetçinin kızı olup çekingen, utangaç bir yapıya sahiptir.<br /> Olaylar 20 Mayıs 1859 tarihinde Nikolay Petroviç’in, üniversiteyi Avrupa’da bitirerek eve dönen oğlu Arkadiy ve davetini kırmayarak kabul eden arkadaşı Bazarovla karşılamasıyla başlar.<br /> Babası Nikolay Petroviç’in, burada soylu olmayan Feniçka isminde bir bayandan bir oğlu daha olmuş ancak, onunla henüz evlenmemiştir. Bu durumdan oğlu Arkadiy’in haberi yoktur. Tek kardeşi olan Pavel, eşinden ayrılmış ve kardeşinin evine yerleşmiştir.<br /> Arkadiy okuldan arkadaşı, Bazarov, bir takım düşünceleri olan, herkesten farklı bir kişilikte, hiçbir otoriteyi kabul etmeyen, hiçbir şeye inanmayan nihilist bir düşünceye sahiptir. Arkadiy arkadaşına bağlıdır ve onun dediklerine inanarak kendini ona benzetmeye çalışır. Bir süre köyde kalırlar. Bu esnada evde yaşayanlarla daha yakından tanışırlar. Arkadiy üvey annesinin ve üvey kardeşinin olduğunu öğrenir. Bu durumu tepkiyle karşılamaz. Arkadiy’in babası ve amcası, Bazarov’un nihilist, hazır cevap ve kendine göre bir felsefesinin olduğunu anladıkça onu pek fazla sevmezler. Özellikle Pavel onunla çok hararetli tartışmalara girişir ve ondan nefret eder. Bazarov tıp okumaktadır ve canlıları incelemektedir. Köyde hergün yürüyüşe çıkmakta ve bulduğu canlıları eve götürerek mikroskopla onları incelemektedir. <br /> Bir gün Bazarov, tanıdıkları bürokratın şehre gelerek belediye başkanını teftiş edeceğini ve kendilerini şehre davet ettiğini öğrenir ve Arkadiy’e kendilerinin oraya gitmelerini teklif eder, sonra da kendisinin ailesinin yanına gitmesi gerektiğini belirtir. İki arkadaş yola çıkarlar ve şehre giderler, orada arkadaşları ile görüşürler. Arkadaşları bir bayan tanıdığını, onun yanına gidip bir şeyler yemeyi ve içmeyi teklif eder ve Kukşina isimli bayanın evine giderler. Kukşina Anna Odintsova isimli bir bayan arkadaşından bahseder ve tanıştırır. Arkadiy ve Bazarov Kukşina’nın arkadaşı Anna’ya hayran kalırlar. Anna da Bazarov’un nihilist ve hiçbir şeyi kabul etmeyen olgun bir kişi olduğunu görünce onunla daha yakından tanışmak ister ve köydeki evine davet eder. İkisi de daveti kabul ederler ve ertesi gün onun evine giderler. Oradaki düzeni ve Anna’nın evin hanımı olarak otoritesini beğenirler. Bu arada Anna’nın kız kardeşi Katya ile tanışırlar. Katya da ablası gibi güzel ve alımlı bir bayandır. İki genç Katya’yı beğenirler ancak Anna’ya aşık olurlar.. Bazarov ile Anna birbirlerine yakınlaşırlar, Arkadiy ise istemeden de olsa Katya ile vakit geçirir. Bazarov, Anna’ya aşkını ilan eder ancak istediği olumlu cevabı alamaz. Bu arada Bazarov’un ailesi eve gelmesi için ona haber gönderir, o da eve döner. Arkadiy de Bazarov’un evine beraber gitmeye karar verir. Bazarov’un babası da emekli bir doktordur ve Arkadiy’in general olan dedesinin birliğinde görev yapmıştır. İki arkadaş köyde bir süre kalır ve canları sıkılmaya başlayınca Arkadiy’in köyüne dönerler.<br /> Arkadiy’in köylerine döndüklerinde Bazarov tekrar canlılarla ilgili çalışmalarına devam eder. Ancak Arkadiy Anna’yı unutamamaktadır ve onun yanına gitmeye karar verir. Bu arada Bazarov köyde çalışmalarına devam ederken Feniçka’dan hoşlanmaya başlar ve onunla her fırsatta konuşur ve ilgilenir. Bir gün bahçede onula karşılaşır ve onu öper. Bu durumu Pavel görmüştür. Ancak bu bayandan kendisi de hoşlandığı için bu durumu gururuna yediremez ve Bazarov’a düello teklif eder. Ancak nedenini açıklamaz. Bazarov durumu anlar ve düelloyu kabul eder. Düelloyu gizli yaparlar ve Bazarov Pavel’i bacağından yaralar. Yine kendisi tedavisini yapar ancak burada daha fazla kalamayacağını anlar ve O da Anna’nın evine doğru yola koyulur. Burada Arkadiy’e köyde olanları detaylarına girmeden anlatır. Arkadiy olanlara üzülür ancak burada kalmaya devam ederler. Yine Bazarov’la Anna, Arkadiy’le de Katya beraber gezerler. Bir zaman sonra Arkadiy Katya’yı Anna’dan ister. Anna duruma üzülür, çünkü Arkadiy’in kendisini sevdiğini düşünmektedir, ancak durumu kabul eder. Bazarov da ikisinin evlenmesini onaylar. Aslında Bazarov evlilik ve romantizme inanmamaktadır, Arkadiy’i daha çocuk olarak görmektedir. Ancak burada kendisi de yavaş yavaş duygusallaşmakta ve Anna’ya olan ilgisini göstermektedir. Ancak Anna’nın kendisine acımasını gururuna yediremez, oradan ayrılmak ister ve evine doğru yola çıkar.<br /> Bazarov evine döner ve babasıyla beraber köyde hastalanan insanlarla ilgilenmektedirler. Bir gün tifodan ölen bir köylünün otopsisine katılır. Otopsi esnasında neşterle kendi parmağını keser ve tifo mikrobunu kapar. Babası durumu öğrendiğinde artık çok geç kalınmıştır ve hemen doktor çağırır. Bazarov babasından Anna’ya selam göndermesini ister. Babası durumu Anna’ya bildirir, kadın bir Alman doktorla derhal Bazarov’un yanına gelir. Ancak Alman doktor gencin kurtulamayacağını, artık çok geç olduğunu ve birkaç gün ömrü kaldığını bildirir. Bazarov Anna’nın kucağında vefat eder.<br /> Bazarov’un vefatından sora Arkadiy’le Katya, Nikolay Petroviçle de Feniçka evlenirler. Baba oğul Kirsanovlar Mariyino’da yerleşirler, Arkadiy çalışkan ve başarılı bir çiftçi olur. Nikolay Petroviç toprak reformu komisyonuna üye olur. Katya’nın bir oğlu olur ve adını Koyla koyarlar. Pavel sağlığı ve işleri için Moskova’ya gider. Anna, ileride devlet adamı olacak güzel konuşan bir hukukçu ile evlenir.<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-53662731276994192752014-01-09T10:59:00.000-08:002014-01-09T10:59:11.780-08:00Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu<div style="text-align: justify;">
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.<br />Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.<a name='more'></a><br />Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.<br />Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.<br />Bu dönemler:<br />1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).<br />2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).<br />3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).<br />Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur. <br />Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.<br />Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz. <br />"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır." <br />Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir. Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir. <br />Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.<br />Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır. <br />Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır. Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer. <br />"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."<br /> Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.<br /> Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.<br /> Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür. <br />"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."<br />Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır. <br /><br />"Hakkı Bey:<br />- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?" <br />Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir. <br />Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı. <br />Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır. <br />Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır. <br />Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.<br />Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler. <br />Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.<br />Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir. <br /> Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.<br /> Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.<br /> "Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."<br />Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.<br /> Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur. <br />Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-91337484901805019802014-01-09T10:54:00.000-08:002014-01-09T10:54:38.965-08:00Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan<div style="text-align: justify;">
Attila İLHAN’ın 1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.<br />Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.<a name='more'></a><br />Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür. <br />Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan bir bölüm:<br />“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.<br />Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.<br />Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”<br />Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”<br />İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.<br />Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:<br />“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;<br />“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”<br />Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.<br />Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”<br />Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”<br />Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…<br /> Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.<br />Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :<br />“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?<br />Şehülislam: Gerekir.<br />Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ? <br />Şeyhüliislam: Gerekir.<br />Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?<br />Şeyhülislam: Olurlar.<br />Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?<br />Şeyhülislam: Olurlar.<br />Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?<br />Şeyhülislam: Olurlar.”<br />Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın” Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?<br />Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.<br /><br /> Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle suçluyor. Kitaptan bir bölüm:<br />“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:<br />“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”<br />Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:<br />“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”<br />“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”<br />Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki: <br />“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”<br /> Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu. Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor. Kitaptan bir bölüm.<br />“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya <br />dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...<br /> Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:<br /> “-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”<br />Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.<br />O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.<br /> Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır. <br />Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.<br />Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.<br />Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir. <br /></div>
Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-10450903172689950152014-01-08T13:25:00.000-08:002014-01-08T13:25:00.947-08:00Padişahların Kadınları Ve Kızları, Çağatay Uluçay<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:HyphenationZone>21</w:HyphenationZone>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
</w:Compatibility>
<w:BrowserLevel>MicrosoftInternetExplorer4</w:BrowserLevel>
</w:WordDocument>
</xml><![endif]--><br />
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" LatentStyleCount="156">
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Normal Tablo";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:10.0pt;
font-family:"Times New Roman";
mso-ansi-language:#0400;
mso-fareast-language:#0400;
mso-bidi-language:#0400;}
</style>
<![endif]-->
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 120%; margin-bottom: 6.0pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 6.0pt; text-align: justify;">
<span style="font-family: Arial; font-size: 11.0pt; line-height: 120%;"><span style="mso-spacerun: yes;">
</span>Osmanlı İmparatorluğunun başlangıcından son bulmasına kadar Padişahların
kadınları ve kızlarının incelendiği, temel alınabilecek bir kitaptır.
Kadınların birçoğu Türk asıllı değildir. Kadının padişahlar üzerinde etkisi
Kanuni Sultan Süleyman döneminde başlamış ve artarak sürmüştür. Kızların çoğu genç
yaşta verem hastalığından hayatlarını kaybetmiştir. İmparatorluğun son dönemlerinde
kadın ve kız sayısının artması, bunların kontrolünde sıkıntılar meydana
getirmiş, ahlaki bozulmalara sebep olmuştur. Bu dönemde Avrupa hayranlığı Sultanlar
arasında gelişmiştir. Padişahların genç yaşta tahta çıkmaları sonucu devletin
yönetimi ne yazık ki Sultanların elinde kalarak düzeltilemeyecek durumlara gelmiştir.
Saray ve halk arasındaki uçurumun giderek derinleşmesine sebep olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğunun sonunu hazırlayan en önemli nedenlerden biri olarak ta
kadınların idareye olan etkisi gösterilebilir.<a href="https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=4342233900793036671#_ftn1" name="_ftnref1" style="mso-footnote-id: ftn1;" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="color: white;"><span style="mso-special-character: footnote;"><span class="MsoFootnoteReference"><span style="color: white; font-family: Arial; font-size: 11.0pt; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: "Times New Roman"; mso-fareast-language: TR;"></span></span></span></span></span></a>
</span></div>
<div style="mso-element: footnote-list;">
<br clear="all" />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<div id="ftn1" style="mso-element: footnote;">
<div class="MsoFootnoteText">
<br /></div>
</div>
</div>
<br />
<br />
OSMAN BEY<br /> Bala Hatun ve Mal Hatun eşleridir. Bala Hatun Şeyh Edebalı’nın kızıdır. Orhan Bey’in annesi Mal Hatundur. Osman Bey’in Fatma adında da bir kızı olduğu bilinmektedir.<br /><br /> ORHAN BEY<br /> Nilüfer Hatun(Holifira), Asporca Hatun (Bizans imparatoru 3’üncü Andronikos’un kızı), Teodora (Maria), Eftandise Hatun eşleridir. Fatma Hatun, Hatice Hatun ise kızlarıdır. 1’inci Murat ve Süleyman Paşa Nilüfer Hatundan dünyaya gelmişlerdir.<br />
<a name='more'></a><br /> 1’İNCİ MURAT<br /> Gülçiçek Hatun, Tamara, Paşa Melek Hatun eşleridir. Nilüfer Hatun, Melek Hatun ise kızlarıdır. Yıldırım Bayezid annesi Gülçiçek Hatundur.<br /><br /> YILDIRIM BAYEZİD<br /> Devletşah Hatun, Maria (Sırp kralı 1’inci Lazar’ın kızıdır.), Hafsa Hatun eşleridir. Hundi Hatun, Oruz Hatun, Fatma Hatun, Erhondu Hatun kızlarıdır. Çelebi Mehmet’in annesi kayıtlarda net olarak kim olduğu belli değildir.<br /><br /> ÇELEBİ MEHMET<br /> Emine Hatun, Kumru Hatun eşleridir. Selçuk Hatun, Hafsa Hatun, Ayşe Hatun, Sultan Hatun, İlaldı Hatun kızlarıdır. 2’nci Murat’ın annesi Emine Hatundur.<br /><br /> 2’NCİ MURAT<br /> Hatice Hatun, Hüma Hatun, Yeni Hatun, Mara (Despina, Sırp Kralı’nın kızıdır) eşleridir. Erhondu, Fatma, Hatice, Şehzade Hatunlar kızlarıdır. Fatih Sultan Mehmet’in annesi Hüma Hatundur. Hüma Hatunun ecnebi olduğu kayıtlarda geçmektedir. Mara tekrar ülkesine dönmüş olup din değiştirmemiştir.<br /><br /> FATİH SULTANMEHMET<br /> Gülbahar Hatun, Gülşah Hatun, Sitti Hatun, Çiçek Hatun, Helene (Mora despotunun kızıdır.) eşleridir. Gevherhan Sultan kızıdır. 2’inci Bayezid’in annesi Gülbahar Hatundur. Çiçek Hatun da ecnebi idi. Şehzade Cemin annesidir. Gevherhan Sultandan meydana gelen Göde Ahmet daha sonra Akkoyunlu hükümdarı oldu.<br /><br /> 2.BAYEZİD<br /> Ayşe, Bülbül, Ferahşad, Gülbahar, Gülruh, Hüsnüşah, Nigar, Şirin Hatunlar eşleridir. Aynışah, Ayşe, Fatma, Gevherimuluk, Hatice, Hundi, Hüma, İialdı, Kamer, Selçuk, Şah, Sultanzade kızlarıdır. 2’nci Bayezid Osmanlı padişahlarından en çok evlenendir. Bundan dolayı çoçuk sayısı da o kadar fazladır. Gülbahar Hatun Yavuz Sultan Selim’in annesidir.<br /><br />YAVUZ SULTANSELİM <br />Hafsa Sultan ve ismi belirlenemeyen 3 eşi vardır. Hafsa Sultan Kanuni Sultan Süleyman’ın annesidir. Beyhan, Fatma, Hafsa, Hatice, Şah, Hanım Sultan kızlarıdır. Şah Sultan, eşinin çok sert ve katı yürekli olmasından dolayı boşanmıştır.<br /><br /> KANUNİ SULTANSÜLEYMAN<br /> Hurrem Sultan (Bir rus papazın kızıdır), Mahidevran, Gülfem Hatun eşleridir. Osmanlıda kadın saltanatının başladığı dönemdir. Kanuni yaşlandıkça Hürrem Sultanın etkisinde kalmıştır. Hürrem Sultanla Mahidevran Sultan haremde kavga etmiş, Mahidevran Sultanın oğlu Mustafa paşanın yanına sürgün edilmiştir. Mustafa Paşa Hurrem-Mihriban-Rüstem üçlü ittifakı sonucu öldürülmüştür. Şehzade Bayezid’in padişah olmasını istiyorlardı. Mihrimah Sultan, Raziye Sultan kızlarıdır. 2’nci Selimin annesi Hurrem Sultandır.<br /><br /> 2’NCİ SELİM<br /> Nurbanu (Yahudi ve İtalyan’dır) Sultaneşidir. İsmihan Sultan, Şah Sultan, Gevherhan Sultan, Fatma Sultan kızlarıdır. İsmihan Sultan Sokullu Mehmet paşa ile evlenmiştir. Gevgerhan Sultanise Piyale Paşa ile evlenmiştir. 3’üncü Muradın annesi Nurbanu Sultandır. Nurbanu Sultan gelini Safiye Sultanın itibarını sarsmak istemiştir. 3’üncü Muradın annesi Nurbanu Sultandır.<br /><br /> 3’ÜNCÜ MURAD<br /> Safiye Sultan (Venedik Baffo ailesinden), Şemriruhsar eşleridir. Safiye Sultan kocasını zevk ve eğlenceye terk ederek devlet işlerini ele aldı. Kim daha çok hediye getirdi ise yüksek mevkilere onu getirdi. Ayşe Sultan, Fahri Sultan, Fatma Sultan, Mihriban Sultan, Rukiye Sultan 30 kızından adları tespit edilenler arasındadır. Safiye Sultan 3’üncü Mehmet’in annesidir.<br /><br /> 3’ÜNCÜ MEHMET <br /> Handan Sultan eşi ve 1’inci Ahmed’in annesidir. <br /><br /> 1’İNCİ AHMED<br /> Mahfiruz Sultan, Mahpeykar Sultan (Kösem Sultan) eşleridir. Osmanlı tarihinin en namdar kadını Kösem Sultan’dır. Kösem Sultan bir papazın kızıdır. 1’inci Ahmet çocuk yaşta padişah olmuş ve Kösem Sultan onu avuçlarının içine almış devleti idare etmiştir. 1’inci Ahmet’in ölümünden sonra 4’üncü Murad padişah oluncaya kadar yönetimden uzak kaldı. 4’üncü Murad’la birlikte 10 yıl devletin idaresini elinde tutmuştur. Daha sonra Turhan Sultan tarafından boğdurulmuştur. Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Atike Sultan, Hanzade Sultan kızlarıdır.<br /><br /> 1’İNCİ MUSTAFA (3’üncü Mehmet’in oğlu)<br /> 1’inci Ahmet kardeşi Mustafa deli olduğu için öldürtmemişti.1’inci Ahmet erken ölünce yerine kardeşi Mustafa geçti. Kısır veya çocuksuz padişah olarak anılır.<br /><br /> 2’NCİ OSMAN<br /> Padişahlar cariyelerle evlenirken 2’nci Osman bu geleneği bozmuş ve şeyhülislamın kızı Akile Hanımla evlenmiştir. Diğer eşinin adı Ayşe kadındır.<br /><br /> 4’ÜNCÜ MURAD<br /> Ayşe Sultan eşidir. Kaya Sultan, Safiye Sultan, Rukiye Sultan kızlarıdır.<br /><br /> SULTAN İBRAHİM<br /> Hatice Turhan Sultan (Tatar), Aşub Sultan, Muazzez Sultan, Ayşe Sultan, Mahenver Sultan, Şivakar Sultan, Hümaşah -Telli Haseki eşleridir. Hatice Turhan devlet işlerinin başına Köprülü Mehmet Paşayı getirmesi yaptığı en büyük iştir. Yeni caminin inşaatını tamamlamıştır. Fatma Sultan Gevher Sultan ve Beyhan Sultan kızlarıdır.<br /><br /> 4’ÜNCÜ MEHMED <br /> Gülnüş Sultan (Girit’ten Vernizzi ailesinden), Gülnar Kadın, Afife Kadın eşleridir. Hatice Sultan Fatma Sultan, Ümmi Sultan kızlarıdır. 1687’de tahttan indirilmiştir.<br /><br /> 2’NCİ SÜLEYMAN<br /> Hatice, Behzat, İvaz, Süğlün, Şehsuvar, Zeynep Kadınlar eşleridir.<br /><br /> 2’NCİ AHMED<br /> Rabia Sultan eşleridir. Asiye Sultan ve Atike Sultan kızlarıdır.<br /><br /> 2’NCİ MUSTAFA<br /> Alicenab Kadın, Afife Kadın, Hümaşa Kadın, Saliha Sultan, Şehsuvar Sultan, Hatice Kadın, Hasfa Sultan, Hanife Hatun eşleridir. Saliha Sultan 1’inci Mahmut’un annesidir. Ayşe Sultan, Emine Sultan, Safiye Sultan, Emetullah Sultan, Zeynep Sultan, Fatma Sultan, Rukiye Sultan, Hatice Sultan kızlarıdır.<br /><br /> 3’ÜNCÜ AHMED<br /> Emetullah, Ayşe, Emine, Fatma, Gülşen, Hatice, Hurrem, Meyli, Mihrişah, Nazife, Nejat, Rukiye, Sadık, Ümmügülsüm, Zeynep, Hanife, Şermi, Şayetse kadınlar eşleridir. 30 tane kızı olmuştur. Fatma, Ümmügülsüm(2 yaşında nişanlanmıştır), Ümmügülsüm(2 tane), Zeynep Sultan(3 tane), Ayşe Sultan (2 tane), Saliha Sultan, Esma Sultan, Atike Sultan, Hatice Sultan, Zübeyde, Emine, Naile, Nazife, Rabia (2 tane), Reyhan, Rukiye (4 tane), Sabiha, Ümmüseleme, Akile Sultan, Bayhan Sultan, Emetullah Sultan kızlarıdır.<br /><br /> 1’İNCİ MAHMUD<br /> Alicenab Kadın, Verdinaz Kadın, Rami Kadın eşleridir. İkballeri, Meyyase, Fehmi, Sırrı , Habbabe Hanımlardır.<br /><br /> 3’ÜNCÜ OSMAN<br /> Zevki Kadın ve Ferhunde Hanımdır. 55 yaşında padişah olmuştur. Haremdeki tüm rakkaseleri atmıştır. Çocuğu olmamıştır.<br /><br /> 3’ÜNCÜ MUSTAFA<br /> Adilşah, Aynülhayat, Mihrişah, Rifat kadınlar eşleridir. Hibetullah Sultan, Mihribah Sultan, Mihrişah Sultan, Şah Sultan, Beyhan Sultan, Hatice Sultan kızlarıdır.1’inci Mahmud ve 3’üncü Osman’ın çocuğu olmadığı için 30 yıl doğum şenliği yapılmamıştır.<br /><br /> 1’İNCİ ABDÜLHAMİT<br /> Ayşe Sineperver, Binnaz, Dilpezir, Hümaşah, Mehtabe, Mislinayab, Muteber, Nakşidil (Fransız), Nevres, Şebisefa, Ruhşah Hatice kadınlarıdır. Nakşidil Kadın 2’nci Mahmud’un<br />Annesidir. 1’inci Abdülhamit Ruhşah Hatice kadını çok sevmiştir. Ayşe Dürruşehvar, Hatice Sultan, Esma Sultan, Aynışah Sultan, Rabia Sultan, Melekşah Sultan, Rabia Sultan, Fatma Sultan, Alemşah Sultan, Saliha Sultan, Hibetullah Sultan, Emine Sultan kızlarıdır. Ayşe Dürrüşehvar Hanım 1.Abdülhamit’in yasak olmasına rağmen şehzadeliği zamanında olmuştur. Babası hükümdar oluncaya kadar saray dışında büyütülmüştür. Şehzade iken çocuk sahibi olma 1’inci Ahmed zamanında yasaklanmıştı. Esma Sultan ve Annesi Ayşe Sineperver Kabakçı ayaklanmasının meydana gelmesinde büyük rol oynamıştır.<br /><br /> 3’ÜNCÜ SELİM<br /> Afitab, Aynisafa, Demhoş, Goncenigar, Hüsnümah, Nuruşems, Tabısafa, Zibifer, Mahbube, Safizar, Refet, Meryem kadınlarıdır.<br /><br /> 4’ÜNCÜ MUSTAFA<br /> Seyyare, Dilpezir, Şevkinur kadınlarıdır. Emine Sultan kızıdır.<br /><br /> 2’İNCİ MAHMUD<br /> Aşubcan, Bezmialem, Hoşyar, Nevfidan, Nuritab, Pertevniyal, Piruz-i Felek, Vuslat Zerginar kadınlarıdır. Hüsnü Melek, Zeynifelek, Tiryal, Lebriz Hanımlar ikbaleridir. Fatma(3 tane), Ayşe, Saliha, Mihrimah, Emine, Şah, Zeynep, Emine, Hamide, Cemile, Atiye, Münire, Hatice, Adile, Hayriye Sultan kızlarıdır. 2’nci Mahmut 4’üncü Mustafa öldürüldükten sonra ailesinde kendisinden başka erkek kalmamıştır. Bundan dolayı çok sayıda cariye ile münasebette bulunmuştur.<br /><br /> ABDÜLMECİD<br /> Servetseza, Trimüjgan, Şevkefza, Düzdidil, Perestu, Gülcemal, Mahitab ,Bezmera, Verdicenan kadınlarıdır. İkballeri, Nalandil, Ceylanyar, Serfiraz, Nergizev, Gülustu, Navekmisal, Nesrin Hanım, Şayetse Hanımdır. Mevhibe Sultan, Naime Sultan, Fatma Sultan, Behiye Sultan, Neyyire Sultan, Refia Sultan, Aliye Sultan, Cemile Sultan, Münire Sultan (2 tane), Samiye Sultan, Nazıme Sultan, Sabiha Sultan, Behice Sultan, Mukbile Sultan, Seniha Sultan, Zekiye Sultan, Fehime Sultan, Şehime Sultan, Mediha Sultan, Naile Sultan, Bedia Sultan kızlarıdır.<br /> <br /> Abdülmecid çok müsrifti. Dolmabahçe sarayını yaptırarak içini Avrupa’dan getirttiği eşyalarla doldurmuştu. Kadınlarının çokluğu ile diğer padişahlar arasında rekor kırmıştır. Tirimüjgan kadın 2.Abdülhamid'in annesidir. Gülcemal kadın Abdülmecid’in en sevdiği kadın imiş. Bezmera kadın saray geleneklerinin aksine saray dışındandır. Fakat Abdülmecid tarafından boşanmıştır. Serfiraz Hanım rezaletleriyle ünlüdür. Küçük fesli diye bir Ermeni çocuğuna tutulmuş, onun için çok para ödemiş, rezaletleri dillere destan olmuştur. Gülistan Hatun Vahdetinin annesidir. Kırım Savaşı esnasında bile Abdülmecid ilk kızının düğününü abartılı olarak yapmıştır.<br /><br /> ABDÜLAZİZ<br /> Dürrünev, Hayrandil, Edadil, Nesrin, Gevheri Kadınlarıdır. Saliha, Nazıme, Emine, Esma, Emine, Fatma kızlarıdır.<br /><br /> 5’İNCİ MURAT<br /> Mevhibe (çocuğu yok), Reftaril, Şayan, Meyliservet, Resan kadınlarıdır. Hatice, Fehime, Fatma, Aliye Sultan kızlarıdır. Hatice Sultan Murat'ın şehzadeliği döneminde olduğu için gizli olarak büyütülmüştür.<br /><br /> 2’İNCİ ABDÜLHAMİD<br /> Nazikeda, Bedrifelek, Nurefsun, Bidar, Dilpesent, Mezid, Emsalinur, Müşfika kadınlarıdır. Sazkar, Peyveste, Fatma Pesent, Behice, Saliha Naciye ikballeridir. Ulviye Sultan, Zekiye, Naime, Naile, Şadiye, Ayşe, Refia, Hatice,Samiye Sultan kızlarıdır. Abülaziz ile Abdülhamit Nurefsun kadına tutulmuştur. Ancak bir tertiple 2’nci Abdülhamit Nurefsun öldüğü intibaını oluşturmuş ve böylece kendisi evlenmiştir. Müşfika ve Fatma Hanımlar 2’nci Abdülhamit'i hiç yalnız bırakmamışlardır. <br /><br /> MEHMED REŞAD<br /> Kamures, Mihrengiz, Dürrüaden, Nazperver, Dilfirib kadınlarıdır.<br /><br /> MEHMED VAHİDETTİN<br /> Nazikeda, İnşirah, Müreddet, Nevare, Nejat kadınlarıdır. Fenire, Ulviye, Sabiha Sultan kızlarıdır. Vahidettin ülkeden kaçtıktan sonra bütün kadınları Ortaköy sarayına Abdülmecid Efendi tarafından yerleştirilmiştir. Kızlarından Sabiha Sultanı M.Kemal Paşa ile evlendirmek istediğini bildirdiyse de Mustafa Kemal Paşa hayır veya evet demez ama sonradan vazgeçer.<br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-39526410492751458222014-01-08T13:12:00.002-08:002014-01-08T13:12:59.706-08:00Panaroma, Yakup Kadri KaraosmanoğluRomanın birinci bölümü Kurtuluş savaşı bitimi ile Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemi kapsamaktadır. İkinci bölümü ise Atatürk’ün ölümünden II nci Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemdeki olayları, karakterleri ve düşünceleri kapsamaktadır. Her iki dönemde, aydın kesim ile İnkılaba ayak uyduramayan bağnaz kesim arasındaki fikir çatışmaları, sade ve karamsar olmayan bir dille anlatılmaktadır. <br /><br />Romanın birinci bölümünde yer alan karakterlerden ön plana çıkanların tasvirleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin fikirsel oluşumunun birer örneği olarak verilmiştir. Söz konusu karakterlerden en önemlileri, sırasıyla Kurtuluş Savaşının bitimini müteakip kurulan hükümetin Millet Vekillerinden biri olan Neşet SABİT’dir. Neşet SABİT nüfuzunu (uyanık diye geçinen ve kara para aklayan bir zat) kullanarak mal mülk sahibi olmuş politikacı bir karakterdir. <br /><a name='more'></a><br />Kişilik açısından farklılık yaratan bir başka zat ise Halil RAMİZ’dir. Kişilik olarak tamamen Neşet SABİT’in ters mizacındadır. Halil RAMİZ aydın bir kişiliğe sahiptir. Atatürk İnkılaplarını savunan, fakat bu inkılapların sağlam bir zemin üzerine oturmadığını inanan bir başka Milletvekili olarak anlatılmaktadır. Halil RAMİZ, Kemalizm inkılabının meydana koyduğu eserin azamet ve mehabetini taktirden vazgeçmeyen fakat bu eseri tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesinde olduğunu düşünen bir kişiliği anlatmaktadır. Halil Ramiz “işte Yahuda bu; küçük ihtiraslar uğruna Mesih’i bir pula satacak olan bu” düşüncesiyle devrim için asıl tehlikenin kaynağını Neşet Sabit karakterine yükleyerek kendi menfaati için her türlü şeyi yapabilecek sözde devrimcileri işaret etmektedir.<br /><br />Panorama, özellikle bu iki şahsiyetin bir belediye başkanlığı seçiminde, karşılıklı fikir çatışması ortamı yaratarak olayları nasıl saptırdıkları, bu olumsuz gelişmeler sonucunda, seçim sonuçlarının üzerinde şaibeler oluştuğu ve bu nedenle Ankara’nın olaya el koyması ve seçimleri yeniden yaptırması sürecindeki düşünce yapılarının nasıl birbirleriyle çatışma içerisinde olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Yazar bu olaylar çerçevesinde, kişilerin iki benlik taşıdığını vurgulamaya çalışır, kişilerin karakterlerindeki zaafların, yalnız kaldıklarında bir İnkılapçı, Mecliste ise uysal ve oynak birer politikacı yapısına döndüklerini karakter analizleri içerisinde anlatmaya çalışır. <br /><br />Romanın ilerleyen bölümlerinde yazarımız halktan değişik karakterleri içeren kesitler sunmaya çalışmaktadır. Bu kahramanlardan en belirgini Tahinci Zade Hacı Efendidir. Bu karakter şapka inkılabından sonra tam on iki yıl evinden dışarı çıkmayan bir yobaz olarak irticayı temsil etmektedir. <br /><br />Yazar, zor şartlar altında kalan halkın hırsızlık gibi istenmeyen davranış özellikleri gösterdiğini ifade etmek için sokak çocukları karakterlerini okuyucuya sunmuştur. Sokak çocukları, kimsesizliği, unutulmuşluğu ve yarınlarımızın sahipsizliğini gözler önüne sermektedir. Karakola düşen sokak çocuklarının karşılaştıkları davranışlar, Komiser Hamdi Bey karakteri ve düşünce yapısı ile, dönemin özellikleri içerisinde anlatılmaktadır. Komiser Hamdi Beyin sıra dışı aile yaşantısı yalın bir dille kaleme alınmıştır. Yazar Komiser HAmdi Bey gibi toplumda itibar sahibi bir karakterin özel yaşantısındaki çarpıklıkların onda çift kişilik oluşturduğunu, onun yaşantısındaki olumsuz olaylar ve olumsuz davranış özelliklerine karşı, çevresinde farklı tanınan birsi olarak yaşadığı kişilik çatışmaları anlatılmaktadır. Başında üç evlilik geçen Komiser Hamdi Bey üç karısını da evliliğinin daha ilk aylarında kaybetmiştir. Dördüncü karısı da yine yatağında ölü bulununca Komiser Hamdi Bey bu dört kadının da gıdıklayarak katılmasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle hapse mahkum edilmiştir.<br /><br />Yine dönemin ileri gelen karakterlerinden biri olan Bankacı Servet Bey, nüfusunu kullanarak iyi bir mevkiye ve servete sahip olmuştur. Panoramada bu şahsiyetin aile yapısı üzerinde durulmaktadır. Sadece parayı düşünen baba karakteri Servet Bey çok vurdumduymaz bir insan olarak ne eşinin ne oğlunun ne de kızının hayat tarzına önem vermeyen biri olarak anlatılmaktadır. Yemesi ,içmesi ve yaşantısıyla Amerikan artistlerinin kopyası Bankacı Servet Beyin kızı Sevim vatanı ve milletini düşünmeden sadece günü birlik yaşayan bir karakteri canlandırarak Türk İnkılabıyla gerçekleştirilmek istenen değişimi sadece görüntüde yakalamaya çalışan düşünmeden yaşayan vurdumduymaz özenti gençliği temsil etmektedir. Tıpkı Sevim gibi abisi Nedim de sorumsuz ve uçarı yaşam tarzıyla dikkati çekmektedir.Romanda özellikle Servet Beyin ailesinin geçirdiği olumsuz olaylar neticesinde (kızının tecavüze uğraması gibi), ailesinin Avrupa’ya gidişleri ve oradaki yaşantıları, aile dostlarının kanalıyla yurt dışına kaçırdığı paraların yönetimini nasıl gerçekleştirildiği ibret verici bir anlatımla dile getirilmektedir. Sorumsuz bir babanın yetiştirdiği iki genç ve yaşantıları ile yazar gençliğin karşılaşabileceği sorunları yalın ve etkileyici bir dille anlatmıştır.<br /> <br />Sevim ve Nedim karakterlerinin zıddı diğer önemli bir karakter ise, aydın kesimi temsil edenlerin başında gelen Fuat’dır. Fuat, önemli şahsiyetlerden biri olan Osman Nuri Beyin oğludur. Osman Nuri Bey, İnkılap sonrası işlerinin kötü gitmesi nedeniyle tüm servetini kaybetmiş ve sonrasında gelen olumsuz olaylar sonucu intihar etmiş gururlu, dürüst ve ailesini önemseyip çocuklarına tüm zorluklara rağmen iyi bir tahsil imkanı vermeye çalışan bir baba karakteriyle karşımıza çıkmaktadır. Babasının intiharından sonra ailenin yükü istemeyerek Fuat’ın omuzlarına binmiştir. Her şeye rağmen yaşamın zorlukları ile mücadele etmesini öğrenen Fuat, üniversiteyi bitirerek gazeteci olmuştur. <br /><br />Aydın kemsi temsil eden diğer iki karakterden bir tanesi Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası olan Ahmet Nazmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer aydın karakter ise İzmir Dış Ticaret Müdürü Cahit Halit’tir. Roman boyunca yazar bu iki aydın arasında geçen mektuplaşmalarla aydın kemsin inkılap için düşündüklerini anlatarak Kemalizm için bir tahlil yapmaya çalışmıştır.<br /> <br />Yazar Diyarbakır’daki Ahmet Nazmi’ni ağzından şu satırları yazmaktadır: “Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz “inkılap” kelimesini daha “i” harfi bile buraya aksetmemiştir. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat bir inkılabın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir…Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafaların içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz. Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terliklerle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam kurmak, öbürü, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılap metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvafık olacak; her ikisi de, ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak”.<br /> <br />Yine yazar inkılabın temelleri diye kurulan Halkevlerinin düştükleri feci hali Ahmet<br />Nazmi’nin ağzından şu satırlarla aktarmıştır: “Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla, içi hareli zarfı biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde, İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyle!”<br /> <br />Ahmet Nazmi her ne kadar yadın kesimi temsil etse de içine düştüğü ümitsizlik girdabı onu bir hayli üzmektedir. Yazar Türk inkılabının korunup geliştirilmesinde aydın kesimin önemini Cahit Halid’in mektup satırlarından okuyucuya çarpıcı bir dille aktarmaktadır: “Nice çetin zorluklarla, tıpkı bir harp meydanında gibi, savaşacaksın. Dişinle, tırnağınla didişeceksin. Bazen ölesiye yaralanacaksın. Fakat bir an umutsuzluğa düşmeden, bir kere, “Uff!” demeden kavgana devam edeceksin. Yoksa, Türkiye’nin yüz elli yıldan beri dördüncü ve sonuncu olarak giriştiği bu kurtuluş ve kalkınış hamlesi de kendisiyle beraber tarihin uçurumuna yuvarlanıp gider. Dava senin ya da benim, Ali’nin, Veli’nin mutluluğu, rahatı, refahı değil; dava bir makus olaylar selinin durduruluşu , bir büyük eserin yaradılışı davasıdır. Sen ve ben bu dev işinin binlerce adsız ırgatları arasında yer alıp çalışmaya rıza gösterdiğimiz gün, bu memleketin selamet saati çalmış olacak.” Burada aydın diye geçinip toplumda söz sahibi olarak büyük servet sahibi olan Servet Bey gibi karakterlere de bir gönderme yapan yazar yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesini seven, düşünen ve kendi menfaatlerini ikinci plana atarak sadece ülkesi için çalışabilecek aydınlara olan ihtiyacı gözler önüne sermiştir.<br /> <br />Panoramanın ikinci bölümünde ise yazar, birinci bölümde anlatılan insan karakterlerine geri dönüş yapar ve onların 1940’lı yıllardaki yaşamlarından kesitler sunmaya çalışılır. Bu bölümün başlangıcında özellikle Atatürk’ün hastalığı ve ölümü dramatik bir söylemle anlatılır. Romandaki karakterlerin Atatürk’ün ölümü ile ilgili bakış açıları, özellikle bu olaya sevinen ve üzülen taraflar olarak, ölümden sonra insanların beklentilerinin neler olabileceği anlatılmaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Atatürk İnkılaplarının geleceği, başarısı ve ülke üzerindeki etkilerinin neler olabileceği, halk arasında oluşan olumlu ve olumsuz beklentiler, fikir ayrılıkları üzerinde durulur.<br /> <br />Yazar ulu önder Atatürk’ün cenaze törenini sade ve çok dokunaklı bir dille gözler önüne sermiştir. “Bu tören her türlü tahayyül ve tasavvurun üstünde bir şeydi. Bizim basın karalamacıları ve acemi mikrofon çığırtkanları şöyle dursun – belki Flaubert çapında bir kalem ustası bile sanırım- o hali , o manzarayı bütün heybetiyle tasvire erip yetişemezdi.” Bu satırlarla yazar, toplumdaki her kesimden –Tahinci Zade Hacı Emin Efendi gibiler hariç- insanların Ata’nın son yolculuğundaki hissiyatını aktarmaya çalışmıştır.<br /><br />Atatürk’ ün ölüm hadisesinin hemen ardından yazar irticanın sembolü Tahinci Zade Hacı Emin Efendi karakterinden yine bahseder. Toplum içindeki yerini ve nüfusunu muhafaza eden karakterimiz malına mal katmaya devam etmektedir. Kendi çapında Atatürk’ün bu vatan için hiçbir şey yapmadığını söyler. Yazar bir başka tehlikeye okuyucunun dikkatini şöyle çekmektedir. Tahinci Zade Hacı Emi Efendi’nin oğlu Tahir Bey Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığına tekrar seçilmiştir. Zira Tahinci Zade Hacı Emin -ki yazar ondan sık sık mübarek zat tamlamasıyla bahseder – oğluna büyük bir ısrarla parti il başkanlığına seçilmesi konusunda baskı yapmaktaydı. <br /><br />İlerleyen bölümlerde Atatürk sonrası Dünya genelindeki değişimler ve II nci Dünya Savaşı nedeniyle yeni ittifak arayışları sonucu oluşan aydınların üzüntüleri anlatılmaktadır. Savaşa girilebileceği ihtimali üzerine ülkenin geriye doğru gideceği düşüncelerinin aydın kesim üzerinde nasıl şekillendiği, bu kesimin endişelerinin boyutları, ülkede yaşayan diğer insanların, savaşla ilgili nasıl gruplaştıkları fikirsel açıdan ortaya konmaktadır. Özellikle savaşta Almanya’nın yanında olmak isteyenlerin, savaş nedeniyle mal stoklayanların, hayat pahalanacak diye panik olanların durumları ile belirli bir grubun savaş karşıtı olarak, savaşa yönelik düşünce akımlarının dışında kalmamız gerektiğini savunduğu önemle üzerinde durularak anlatılır. Bütün bu düşünceler insan manzaraları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır.<br /><br />Yazarın savaş psikolojisindeki halkın tasviri şöyledir:” Kimi savaşa girelim, kimi girmeyelim diyordu. Sokaktaki adam, pırasanın kilosu 70 kuruşa çıktığı için, homur homur homurdanıyordu; dükkandaki adam , kesatlıktan acı acı sızlanıyordu. Çiftçi, tütünün, pamuğun ya da buğdayın elinde kalmasına kızıyordu; tüccar, alıp satacak mal bulamadığına hırslanıyordu. Öbür yandan ise kesatlık, yoksulluk ve kıtlık ülkesinde bakımsız toprakları kaplayan yabani otlar gibi boyuna milyonerler türemekteydi. Lakin, hikmetinden sual olunmaz , bunlar arasında bir yüzü gülene rast gelinmiyordu. Hepsi bir acayip şaşkınlık, bir gizli endişe, bir korku içinde yaşıyordu ve bu şaşkınlık, bu endişe, bu korku milyonları çoğaldığı oranda artıyor gibiydi. Zira, hiçbiri bu paralarla ne yapacağını , bu paraları nereye koyacağını bilemiyordu. Bankalar emin değildi; çünkü bunlar hep devleti,n elindeydi ve banknot desteleri altın sikke kümeleri gibi yere gömülemezdi. Sonra, bakalım bu banknotlar bugünkü kıymetlerini ne zamana kadar muhafaza edebilecekti? Şimdiden ,Türk lirasının satın alma kudreti, tepesi aşağıya düşmeye başlamıştı. Buna göre milyonerlerin çoğu ehveni şerdir diye paralarını arsaya, emlake yatırmaktan başka çare bulamıyordu ve yangından mal kaçıran kimselerin telaşıyla eski, yeni, sağlam, çürük, ucuz, pahalı demeyip, birbirlerini ite kaka, köşklerin, konakların , yalıların, apartmanların üstüne üşüşüyorlardı.” Bu satırlarla yazar halkın içinde bulunduğu havayı okuyucuya net olarak sunmuştur. <br /> <br />Kendi devrinin olaylarını çok güzel gözlemleyip aktaran yazar aynı savaş psikolojisindeki Avrupa devletlerinden tıpkı Türkiye gibi ikinci dünya savaşına girmemiş İsviçre’de yürütülen “Harp Ekonomisi” politikasını Servet Beyin ailesini emanet edip yurt dışına gönderdiği ve Servet Beyin kızı Sevim’e aşık olan yardımcısı Ragıp Bey ağzından okuyucuya aktarıp ülkemizle İsviçre’yi kıyaslayıp Türkiye’de oynanan oyunlara dikkat çekmiştir. Yazar, adeta “biri, yer, biri , bakar, kıyamet ondan kopar” mesajını zenginin parasına para katıp fakirin daha da fakirleştiğini ibret verici satırlarla sunmuştur. “İsviçre’de “ harp ekonomisi” bürosu, bir iaşe diktatörlüğü demekti. Bu idare, memleketin bütün hububat ambarlarını, deri ve yün depolarını kendi kontrolü altında tuttuğu gibi, şunun bunun evindeki kilerlere ve kümeslere de karışırdı. Olmaya ki, bu kümes sahiplerinden biri, tavuklarının yumurtalarından istifadeye; olmaya ki bir köylü ona haber vermeden ineğini sağmaya ya da domuzu öldürmeğe kalkışısın; iaşe kontrolcüsünün pençesini derhal yakasında bulurdu. Buna rağmen, altı yıl, hiç kimse, ağzını açıp herhangi bir itirazda bulunmadı. “Benim malıma, benim işime gücüme ne hakla karışıyorsun?” demedi ve hileye, dalavereye, karapazar yollarına sapmaktan da çekindi.bu suretle, gerçi oburlar iştahlarına göre yiyip içemediler ama, aç ve çıplak kalan da olmadı. Zengini , fukarası aynı nispette yaşamak için gereken gıdayı , kaloriyi aldı.”<br /> <br />Yazarın politik alanda kaleme aldığı ve Halk Partisinin millet vekili olan Neşet Sabit karakteri ile kendi çıkarı için çalışan sözde politikacıların düşünce yapısını ortaya koymuştur. Nitekim Neşet Sabit bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisinin sözde en ateşli vekillerinden biri iken iyi bir bakanlık uğruna 1946 seçimlerine Demokrat partiden aday olarak katılmıştır.<br /><br />Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cumhuriyet rejiminin bu dönemde ne kadar büyük bir tehlikeye maruz kaldığını anlatırken yine irtica sembolü Hacı Emin Tahıncıoğlu’nun – soyadı kanunu ile Tahıncızade Hacı Emin Efendi’nin yeni ismi- dilinden şu satırları okuyucuya aktarmaktadır: “Hacı Emin Efendi, yolu düşüp de (Millet Bahçesi)’nin önünden geçerken gözü Atatürk’ün büstüne ilişir ilişmez mekruh bir şey görmüşçesine başını çeviren ve her defasında, can ve gönülden bir “Lanetullahı Aleyh” demeyi unutmayan bir adamdı”. Yazar bu bölümde etrafı saran sayıları gittikçe artan ve kendi değimiyle İstanbul sokaklarını yabani otlar gibi saran kara sakallı kimselerden bahsetmektedir ve bir Atatürk büstünün yıkılması olayını tüyler ürpertici bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır.<br /> <br />Yazarın aydın kesimi temsil eden karakteri Fuat romanın bu bölümünde karşımıza ruh haliyle çıkmaktadır. Fuat karakteri çocukluğunda medreselerin kapatılmasından Şapka Kanununa kadar birçok inkılap yadırgayan ve hurafeleriyle geleneklerine bağlı nice kimseler görüp tanımıştır. Hatta, bunlar arasında pek yakın akrabaları, bunlar arasında kendi annesi ve ninesi bile vardır. Bu insanlar Fuat gözünde çoğu beş vakit namazını kılan ,Ramazan orucunu tutan ve sayılı günlerde ölülerine Yasin okumayı ihmal etmeyen kimselerdir. Yazar Fuat’ın gözünden bu insanların etrafta dolaşan yabani şekillere giren sözde dindar kara sakallılarla şöyle mukayese etmektedir:” Bu insanların ne hür fikirli bir insan olduğunu bildikleri babasını, ne de ailesinin yeni hayat şartlarına göre yetişen gençlerine karşı herhangi bir ters muamelede bulundukları görünmezdi. Olsa olsa, böylelerine acıyarak bakmakla kalırlardı ve hepsinin yüzü annesinin yüzü gibi tertemizdi, hepsi Atatürk öldüğü gün tıpkı annesi gibi yas tutup ağlamışlardı.”<br /><br />Romanın son kısmı acı ama ibret verici bir olayla son bulmaktadır. Felsefe öğretmeni Ahmet NAZMİ profesör olmuş ve Fuat ile arası biraz açılmıştır. Hele Şehzade başında eski bir ailenin dayalı döşeli konağına iç güveysi olarak girdikten sonra Fuat’ı iyice küçümser olmuştur. Fuat son akşam geç saatlerde Profesör Ahmet Nazmi’nin mektupla daveti üzerine evlerine bir ziyarette bulunmuştur. O gece Fuat, Ahmet Nazmi ve eşine ruh haletini aktarırken çevresindeki yobazların sayılarının gün geçtikçe arttığını, bir çığ gibi üzerlerine geldiklerini, pek yakında bütün heykelleri, anıtları sütun ya da kitapları talan ettikten sonra evlerin içine müdahele edeceklerini anlatmıştır. Hatta Fuat bu yobazların kendileri gibi olmayanlara katli vaciptir damgasını vurup onları öldüreceklerini bile söylemiştir. <br /><br />Fuat’ın o gece söylediği sözler arasında göze en çarpan ifadeler yazar tarafından şöyle aktarılmaktaydı okuyucuya:” … ve etekleri altında ya bir kazma ya da bir satır gizleyip taşırlar. Bu vahşi aletlerle şimdilik sinsi sinsi Atatürk’ün heykellerine saldırıyorlar; yarın açıktan açığa O’nun yolunda yolunda yürüyenlerin kellelerini uçurmaya kalkışacaklardır. Bunu da hissediyoruz; Ahmet Nazmi Bey de bunu benimle birlikte, benim kadar hissetmekte, bundan benim kadar korkmaktadır.Fakat ne de olsa serde bir entelektüellik gururu var. Korkumuzu belli etmek istemiyoruz ve bunu örtmeye çalışıyoruz. Bizden ötede ise, ne tehlikeye karşı tedbir alma iradesi, ne tehlikeyi olduğu gibi görme istidadı… bizden ötede yalnız politika var.” Bu satırlarla aydınların çaresizliği hazin bir şekilde tasvir edilmiştir.<br /> <br />Nitekim o gece ateşli konuşmalar ardından Fuat rahatlamak için kendini gecenin karanlığına bırakmış ve sokağa fırlamıştır. Arkasından yetişen Ahmet Nazmi ile sessizlikte ilerlerken işittikleri bir uğultuya doğru yönelmişlerdir. Dönemin tekkelerinden birinde ayin yapan kişilere içinde bulunduğu ruh hali ile müdahale eden Fuat ve Ahmet Nazmi çıkan arbede sonucu öldürülmüşlerdir. Böylece Fuat gibi aydınların korktuğu hazin son başlarına gelmiştir. Bu olayın aktarıldığı satırlarda Atatürk Cumhuriyetinde bağnazlığın, nasıl öldürücü bir silah olabileceği ibretle anlatılmaktadır.<br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-56954313073763220352014-01-08T13:10:00.002-08:002014-01-08T13:10:57.892-08:00Ömer Hayyam, Dörtlükler<blockquote class="tr_bq">
<b>Ömer Hayyam, Dörtlükler, Rubailer, Sabahattin Eyüpoğlu</b></blockquote>
<br />
Asıl adı Gıyaseddin Ebu'l Feth Bin İbrahim El Hayyam olan Ömer Hayyam 18 Mayıs 1048'de İran’ın Nişabur kentinde doğmuştur. Çadırcı anlamına gelen soyadını babasının mesleğinden almıştır. Fakat o soyadının çok ötesinde işlere imza atmıştır. Yaşadığı dönemde dahi İbn-i Sina'dan sonra Doğu'nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul edilmiştir. Tıp, fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer Hayyam için zamanın bütün bilgilerini bildiği söylenirdi. Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam'ın çalışmaları şöyle sıralanabilir: <br />
<a name='more'></a><br /> Yazdığı bilimsel içerikli kitaplar arasında Cebir ve Geometri Üzerine, Fiziksel Bilimler Alanında Bir Özet, Varlıkla İlgili Bilgi Özeti, Oluş ve Görüşler, Bilgelikler Ölçüsü, Akıllar Bahçesi yer alır. En büyük eseri Cebir Risalesi'dir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir. O cebiri, sayısal ve geometrik bilinmeyenlerin belirlenmesini amaçlayan bilim olarak tanımlamıştır. Matematik bilgisi ve yeteneği zamanın çok ötesinde olan Ömer Hayyam denklemlerle ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metot kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır. Bu kitabında iki koniğin ara kesitini kullanarak 3. dereceden her denklem tipi için köklerin bir geometrik çizimi bulunduğunu belirtir ve bu köklerin varlık koşullarını tartışır. Bunun yanı sıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Binom teoremini ve bu açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diye bildiğimiz şey aslında bir Hayyam üçgenidir). Öğrenimi tamamlayan Ömer Hayyam kendisine bugünlere kadar uzanacak bir ün kazandıran Cebir Risaliyesi'ni ve Rubaiyat'ı Semerkant'ta kaleme almıştır. Dönemin üç ünlü ismi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu şehirde bir araya gelmiştir . <br /> Gerek Hayyam'ın zamanında, gerek sonraki zamanlarda yazılan kaynaklarda çağının bütün bilgilerini edindiği, o alanlarda derin tartışmalara girdiği, fıkıh, ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik ve astronomi okuttuğu yazılıdır. Ebu'l Hasan Ali El-Beyhaki onun çok bilgili bir kimse olduğunu, fakat müderrislik hayatının pek başarılı olmadığını bildirir. Ayrıca Zemahseri ile uzun boylu tartışmalara giriştiğini, onun derslerine bile devam ettiğini, Zemahşeri'yi, bilgi bakımından beğendiğini yazar. <br />Hayyam'ın fizik, metafizik, matematik, astronomi ve şiir konularında değişik eserleri vardır. Bunlar arasında İbni Sina'nın Temcit (Yücelme) adli eserinin yorum ve tercümesi de yer alır. Zamanında, bir bilgin olarak ün kazanan Ömer Hayyam'ın edebiyat tarihindeki yerini sağlayan, sonraki yüzyıllarda da doğu dünyasının en büyük şairlerinden biri olarak anılmasına yol açan Rubaiyat'ıdır (Dörtlükler). Ömer Hayyam, İran ve doğu edebiyatında rubai türünün kurucusu sayılır. Sonraları aralarına başkalarının eserleri de karışan bu rubailer iki yüz kadardır. Hayyam, oldukça kolay anlaşılan, yumuşak, akıcı, açık ve seçik bir dil kullanır. şiirlerinde gerçekçidir. Yaşadıkları, gördüklerini, çevresinden, zamanın gidişinden aldığı izlenimleri yapmacığa kapılmaksızın, olduğu gibi dile getirir. Ona göre, gerçek olan yaşanandır, dünyanın ötesinde ikinci bir dünya yoktur. İnsan, yaşadıkça gerçektir, gerçek ise yaşanandır. En şaşmaz ölçü akıl ve sağduyudur. İnsan bir akıl varlığıdır. Gerçeğe ancak akıl yolu ile ulaşılabilir. <br />Ömer Hayyam pervasız olarak söyleyebilen bir kişiliğe sahiptir. Şiirlerinde halkın anlamadığı kelimeler kullanmamıştır. Düşüncede yaptığını dilde de yapmış bütün büyük adamlar gibi o da halkın anlayabileceği kelimeler kullanmıştır. Hayyam doğulu bir düşünce ve şiir adamı olmasına rağmen gerçek değerini daha ziyade batıda bulmuştur. <br />Ömer Hayyam’ın hangi şiirlerinin kendisine ait hangilerinin ait olmadığı hakkında kesin bir hüküm bulunmamaktadır. Zamanındaki bir çok şairin kendilerinin söyleyemediği şeyleri yahut kendi adları ile inandırıcı olmaz sandıkları şeyleri Hayyam’a söylettikleri ve kendi içlerini döktükleri değerlendirilmektedir. <br />Hayyam’ın şiirleri incelendiğinde genellikle varlık, yokluk, tanrı, aşk ve şarap konularına eğildiğini görmekteyiz. Şiirlerinin yapısı genellikle dörtlükler biçimindedir. Şiirlerinden örnekler verilecek olursa;<br />Ey özünün sırlarına akıl ermeyen; <br />Suçumuza, duamıza önem vermeyen; <br />Günahtan sarhoştum, ama dilekten ayık; <br />Umudumu rahmetine bağlamışım ben.<br /> Yukarıdaki şiirinde görüldüğü gibi tanrının bilinmezliğine değinmekte ve ona dilekte bulunmaktadır. Fakat isteklerine ve dualarına cevap bulamadığı anlaşılmaktadır. Kendisini şaraba verdiğini fakat istek ve dualarının bitmediğini yinede umutlarını tanrıya bağladığını belirtmektedir. <br />Tanrım bir geçim kapısı açıver bana; <br />Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana; <br />Şarap içir, öyle kendimden geçir ki beni <br />Haberim olmasın gelen dertten başıma. <br /> Bu şiirinde de Hayyam kimseye muhtaç olmadan yaşamak istemekte ve bunun için tanrıya dua etmektedir. Hayatın dert ve sıkıntıları ile yaşamak kendisine zor gelmekte ve bu dert ve tasalardan uzak kalmak maksadıyla kendisini şaraba vermektedir. Böylece kendinden geçerek hayatın meşgalelerinden uzak kalacağını düşünmektedir. <br />İçin temiz olmadıktan sonra <br />Hacı hoca olmuşsun, kaç para! <br />Hırka, tespih, post, seccade güzel; <br />Ama Tanrı kanar mı bunlara? <br /> Hayyam burada insanların iç güzelliğe sahip olmaları gerektiğine inanmaktadır. Görünüş ve üzerine giyilen kıyafetlerin iç kirliliklerini örtemeyeceğini düşünmektedir. Yaşadığı dönemlerde insanların dini kisve ile hareket ettiklerini ve görünüşte dindar gözüküp aslında olmadıklarını değerlendirmektedir. Fakat bu insanların kendilerini ve diğer insanları kandırdıklarını tanrıyı kandıramayacaklarını belirtmektedir. <br />Beni özene bezene yaratan kim? Sen! <br />Ne yapacağımı da yazmışın önceden. <br />Demek günah işleten de sensin bana: <br />Öyleyse nedir o cennet cehennem? <br /><br /> Şiirde Hayyam Allah’ın insanları özene bezene yarattığından ve kader inancından bahsetmektedir. Fakat Allah’ın her şeyi, öncesini ve sonrasını bildiğinden kendi işlediği günahlardan dolayı da Allah’ı sorumlu tutmakta ve kader inancını sorgulamaktadır. Dolayısıyla insanın hayatta işlediği hatalardan yargılanmaması gerektiğine inanmaktadır. Aslında Hayyam günah işlediğini bilmekte ve korku duymaktadır. <br /><br />Cennette huriler varmış, kara gözlü; <br />İçkinin de ordaymış en güzeli. <br />Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz: <br />Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili. <br /><br />Şiirde Hayyam’ın aslında iyi bir dini bilgiye sahip olduğu görülmektedir. Fakat uygulama bakımından pek dini kurallara uymadığı gününü gün ettiği ve şarap ve kadınlardan uzak durmadığı anlaşılmaktadır. Cennetle dünyada yaşadıklarını kıyaslayan Hayyam kendisinin zaten cennette yaşadığını düşünmektedir. <br /><br />Kim görmüş o cenneti, cehennemi? <br />Kim gitmiş de getirmiş haberini? <br />Kimselerin bilmediği bir dünya <br />Özlenmeye, korkulmaya değer mi? <br /><br /> Hayyam bu şiirinde cennet ve cehennemi sorgulamaktadır. Her ikisi de bilinmezliğe ait olan unsurlardır. Dolayısıyla insanların cennet sevdası ve cehennem korkusu ile yaşamalarına bir anlam verememektedir. Çünkü bu yerlerin olup olmadığına dair insanların kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını düşünmektedir. İnsanların bu kavramlara karşı neden bu kadar duyarlı olduklarına anlam verememektedir. <br /><br />Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4342233900793036671.post-67339092328894681812014-01-08T13:05:00.002-08:002014-01-08T13:05:33.615-08:00Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay<blockquote class="tr_bq">
<div style="text-align: justify;">
<b>Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay</b></div>
</blockquote>
<div style="text-align: justify;">
<br />Memleket Hikayeleri; Anadolu’ya ait ilk hikayelerden örnekleriyle, Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Hikayelerde Anadolu ve oralarda yaşayan insanlar gerçek yönleriyle ve Türkçe’nin mükemmel kullanımıyla anlatılmıştır. Refik Halid KARAY’ın, 1920’de yayınlanan eseri ilk sosyal hikayelerimizden oluşmuş, bir dönemi en canlı şekliyle anlatmış, kaynak kitaplar arasında yerini almıştır. Kitapta 1908-1920 yıllarına ait 18 hikaye yer almaktadır.<br /><b>Yatık Emine</b><br />Hikaye, Ankara’ya iki gün ötede ana yollardan uzak, küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabada, her küçük Anadolu kasabasında yaşanan olayların durağanlığı vardır. <a name='more'></a>Kasabada tek aykırı olay; Yatık Emine’nin olay çıkardığı için sürgün olarak bu kasabaya gelişidir. Kasabalı bu karardan dolayı valiliğe şikayette bulunur, ancak karara uymaları emredilir. Yatık Emine ev bulana dek kadınlar hapishanesinde kalır. <br />Sokakta kalan kadına kalem odacılarından bir ihtiyar evinde kalması için izin verir. Ankara’dan sürgün gelen Yatık Emine’nin namı kısa zamanda bütün kasabaya yayılır, aslı olmayan pek çok hikaye dillerde dolaşır. Kasabanın kadın ve erkekleri merak içinde odacının evinin etrafında dolaşmaya başlar. Birgün, karısı evde olmadığı vakitte, eve gelen kapıcı yüzünden; mahallelinin ısrarıyla odacının karısı Yatık Emine’yi sokağa atar. Kaymakam çare olarak hasteneye yerleştirilmesine karar verir. Hastaneye jandarmanın kötü muamelesiyle gelen genç kadın, her şeye boyun büktüğü için ‘Yatık Emine’ adıyla anılmaktadır.<br />Kasabanın ileri gelenlerinin Yatık Emine’ye ilgisi artar. Hastaneden kasaba dışında bir eve yerleştirilir. Kimse Emine’ye yiyecek vermez. Hastanede çalışan Gürcü Server Emine’ye yardım eder ve dost hayatı yaşamaya başlar. Kasabanın ileri gelenleri olayı duyunca Server’i sürerler. Yatık Emine yalnız kalır. Evindeki bütün eşyaları çalınır. Kasabada hiçbir esnaf, hiç kimse yiyecek vermez. <br />Kış gelmiştir. Server’in daha önce aynı koğuşta yattığı çavuşla arkadaşı, Yatık Emine’nin evine gitmeye karar verirler. Karanlıkta yola çıkarlar. Emine’nin nasıl olsa ses çıkaramayacağını düşünerek evine varırlar. Ancak Yatık Emine günler öncesinden soğuk ve açlıktan ölmüştür. Amaçlarına ulaşamadıkları için küfür ede ede geri dönerler.<br /><b>Şeftali Bahçeleri</b><br />Kasabanın dışında eşsiz güzellikte şeftali bahçeleri özellikle kasaba memurları için eğlence mekanı olmuştur. Bütün kademedeki memurlar fazla işleri olmadığından bu güzel mekanın tadını çıkarırlar. Yazı işleri müdürü olarak kasabaya gelen Agah Bey gördükleri karşısında ilk günden hayal kırıklığına uğramıştır. <br />Avrupa’da kalmış, disiplinli çalışmayla işleri yoluna koyacağı inancıyla, çalışmaya başlayan Agah Bey’in; tüm memurlarla arası açılmıştır. Götürdüğü bütün teklifler ödenek azlığı, imkansızlık ve yokluk gibi nedenlerle kabul görmez. Yapılan eğlence tekliflerinin hepsini geri çevirir. Birgün yapılan gezi teklifini kabul eder. Şeftali bahçelerinin büyüleyici havasına kapılır. Ertesi günde havuzda yıkanmanın keyfini tadar.<br />Agah Bey kendisine diğer memurlar gibi bir katır alır. Katırın rakı ve mezeleri taşıması için güzel bir heybe alır. İlerleyen zamanda kadınlarla eğlenceye devam eder. Agah Bey bir yıl sonra hoş bahçe kokusunu ciğerlerine çeker, minderlere uzanıp ‘gel keyfim gel’ diye söylenir… <br /><b>Koca Öküz</b><br />Mustafa köyün ileri gelenlerindendir. Kasabadaki memurlara hediyeler verir; karşılığında sözü geçer. Hacı lakabıyla anılan Mustafa’ya seven sevmeyen herkes saygı gösterir.<br />Birgün Hacı Mustafa bir öküz alır. Öküz ahırda kımıldamadan yiyip içip yatar. Ne yaparlarsa yapsınlar ayağa kaldıramazlar. Sonunda çaresiz kasabada kasabın birine satmaya karar verir. Kasap aldığı fiyatın iki mecidiye eksiğine öküzü alır. Ancak Hacı kasaba öküzü ahırdan almasını şart koşar. <br />Kasap ahıra gelir ve hayvanı önüne katıp götürür. Hacı bu işe çok kızar. Çalışmaya gitmek için kımıldamayan öküzün; ölüme gitmek için ayağa kalkmasına inanamaz. Sinirinden etrafındakilere kızar. Kasabada ise tellal öğleden sonra öküz kesileceğini haber verir…<br /><b>Vehbi Efendi’nin Kuşkusu</b><br />Vehbi Efendi ufak bir kazada Düyunu Umumiye idaresinde kantar katibidir. Evinde işe, işten eve gelen, erken yatıp erken kalkan, kimseyle ilgisi olmayan bir adamdır. Komşu kızı Hanife’nin Vehbi Efendi’ye ilgisi vardır. Hanife ilgisini açıkca belli eder.<br />Mayıs ayında bir gece vakti, Hanife annesinin komşuda olduğunu ve korktuğunu söyleyerek Vehbi Efendi’nin yanına gelir. Vehbi Efendi tereddütünü yenerek Hanife’yi reddeder. <br />Mahalle imamı, Vehbi Efendi’yi önemli bir konu görüşmek üzere çağırır. Hanife’nin hamile olduğunu ve onunla evlenmesi gerektiğini yoksa kadıya bildireceğini söyler. Vehbi Efendi kimseye derdini anlatamaz. Nedense herkes Hanife ile evlenmesi gerektiğini söyler. Sonunda Vehbi Efendi ile Hanife evlenir. Tabakların Kamil, Vehbi Efendi kahvenin önünden geçerken arkadaşlarına ‘Yutturduk öküze’ der. <br /><b>Sarı Bal</b><br />Kasabanın dışında elekçilerin oturduğu bakımsız bir mahalle vardır. Geceleri sarhoşlar ve eğlence arayanlar bu mahalleye uğrar. Külahçıoğlu Hilmi Ağa eğlence için bir evin kapısını çalar. Burası meşhur Sarı Bal’ın evidir. Sarı Bal, oyun oynayıp gelenleri eğlendirmekte maharetlidir. <br />Sarı Bal, kasaba için felakettir. Parası olmayan bu kasaba da olan parayı harcamak isteyenler Sarı Bal’ın kapısını çalar. Hatta mevki sahibi kimselerde evine uğrar. Hilmi Ağa ve arkadaşları eğlenirken komiser baskın yapar. Yorganların altına dek bakarlar. Önce çocukları görürler. Daha sonra Sarı Bal’ı açmak istemediği yorganı açması için zorlarlar. Yorganın altından kasabanın kaymakamı çıkınca herkes şaşırır. Ertesi gün kaymakam, kasaba içki, zina, her şeyin olduğu bahanesiyle istifa dilekçesini İstanbul’a yollar. Ancak gerçek neden daha önce ulaşmıştır.<br /><b>Şaka</b><br />Servet Efendi, Şakir Efendi ve Nedim Bey üç arkadaştırlar. İşleri bitince önce uzun bir yürüyüş yaparlar, daha sonra Rum mahallesinden geçerek meyhaneye giderler. Gezinti yaparlarken Servet Efendi arkadaşlarına hoşlandığı kadını gösterir. Nedim Bey o kadını tanıdığını söyler. Şakir Efendi de ona destek verir. Nedim Bey kadının gece yarısı denize girdiğini anlatır.<br />Üç arkadaş geç vakte kadar meyhanede içerler. Dışarı çıkınca Servet Bey evin çok sıcak olduğunu, sahilde yürüyeceğini söyler. Deniz kıyısına vardıklarında bir kadın sesi duyduklarını sanırlar. Servet Bey elbiselerini çıkarır. Kadına şaka yapacağını söyleyerek denize girer. Servet Bey geri dönmeyince karakola haber verirler. Servet Bey’in ağa dolanmış cesedi çıkar. <br /><b>Küs Ömer</b><br />Zehra genç kızlığa yeni adım atmıştır. Hemen her konuda maharetli, güçlü kuvvetli Ömer’le evlenmek üzeredir. Ömer’in en büyük özelliği kaybettiği her durumda çekip gitmesidir.<br />Ömer ile Zehra evlenir. Zehra kazlarını da getirir. Kazlardan birisi, güreşlerden hep galip ayrılmış, nam salmıştır. Birgün Ömer’e kazların güreşmesi için baskı yaparlar. Ömer’in saydığı insanlar da araya girince Ömer dövüşü kabul eder. Kıyasıya süren kaz kavgası sonucu Ömer’in kazı yenilir. Ömer kazı oracıkta öldürür. Eve gider atına atlayıp uzaklaşır. O günden sonra Zehra Ömer’i göremez.<br /><b>Boz Eşek</b><br />Köyün çocukları koşarak köy çıkışında yaşlı bir adamın yattığını haber verirler. Hüsmen Ağa yaşlı adamın yanına gelir. Yaşlı adamı ve eşeğini köye getirirler.<br />Yaşlı adam ölür. Ölmek üzereyken Boz Eşeğini ve 8 altınını Mekke’ye vakfettiğini vasiyet eder. Bunun üzerine yapılması gerekeni kasabadaki kadıya sormaya karar verirler. Hüsmen Ağa, kutsal yerlere vakfedilen eşeğe çok iyi bakar. <br />Hüsmen Ağa, Boz Eşeği alarak kasabaya gider. Ancak kadı yoktur. Ertesi hafta gelmesini söylerler. Ertesi hafta gider gene Kabak Kadı’yı bulamaz. Aradan iki buçuk ay geçer. Köylüler eşeğe saygı duyarlar. İş yaptırmazlar. Arpa ile beslerler. Boz Eşek iyice irileşir. Hüsmen Ağa gene Boz Eşek’le kasabaya gider. Köylüler, dönüşünü merakla beklerler. Hüsmen Ağa’nın tek başına döndüğünü görünce, kutsal bir vazifeyi yapmanın rahatlığını yaşarlar. Pratik bir kadı olan, Kabak Kadı lakaplı kasabanın kadısının işi hallettiğini düşünürler. Boz Eşek Mekke’ye gidecek ve zemzem taşıyacaktır.<br />Bir yıl sonra Hüsmen Ağa kasabaya inince gözlerine inanamaz. Kalabalık içinden birisi, eşeğin sırtından etrafına selam vererek geçmektedir. Bu Kabak Kadı’dır. Üzerine bindiği de Boz Eşek’tir.<br />Yatır<br />Köylü endişeyle, yaklaşan kışı beklemektedir. Çünkü yakacak odunları önceki yıllara göre çok azdır. İlistir Nuri aylak aylak gezmekten sıkılmış, hamam işletmeye karar vermiştir. Ancak odun azlığından dolayı, bir çare bulamazsa hamamı kapatmak zorunda kalacaktır. İlistir Nuri, köyün karşı tepesindeki çamları kesmenin tek kurtuluş olduğunu söyler. Köylü ise Maslak Dede’nin yatırı olduğu için ağaçlara dokunulmayacağına inanmıştır.<br />İlistir Nuri, köyde sözü geçen yarı ermiş Abdi Hoca’ya bir arkadaşının rüyasını anlatır. Maslak Dede, ağaçlardan dolayı daraldığını, önünün açılmasını istediğini ve bu işi Abdi Hoca’ya havale ettiğini anlatır. Abdi Hoca daha önce bu işareti aldığını söyler. Etraftaki tek ağaçlık yerin çamlarını keserler. Hatta o kadar ileri giderler ki çam ağacı bırakmazlar. Ağaçlar kesilince şifalı kaynak suları da kurur…<br /><b>Komşu Namusu</b><br />Şakir Efendi, Osman Bey ve Baki Efendi aynı yerde görev yapan üç memurdur. Şakir Efendi, Osman Bey’e komşusu Baki Efendi’nin karısı tarafından aldatıldığını söyler. Sonunda konuyu Baki Efendi’ye açmaya karar verirler. İş çıkışı meyhanede konuyu açarlar. Baki Efendi, Şakir Efendi’nin evinden kendi evini gözlemeye başlar.<br />Baki Efendi’nin evinin önüne gelen şahıs etrafına bakar ve içeri girer. Şakir Efendi Baki Efendi’ye ne yapacağını sorar. Baki Efendi’de boşayacağını söyleyerek kızgınlıkla evden çıkar. Şakir Efendi, silah sesi duyacağını sanır. Ancak Baki Efendi’nin kapıdan az önce giren adamı yolcu ettiğini görür. Ertesi gün merakla ne olduğunu sorar.Baki kızarır, rahatını feda etmemek için her şeye katlanmış durumuyla’ Boş yere tasalanmışız, gelen doktor Hüsnü Bey; eşim sancılanmış ta…’ der…<br /><b>Yılda Bir</b><br />Teselyalı Bekir, köylerden uzakta su değirmeni işletmektedir. İnsanlardan uzaktadır. Karısını Teselya’da bırakmıştır. İçinde kadın özlemi vardır. Değirmene gelen yaşlı kadınlardan başka kimseyi görmemektedir.<br />Değirmenin yakınında konaklayan çingenelerin yanına gider. Çeribaşı buğdayları öğütmesi için Elif’i de Bekir’le birlikte değirmene yollar. Bekir’e karşı Elif’te kayıtsız kalmaz. Bekir kadın özlemini gidermiştir. Elif’e ne zaman geleceğini sorar. Elif’ te seneye cevabını verir. Bekir hasretle ertesi yılı bekler. Elif nihayet gelir. Ancak bir sonraki yıl Elif’i göremez. Çeribaşına Elif’in nerede olduğunu sorar. Çeribaşı ‘ O kötüledi, kasabada kaldı’ cevabını verir. Daha sonra iyice yaşlanmış kadına buğdayları öğütmesi için Bekir’le değirmene gitmesini söyler. <br /><b>Sus Payı</b><br />Hasip Efendi, Hidayet Bey’in ipek fabrikasında işçibaşı olarak çalışmaktadır. İşçilerin çalışma şartları çok ağır olduğundan; her yıl birkaç genç kız hastalanarak ölür. Hasip efendi özellikle Fotika isimli genç kız işe başlayınca çalışma koşullarının ağırlığını düşünmeye başlar. Günde on dört saat çalışıp, çok az ücret alan genç kızlar çabucak hasta olurlar ve sonunda ölürler.<br />Hasip Efendi, Fotika’yı ölen karısına benzetir. Ona karşı ilgisi sevgiye dönüşür. Ancak birgün Fotika hastalanır ve ölür. Hasip Efendi, Hidayet Bey’e fabrikanın genç kızları öldürdüğünü ve işten ayrıldığını söyler. Hidayet Bey ise Hasip Efendi’ye zam yapar. Artık sekiz lira kazanan Hasip Bey vicdanını rahatlatacak bahaneler bularak işine devam eder…<br /><b>Kuvvete Karşı</b><br />Amerikan elçiliği hizmet vapurunda görevli, dokuz denizci her Pazar ceplerini dolduran İngiliz Liralarını Tarlabaşı’yla Tokatlıyan arsında eğlenerek harcarlardı. Eğlence çok ileri giderler, ancak zayıf devletin polisi hiçbirşey yapamazdı. Amerika güçlü bir devletti ve Türk milleti bütün bu kabalıkları sineye çekmek zorundaydı.<br />Suphi, kız arkadaşı İzmaro’yla birlikte Tarlabaşı’na eğlenmeye gider. Böyle bir akşamda sarhoş denizciler, İzmaro’ya sarkıntılık yapınca çaresiz kalır, denizcilerden birinin müdahalesi sayesinde oradan İzmaro ile birlikte kaçar. Ancak kendisine olan saygısını yitirir. Eve gidince İzmaro’nun da gözünde değeri kalmadığını düşünerek geri döner. Yolda yakaladığı denizcilere saldırır. Sonunda bütün kemiklerinin kırıldığını hisseder ve çamura düşer. Rum kızı İzmaro ise uzun bir süre bekledikten sonra üşüdüğünü fark ederek yatağa girer…<br /><b>Cer Hocası</b><br />Asım Mülkiye Okulu’nu bitirmiş, bir akrabası sayesinde memuriyete başlar. Fakat meşrutiyet ilan olununca memuriyetten atılır. Asımın rahat geçen hayatı altüst olur. Parası bitince daha önce yardım ettiği tanıdık arkadaşlarının yanına gider. Arkadaşları ile birlikte İstanbul dışında köyleri dolaşmaya, cer hocalığı yapmaya başlar. Vaazlar verir, namazını hiç kaçırmaz. <br />Köyün birinde Asım’ı çok severler. Eski imam köyde olmasına rağmen Asım’ın asıl imam olarak resmen atanmasını sağlarlar. Asım köy halkının bu davranışına çok kızar. Fakat aç kalma korkusu da yaşamaktadır. Eski yaşlı imamın durumunu görünce, biriktirdiği paralarla tüm sorunlarına rağmen İstanbul’a doğru yola çıkar.<br /><b>Garip Bir Hediye</b><br />Feridun, elinde kalan malları satar, parası gene tükenince bir Yahudi’nin hediye ettiği traş fırçasını da satmaya karar verir. Bir deniz yolculuğu sırasında yahudinin hayatını kurtarmış, Yahudide ona çok değerli olduğunu söyleyerek traş fırçası hediye etmiştir. Kuyumcular, para etmeyeceğini söyleyince, akşam fırçayı yere fırlatır. Fırçanın sapı kırılınca iki değerli taş çıkar.<br />Feridun, fırça sapında taşların ne aradığını bilemez. Daha sonra gümrükten mal kaçırmak için bu tür yolların denendiğini öğrenir.<br /><b> Bir Saldırı</b><br />Hayrullah Efendi, bir kış akşamı Boğaziçi’nin Anadolu yakasında bir iskeleye çıkar. Küçük bir köyün iskelesi olduğundan sadece dört kişi iner. Elinde feneri yokuşu çıkmaya başlar.<br />Hayrullah Efendi, birden yanağına dayanan silahı hissettiği an arkadan bir ses cüzdanını ister. Hayrullah Efendi hemen cüzdanını verir. Hırsız 700 liradan sadece beş lira alır ve gider. Hayrullah Efendi hırsızı köyün bakkalına kadar takip eder. Daha sonra bakkala kim olduğunu sorar. Dört yıl savaştıktan sonra parasız kalmış, terhis edilmiş bir yedek subaydır. <br />Hayrullah Efendi ertesi gün, adamın evine bir kayık dolusu yiyecek gönderir. Kendisi ticaret yapıp para kazanırken; savaşan bu adama hakkını verdiğini düşünmektedir.<br /><b>Ayşe’nin Yazgısı</b><br />Ayşe ile annesi çok fakir ve perişan bir halde yıkık, korkunç, harabeye dönmüş ve terkedilmiş bir köşkte bekçi gibi yalnız başlarına yaşamaktadırlar. Hergün antikacıların evine hizmetçilik yapmaya giden annesinin evde bulunmadığı yağmurlu bir günde, annesinin hizmetçilik yaptığı zengin ailenin 19 yaşındaki oğlu avdan dönerken Ayşe ile annesinin yaşamlarını sürdürdükleri harabeye sığınır. Ancak evde iş yapan Ayşe'yi yarı çıplak, pejmürde bir kılıkta gören genç avcı ona tecavüz etmek ister. Ayşe kendini savunurken, ayağı yanlışlıkla kayan avcı yere düşer, başını taşa çarpar ve ölür. Ayşe avcının köpeğini de öldürmek zorunda kalır ve her ikisinin cesedini sürükleyerek ahıra götürür ve gömer. Bir ay içinde avcı ile köpeğinin kaybolması çevrede unutulur. Bir ay sonra, bu kez de genç bir köylü annesinin evde bulunmamasını fırsat bilerek eve girer ve Ayşe'yi taciz eder. Ancak Ayşe bu köylüyü de avcıyı düşürüp öldürdüğü gibi öldürmemek, tekrar acı ve üzüntü çekmemek için korunmasız kendini bırakır.<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.com93