tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Panorama, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

 

Panorama, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, İletişim Yayın Evi 


Kitap, Türk İnkılabının geçirdiği safhaları siyasi, sosyal ve kültürel açıdan ele alarak, hayatımız üzerindeki yansımalarını, etkilerini ve insanlar üzerindeki endişeleri yalın bir dille anlatan bir fikir romanıdır. Yazar, Panoramada Türk İnkılabının temellerinin çok sağlam atılamadığını, cesur bir dille anlatmıştır.

Milletvekili Neşet Bey evinde dinlenmektedir ve ziyaretine pek hoşlanmadığı Mansurzade Hüseyin Efendi gelir. Hüseyin Efendi aslen çok eski kafalı birisi olmasına rağmen Neşet Bey’le yaptığı sohbette çok ilgi çekici konulara değinmiştir. Masurzade :”Medeniyet… Avrupa medeniyeti. Bilir misin ben bunu neye benzetirim? Otomobile. Otomobil, caddenin ortasından son sürat gidiyor. Sen bunun önüne geçip, durduramazsın. Ya bir kenara çekilirsin, ya da altında ezilirsin. Haa birde bunun içine binmek var. Emme, ben sana bir şey diyeyim mi? Otomobilin dümeni elinde olmadıktan kelli, içine binmek marifet değil. Makineyi bileceksin, o nasıl kullanılır öğreneceksin. Yani ona sahip olacaksın. Yoksa makine sana sahip olur. Onun ilminden anlayan şoför, seni istediği yere götürür, o senin emrine tabi olacağı yerde bakarsın, sen onun emri altına girmişsin. Her insan körü körüne buna razı olmak istemez.”

Banka idare reisi Servet Bey’in biri kız biri erkek iki çocuğu vardır. Kızı Sevim medeniyeti yanlış anlamış, ailesinin yanında bile fütursuz hareketler yapabilen birisidir. Oğlu Nedim de tam bir sonradan görmedir. Karısının da bu ikiliden farklı bir özelliği yoktur. Servet Bey’e gelince; az söyler, çok dinler ve bunun için herkes kendini, son derece tartılı ve saygılı bulur. Hiç münakaşaya girişmez, yüksek sesle konuşulan yerlerde oturmaz. Kendi çıkarıyla ilgisi olmayan işler için parmağını bile kıpırdatmaz. Cumhuriyet hükümetinin Babıâli kadrolarından devraldığı memurlara Ankara’da verilen bu büyük paye Servet Bey’de de son haddini bulmuştur. Her meselede ona müracaat edilmiştir. Oysa Servet Bey’in bugüne kadar hiçbir davayı kurtardığı, hiçbir zor işin üstesinden geldiği ve sırf onun bilgisine dayanılarak tek bir müessesenin kurulduğu görülmemiştir. Servet Bey’in Sırrı ve Ragıp isimli iki müteahhit dostu vardır. Tabi bu dostluğun sebebi karşılıklı menfaatten başka bir şey değildir.

Ankara’da halk güneş batmadan evine dönmek âdetinden vazgeçmemiştir. Hükümet dairelerinden veya başka devlet dairelerinden boşalan ileri sınıf memurlar küme küme Taşhan’dan otobüs duraklarına doğru ilerler. Kimi Gazi Bulvarında, kimi Yenişehir’deki apartmanlarda, kimi ise Bahçelievler’de oturur. Bunların hepsi de pırıl pırıl yeni mobilyalarla döşeli yepyeni evlerdir. Ve yine bu saatte İstasyon caddesinde rahat ve kalantor gösterişlerine rağmen kaygılı bir grup görülür. Hepsi tavır ve edada, kılık kıyafette o kadar birbiriyle eşittir ki, yabancı bir göz bunları bir tatil günü sivil elbiseler giyinip gezintiye çıkmış, aynı kışladan, aynı rütbeden, hatta aynı bölükten bir alay yedek subaya benzetebilir. Hâlbuki hepsi de başka başka yaşlarda, başka başka mesleklerde, başka başka seçim bölgelerinden gelen mebuslardır. İçlerinde itibarlıları, gözdeleri, zenginleri olduğu gibi, sıralarda el kaldırıp indirenleri ve başlarını sokacak iki odalı ev bulmakta, kış gelince kömür tedarik etmekte zorluk çekenleri de vardır.

O dönem vekiller için en önemli olay köşke davet almaktır. Şayet bir vekil birkaç günden beri köşke çağrılmıyorsa derin üzüntü duyar, geceleri gözlerine uyku girmez. Hele bu çağrılmamalar iki üç ayı buldu mu o vekilin hayaletten farkı kalmaz, İşte bunlardan bir tanesi de Halil Ramiz Bey’dir. Ramiz Bey sürekli düşünmektedir, nerede hata yaptığını hatırlamaya çalışmaktadır. Şef’e ve onun ortaya attığı inkılâp davasına aynı sadakatle bağlıdır. Eğer birkaç zamandır hiç sesi çıkmıyor ve doğru dürüst meclisin toplantı salonlarına bile uğramıyorsa, bu onun kabahati değildir. Toplantı salonu suyu çekilmiş değirmene dönmüş, mebusların bazıları merdiven altı ve koridor sohbeti yaparken diğer bir kısmı da basmakalıp sözlerle günü idare etmektedir.

Tahincizade Hacı Emin Efendi şapka kanunu çıktığı günden beri evinden dışarıya adım atmıyordu. Bu yaşa kadar her şeye eyvallah demiş, her devre uymuş, hatta işgal zamanında düşmanla hoş geçinmesini bilmiş, fakat iş baştan fesi çıkarmaya dayanınca birden bütün sabır ve tahammülü taşıvermiştir.

Neşet Sabit, Halil Ramiz ve vilayetin yerli mebusları trenden inerler. Vali Neşet Sabit’in komutan ise Halil Ramiz’in koluna girer, yerli mebuslar belediye ve parti erkânıyla gizli ve mühim bir şeyler konuşarak onların arkasından gelirler. Valinin lakabı “lüküs vali” dir. O kadarki mütareke devrinde, daha hiçbir resmi sıfatı yokken bile birkaç arkadaşıyla beraber modern köyler kurma teşebbüslerine girmiş, ilk kaymakamlıklarında dans ve konferans salonlu kulüpler açmıştır. Partinin gençleri özellikle Belediye Başkanı’ndan memnun değillerdir ve değiştirilmesini istemektedirler. Aday olarak ta Doktor Namık Ahmet’i göstermektedirler. Bu genç partililerin değişiklik isteği mebuslar arasında itilafa neden olmuştur. Halil Ramiz onların fikirlerinin dinlenmesinden yanayken, diğerleri aynı kanaatte değillerdir. Çünkü bu konuda partinin kararının önemli olduğunu düşünüyorlardır. Vekiller Ankara’ya dönenecekleri gün Halil Ramiz’e parti genel sekreterliğinden bir telgraf gelir. Bu telgraf onu kaza merkezinde baş gösteren bir parti buhranını tetkike memur etmiştir. Yanyalı Fazlı Bey isminde bir adam, Ankara’da yüksek mevki sahibi olan akraba veya hemşerilerinden birisinin nüfuzunu kullanarak haksız yere birçok  ve emlağa el koymuş ve bununla da kalmayıp, kendisini parti başkanlığına geçirttikten sonra, halkı her yandan istediği gibi kasıp kavurur olmuştur. Halil Ramiz yaptığı tahkikat neticesinde tam bir sonuca varamamıştır. Geri dönmeye hazırlanırken trende yanına gizlice birisi gelmiş ve Fazlı Bey hakkında dinlediği şeylerden farklı olaylar anlatarak mebusun kafasını iyice karıştırmıştır.

Bu dönem İstanbul’unda da sokaklarda yaşayan, geceleri parklarda yatan çocuklar mevcuttur. Bunlardan ikisi de romanda geçen Pertev ve Ziver’dir. Bu ikili yaptıkları bir hırsızlık neticesinde karakola götürülürler. Karakol Baş komiseri başından üç evlilik geçmiş ve her bir evliliği beşer altışar ay sürmüş birisidir. Komiser Hamdi Bey’in üç evliliği de esrarengiz ölümlerle sona ermiş ancak yapılan tetkiklerde bir neticeye varılamamıştır. Dördüncü evliliğini yapan Hamdi Bey yeni eşine de diğerlerine yaptığı gibi işkenceler yapar, ancak bu sefer eşini öldüremez. Hamdi Bey yakalanarak hapse atılır.

Servet Bey’in şımarık kızı Sevim denizden çıkmış acele acele evine giderken arkadaşlarına rastlamıştır, arkadaşlarının ısrarları üzerine onlarla bir limonata içmiştir. Daha sonra taksiye binip evine doğru giderken taksici kızı tenha bir yere götürür ve tecavüz eder.

Osman Nuri Bey karısı ve iki çocuğuyla yaşayan talihsiz birisidir. Hayatı tam bir düşüşe sahne olmuştur. Hanımı sadrazam kızıdır, geçmişte elde ettiği tüm varlığı babasının vefatıyla birlikte elinden birer bire haciz edilmiştir. En son oturdukları konağa da haciz gelmiştir. İşte bu üzüntülü günlerde birde işinden uzaklaştırılınca daha fazla dayanamaz ve intihar eder.

Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası Ahmet Nazmi ile İzmir Dış Ticaret Ofisi Müdürü Cahit Halit arasında sürekli memleketin genel durumu hakkında mektuplaşmalar olur. Bu mektupların birinde Ahmet Nazmi :’’Yıllar yılıdır haykırıp durduğumuz inkılâp kelimesinin daha ( i) harfi bile buraya aksetmemiş. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır, kabahat, bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir… Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz, bu kanunların, bu emirlerin kafaların içi şöyle dursun hatta dışını bile değiştirmediğini görmek istemiyoruz.’’

Cahit Halit ise cevabında :’’O muhiti senin yaratman, o havayı senin entelektüelleştirmen lazım gelebileceğini aklından geçirmiyorsun. İstiyorsun ki bu kendiliğinden oluversin, yada başkaları bunu sana hazırlayıp buyurun desinler, bu ruh halinin bir inkılabın teşkilatsız, plansız kadrosuz yürütülebilir diyenlerden farkı nedir? Biz inkılapçıyız derken ne 93 inkılapçıları gibi bütün insanlara hürriyet ve eşitlik getirmek, ne de Ekim ihtilalcileri gibi bir sınıfı öbür sınıflara hakim kılmak iddiasında bulunuyoruz. Bizim için hürriyet istiklaldir ve müsavattan anladığımız şey Türk milletinin, büyüklük ve ilerilik vasfını tekel altına almış diğer milletlerle baş başa getirilmesi, denkleştirilmesidir. Sınıf mücadelesini bilmeyiz.’’

Ahmet Nazmi’den Cahit Halid’e cevap :’’Ben geçenlerde, parti müfettişlerinden birisine, her şeyden önce Kemalizm’in ideolojisini yapmak ve onu doktrinleştirmek lazımdır, demiştim de herif beni az kalsın bir küçük mektep çocuğu gibi tokatlayacaktı. Bu Frenkçe laflar da ne oluyormuş? Ne mana ifade ediyormuş? Bunlar hangi yabancı politik mezheplerden alınma tabirlermiş, Maksadım bir nevi faşistlik ya da komünistlik mi yapmakmış? Demir tavında dövülmelidir, oysaki demir çoktan soğumuş ve ateş sönmüştür. Ne vakit sönmüş bu ateş diyeceksin? Bu ateş, Kemalist Türkiye’nin anahtarlarını Babıâli tembelhanesinin bekçilerinin eline geçtiği gün sönmüştür.’’

Halil Ramiz partinin verdiği görevi tamamlayıp döndüğünde, soğuk bir havayla karşılaştır. Hem belediye seçimleri işi hem de kasabadaki tahkikat olaylarında rüzgâr kendisine doğru esmiştir. Bir bozguncu olduğu değerlendirilmeye başlanmıştır. Aslında işin beklide en acı tarafı onunla birlikte o bölgede bulunan mebuslar ki özellikle Neşet Bey çok yakın arkadaşı olmasına rağmen doğruyu söylemekten çekinmiş ve arkadaşını ateşe itmiştir. Halil Ramiz Ankara’ya gelince parti sekreteri kendisini çağırarak yazdığı raporu ve belediye seçimlerindeki tutumunu eleştirmiştir. Halil Ramiz yanlış bir şey yapmadığını seçime müdahale etmediğini söylediyse de karşısındaki kişi farklı kaynaklardan aldığı bilgilerin etkisinde ona pek inanmamıştır. Bunun üzerine Ramiz parti merkez heyeti azalığından istifa etmiştir.

Niyazi Bey emekliliğine iki yıl kalmış bir memurdur. En büyük hayali bir ev sahibi olmaktır. Nihayet hemen her sabah derin bir dikkatle gözden geçirdiği satılık ev ilanları arasında iki katlı köşkler kooperatifi ilanını görünce çok sevinmiştir. Aslında bu kooperatife güvenmesinin en büyük sebebi kooperatif başkanının Servet Bey olmasıdır. Ertesi gün ilk iş olarak kooperatife gider ve okumadan mukaveleyi imzalar. Ancak bir türlü inşaat başlamaz, başlamadığı gibi sürekli para istenir ve en sonunda da Niyazi Bey bir taksitini yatırmayınca hissesi başkasına satılır. Kooperatifin müteahhidi Sırrı Bey’dir. Sırrı Bey Servet Beyin yakın dostudur, Servet Bey onun sayesinde oldukça yüklü paralar kazanmıştır. Sırrı Bey bu iş için aldığı krediyi geciktirince banka Sırrı Bey’i sıkıştırmaya başlamıştır. Bankada görevli olmasına rağmen Servet Bey arkadaşının durumuna hiç oralı olmamıştır. Sırrı Bey iflasın eşiğine gelmiştir.

Panorama İkinci Bölüm: İkinci bölüm Büyük Atatürk’ün ölümü ve o dönem olaylarıyla başlar. Cumhuriyetin On beşinci yıldönümü törenlerine isteksiz hazırlanan milletvekilleri arasında yegâne konuşulan şey O’na ait haberler olmuştur. Aynen bu dönemde olduğu gibi Atatürk’ün öldüğü günlerde de düşmanlarının, sevmeyenlerinin olduğunu görüyoruz. Atatürk’ün cenaze töreninde ne mahşeri bir kalabalık vardır, o ıssız sarayın etrafı kadın erkek, genç, ihtiyar, çoluk, çocuk, zengin, fakir ve her cinsten, her mezhepten, binlerce, on binlerce, yüz binlerce insan, şafakla birlikte koca İstanbul şehrinin dört bir köşesinden sesiz sedasız fışkırarak Dolmabahçe’yi sel gibi kaplamıştır.

Atatürk’ün ölümü hem yurt içinde hem de yurt dışında geniş yankı bulmuştur. Yurt dışında Atatürk’le alakalı olarak bir Güney Amerikalı diplomat şöyle demiştir: ‘’Doğrusunu isterseniz, O büyük adamın adı bütün cihana ün salmaya başladığı güne kadar benim Türkiye ve Türkler hakkında hemen hiçbir fikrim yoktu. Türk denince, gözümün önüne gelen insan tipi, bundan kırk elli yıl önce bizim taraflara gelip yerleşmiş yarı Yahudi’ye, yarı Arap’a benzer birtakım şarklılardı. Kâh Amerika’nın, kâh Avrupa basınında sizin Devlet Başkan’ınıza dair yazıları okudukça kendi kendime bunlardan nasıl bu kadar yüksek ve müstesna bir deha çıkabilir? diye şaşar kalırdım.’’ Lugano isimli diplomat ise ’’Kimbilir ne kadar kederlisiniz. Anlıyorum; bu, memleketiniz için milli bir felakettir. Bizler bile sebebini bilmeden üzülmekteyiz. O, şüphesiz bu asrın en büyük adamlarından birisiydi. Belki sağ kalsaydı bu savaşın önünü alabilirdi. Hitler delisinin ona karşı derin bir hayranlığı varmış.’’şeklinde beyanat vermiştir.’’

İkinci Dünya Savaşı başlamıştır, memlekette genel kanı Almanya yanında savaşa girmektir. Ancak Meclis hiçbir zaman böyle bir karar almamıştır. Tabi bu dönemde romanımızın kahramanlarından Servet Bey paralarının büyük bir kısmını yurt dışına kaçırmıştır. Zaten kooperatif yolsuzluğundan dolayı da basında yer yer karalama yazıları çıkmaktadır. Servet Bey’in ailesine gelince onlar tecavüze uğrayan kızları düzelsin diye Ragıp Bey’le birlikte yurt dışında hayatlarına devam etmektedirler.

İlerleyen dönemde Demokrat Parti kurulmuştur. Birçok eski CHP milletvekili Demokrat Partiye geçmiştir. Bunlardan biriside Neşet Sabit’tir. Halil Ramiz bunda şaşılacak bir şey bulmamıştır. Zira bu eski bakanın son yıllardaki hal ve tavrı, Halk Partisi aleyhindeki düşünceleri ve nihayet bu partinin liderine karşı beslediği şahsi dargınlık, onu nasıl olsa böyle bir harekete sevk edecektir. Halil Ramiz her türlü zorluğa rağmen partisinden ayrılmamıştır. Ayrılmamıştır ancak partisi içinde ajan nitelemesine bile uğramıştır. Demokrat Parti o dönemlerde çok büyük mitingler düzenlemiştir. Mitinglerinde-yirmi yedi yıllık istibdat dönemine son-sloganını kullanmışlardır. Halil Ramiz böyle bir ortamda bir gün Atatürk’ün büstüne bakıp’’Büyük ve heybetli eserini ne hale soktuğumuzu görüyor musun ?’’der. Halil Ramiz yavaş yavaş büste yaklaşır. Ne kadarda her yerden ve her şeyden uzak, ne kadar da belirsiz, kapalı, dalgın bir hali vardır. Ne düşündüğü, neyi ifade ettiği belli değildir. Bütün çizgileri tıpkı, Türk Milletinin şu günlerdeki alınyazısını andırıyordur. O sağken memleketin mukadderatı her sarpa sardığında gözler hemen ona çevrilmiştir. Kaç kere her şeyin kaybolduğu, her ümidin kesildiği anlarda ondan medet beklenmiştir. Memleket her uçurumun kenarına geldiğinde O’nun kılavuzluğunda selamete kavuşmuştur. Ülke yine uçurumun kenarındadır ama O küskün küskün ülkesine bakmaktadır.

Bu arada yurt dışında büyük aşkı Sevim’le evlenemeyen Ragıp Bey yurda dönmüştür. Dönüşüne iflas eden Sırrı Bey fevkalade sevinmiştir. İlk buluşmalarında Ragıp Bey Sırrı Bey’in durumunu görünce çok şaşırmıştır. Ayrıldıkları zaman Sırrı Bey’in maddi durumu son derece iyi durumdayken şuanda Sırrı Bey bütün servetini kaybetmiştir. Sırrı Bey de Demokrat Parti’nin kuruluşundan sonraki günlerde, ters giden talihinin döneceğini düşünmüştür. Fakat bütün umutlarının boşa çıktığını görünce yirmi beş yıldır bir kerecik bile ayak basmadığı memleketine geri dönmüştür. Bir zamanlar Sırrı Bey’in yanında çalışanlar ise şimdi zengin olmuşlardır.

Cahit Halit eski dostu Ahmet Nazmi’ye gönderdiği son mektuplardan birisinde:’’Bize, fikirler ve kanaatler doğrudan batıdan gelir. Fakat gelen şeyler aynı posta paketlerinin içerindekiler gibi buruşuk bir vaziyette gelir. İsviçre’de iktidar diye bir söz yoktur. Yalnız, hizmet vardır. Halkın emrinde, sessiz sedasız, gürültüsüz, patırtısız hizmet vardır. Bunun dışında Latin Amerika’sıyla, Balkan memleketlerindeki demokrasileri de göz önünde bulundurmak lazım gelir. Biri anarşinin, öbürü demagojinin has örnekleri olan bu rejimler sözde, halk idaresine dayanmaktadır. Bizim demokrasimizde, günün birinde bunlara benzeyecek diye ödüm kopuyor. Mutlaka Atatürk de vaktiyle bu endişeyi hissetmiş olacak ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, demokrasinin yalnız prensiplerini alıp, bu çeşit örneklerden hiçbirisini taklide yeltenmemiştir.’’Cahit Halit’in Ahmet Nazmi’ye yazdığı bu mektup cevapsız kalmıştır, birbirlerine yazdıkları son mektup olmuştur.

Romanın son kısmında işinden atıldığını öğrenince intihar eden Osman Nuri Bey’in oğlu Fuat ile Cahit Halit’le dostluklarını bitiren felsefe öğretmeni Ahmet Nazmi sık sık bir araya gelerek siyasi ve güncel memleket konularında tartışırlar. Yine böyle bir tartışmanın sonunda Fuat Ahmet Nazmi’ye kızarak dışarı çıkar. Ahmet Nazmi de Fuat’ın arkasından dışarı çıkar, iki arkadaş sokakta, bir süre konuşmaksızın yan yana yürürler. Fuat Ahmet Nazmi’yi tarikat ayini yapılan bir yere götürür. Ahmet Nazmi gördüğü manzaradan ürkerek Fuat’a buradan ayrılmak istediğini söyler. Fuat ise tam aksine ayin yapılan binanın içine girer ve tarikat mensuplarıyla tartışmaya başlar. Tartışma iyice şiddetlenir. Ayinciler her ikisini de orada vahşice öldürürler. Ertesi gün cesetleri bulunduğunda ikisi de tanınmayacak haldedir.

Sodom ve Gomore, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

 

Sodom ve Gomore, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, İletişim, 2005, İstanbul


          Roman, Mondros Mütarekesinin ardından işgal kuvvetlerinin İstanbul’da meydana getirdikleri fiziksel ve ahlaki tahribatı konu edinmiştir. Zaman olarak 1922 yılına kadar yani işgal kuvvetlerinin çekilmelerine kadar sürer. Başta İngiliz subayları olmak üzere tüm işgal devletlerinin askerleri, Türklüklerini yitirmiş, kokuşmuş Türk aileleri ile birlikte, Anadolu’da Türk’ün ateşi yanarken zevk ve sefa âlemlerine dalmışlardır. Ancak bu aldanış hem işgal güçlerine hem de kişilikleri çürümüş Türk ailelerine pahalıya mal olmuştur.

          Sodom ve Gomore, halen İsrail ile Lübnan arasındaki Lût Gölü çevresinde bulunan iki şehre verilen addır. Kutsal kitaplarda bu iki şehrin insanının (Lût Kavmi) Tanrı tarafından içine düştükleri sapkınlıklardan dolayı cezalandırıldıkları ve taş haline getirildikleri yazılıdır. Yazarın romanına bu ismi seçmesindeki amaç da Lût Kavmine benzer şekilde davrandıklarını değerlendirdiği işgal güçleri ve bazı Türk aileleridir.

          Roman Captain Gerald Jackson Read isimli İngiliz subayının kaldığı otel odasında geç uyanışını, manikür vs. işlerle uğraşıp bakımını tamamladıktan sonra odadan ayrılışını tasvir ederek başlar. Captain Read, tüm kadınların ilgisini çekecek kadar yakışıklılığı ile birlikte o İngilizlere has soğuk ve donuk kişiliği de bünyesinde bulundurmaktadır. Bu sebepledir ki romanda en çok kadın değiştirdiği bahse konu olan kişi bu İngiliz subayıdır. O gün de otel odasından gerekli bakımını yaptıktan sonra gideceği yer yeni flörtü Leyla’ların evindeki davettir. Dönemin üst tabaka sosyetesinin en gözde ismi olan bu İngiliz subayı ile birlikte olmak, hatta adının yan yana telaffuz edilmesi bile bir bayan için en onur verici şey olarak algılanmaktadır. Leyla’nın babası, Sami Bey, işi gereği yabancılarla fazlaca içli dışlı olmuştur. Bu sebeple onların evine gelmelerini kendi adına gurur vesilesi bilmektedir. Aynı zamanda Türk’ten gayrı her milletin sözüne inanır ve Türkiye’ye ait meselelerinin mutlaka başkaları tarafından halledilebileceğine kanidir. Yabancıların, kızı Leyla ile ilgilenmeleri de onu hiç rahatsız etmez. Leyla’nın annesi zaman zaman bu durumdan, Necdet’ten dolayı, şikâyetçi olsa da kızının beni kıskanıyorsun demesi üzerine sindirilmiş vaziyettedir. Necdet ise Leyla’nın nişanlısı ve aynı zamanda akrabasıdır. Romanın diğer kahramanları ve Leyla’ların evindeki davetin diğer misafirleri ise Major Will, Captain Marlow, Madam Jimson, Makbule hanım ve kızı Nermin, Azize hanım vs.dir.

          Necdet, yurt dışında eğitim görmüştür ancak milli duygularını henüz kaybetmemiştir.  Özellikle İngilizler başta olmak üzere bütün işgal güçlerine çevresindeki kişilerin aksine nefretle bakmaktadır. Ailelerin tasvibi üzerine Leyla ile nişanlanmış, zamanla onu sevmiş hatta âşık olmuştur. O da Leyla’ların evine sık sık gidip gelmektedir. Hatta o günkü davette tatsızlık çıkmasın diye Necdet gelmeden hemen önce Captain Read’ı göndermişlerdir.  Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde İngiliz subayının bu kez telefon açması ve Leyla’nın uzun süre bu adamla konuşması üzerine hiddetlenen Necdet Leyla’nın yüzüne bile bakmadan evi terk eder.

          Duygularına engel olamayan Necdet kendisinin de önceden duyduğu dedikodulara yerinde şahit olunca hem Captain Read’a hem de Leyla’ya daha çok hiddetlenmeye başlar. Eline geçirse belki ikisini de anında boğacaktır. Captain Read’ın eski sevgilisi olan madam Jimson’un evinden telefon açması üzerine Necdet o evin önünde bekleyen arabanın Captain Read’ı almaya geldiğini anlar, ancak adamın çıkışında yapmak istediği girişimi yapamaz. Artık Leyla’ya iyiden iyiye dargındır.

          Captain George Marlow,Captain Read’ın arkadaşıdır.Ancak Marlow’un oldukça farklı eğilimleri vardır. O,erkeklerden hoşlanmaktadır. Çoğu zaman para ile bu tarz oğlanlar bulmakta ve onlarla birlikte olmaktadır.

          Necdet’le Leyla’nın aralarının açık olduğu bilinip yayılmaya başlar hatta barıştırma girişimleri olur. Nuriye Hanım ismindeki akrabaları bir Amerika’lı ile tanıştırmak vaadiyle Necdet’i çağırır. Necdet girişimin sebebini bile bile gider. Amerikalı Miss Fanny Moore isimli kadın oradadır ve Leyla da çok geçmeden gelir. Evlenmeden evvel erkek ve kadının cinsel uygunluğunun mutlaka tespit edilmesi gerektiğini savunan kızın başlattığı tartışma, Necdet ile Leyla’nın arasını büsbütün açar.

          Bu gelişmeler üzerine mektuplaşma başlar. Leyla af diler. Ancak Necdet açılan yaranın onun sandığından çok daha derin olduğunu anlatması üzerine Leyla Necdet’in evine gelir. Kısa bir konuşma ve ardından Necdet’in zaafı Leyla’ya kendisini affettirmek için fırsat yaratır. Leyla, “Beni sevmek bana katlanmaktır” vurgusunu Necdet’in zihnine işler. O günden sonra Necdet de sırf Leyla’yı İngiliz’e karşı daha yakından takip edebilmek için onların hayatına katılmaya karar verir.

          Ancak kendi verdiği bu sözden yine kendisi vazgeçecektir. Bunun sebeplerinden birincisi Galatasaray lisesinden arkadaşı olan Cemil Kâmi ile birlikte bir akşam yemeği için gittikleri lokantada üç İngiliz subayının feslerini çıkarmaları konusunda yaptıkları baskılar ki bunlardan biri Captain Marlow’dur ardından bu sarhoş adamların lokantanın şarkıcısı genç erkeğe sırnaşma girişimleridir. İkincisi ise sebepsiz sorgusuz bir gün sabah yatağından apar topar askerler tarafından alınarak götürülmesidir ki bu olayda Captain Read ile Marlow’un büyük payları vardır. Ancak Leyla’nın girişimleri ile serbest kalacaktır.

          Romanın en mühim olaylarından biri Major Will isimli İngiliz subayının Orhan Bey isimli birisi sayesinde yeni satın aldığı yalısının açılış törenidir. Madam Jimson’u ev sahibesi olarak görevlendirir. Davete yine jet sosyete işgalcilerle birlikte katılır, hatta birbirleriyle yarış ederler. Will evin odalarını davetlilere tek tek kendisi gezdirir. Yalının eskiden ibadethane olan odasını kendisine yatak odası yapar ve bu odayı sadece erkeklere gösterir. Bir de geç saatlerde Miss Fanny Moore ile Nermin’in lezbiyen ilişkisine ortam olarak kullanır. Yokluklarından şüphelenen davetliler iki kızı çıplak olarak bu odada basar. Aynı gece evin bahçesinde Captain Read ile Leyla’nın bahçedeki faaliyetlerine şahit olan ve İngiliz ile yaka paça tutuşan Necdet yine Leyla ile uzun sürecek bir ayrılık dönemine girecektir.

          Azize hanım bu topluluk içinde Captain Marlow’u gözüne kestirir. Ancak kadının bu geceki ve bundan sonraki bütün girişimleri sonuçsuz kalacaktır.

          Leyla ayrılığı noktalamak için Necdet’in evine gider. Ancak nefreti ile karşılaşır. Sille tokat şiddetli bir şekilde başlayan kavga ateşli ve şiddetli bir sevişmeye dönüşür ve yine barışırlar. Leyla Necdet’in İngiliz’i düelloya davetini de güç bela iptal ettirir. Captain Read’ın Necdet’e karşı acımasız tavrını görünce ondan iyice soğur.

          Azize hanımın ele geçirmek için çırpınıp durduğu Captain Marlow ise Azize’nin kocası Atıf ile ilgilenmektedir. Hatta Atıf onu evine getirince Azize tam fırsatını bulduğunu sanmış, ancak bu fırsatı beylerin kendileri için yarattıklarını anlayamamıştır. Atıf’ın isteği üzerine Marlow bıyıklarını dahi keser.

          Captain Read bu soğukluk dönemini padişah yeğenlerinden Nail Bey’in karısı Şehnaz Sultan ile değerlendirir. Dedikodular ise alır başını gider.

          Leyla ise Necdet’ten evlilik için bir tarih belirlemesini ister. Ancak Necdet ileride başına gelebileceğini tahmin ettiği olayların tesiriyle cevapsız bırakınca Leyla’nın “tarih belli olana kadar görüşmeme” talebi ve tehdidi ile karşılaşır. Necdet’ten ise bu tarih hiçbir zaman gelmez. Necdet’ten iyice uzaklaşan Leyla’nın adı zengin bir Amerikalı ile anılmaya başlar, dedikodular artar. Necdet içten içe kendisini yiyip bitirir. Bir ara Anadolu’ya geçmeyi düşünür ancak ona da cesaret edemez.

          Madam Jimson yeni arkadaşı İtalyan albayı şerefine evinde gece düzenler. Amacı yeni sevgilisini sosyeteye tanıtmaktır. Necdet de davetlidir. Bir yanı isteyerek bir yanı istemeyerek katılır. Madam Jimson ise kocasının ölüm döşeğinde olmasına aldırmayarak bu daveti yapar ki gece bitmeden adam ölecektir. Necdet de Leyla ile bir kez daha karşılaşma fırsatı yakalayacaktır.

          Madam Jimson kocasını ölümünün ardından tam hürriyete kavuşan zengin, bakımlı bir dul olur. Ancak kocasının mirası konusunda kimlik sorunu yaşasa da bunu çabuk atlatır. Bir zamanlar en azılı rakibi olan Leyla’nın önüne gelenle düşüp kalkması, dedikoduların alıp yürümesi üzerine iyice yüklenme kararı alır. Leyla’nın, sosyeteden uzaklaştığını veya uzaklaştırıldığını hissettiği bir dönemde bunu test etmek için düzenlediği müzik/sanat gecesine kimsenin katılmamasını düzenleyeceği bir yemekli organizasyonla yine madam Jimson sağlar. Bu ağır mağlubiyet sonucu Leyla depresyona girer bir daha kendisini doğrultamaz. Jimson, Leyla ile ilgili haberleri babasının kızına ayarladığı doktordan gün be gün alır. Sonunda Leyla’nın yurtdışına gönderilmesine karar verilir ve İtalya’ya gönderilir. Kızını İtalya’ya gönderebilmek için yeterli parası olmayan, Sakarya savaşından sonra işgal kuvvetlerinin konumunun da iyice zorlaşması sonucu kimseden borç bulamayan Sami Beyin son çaresinin cefakâr ve fedakâr Necdet olduğunu Leyla hiçbir zaman bilmeyecektir.

          Anadolu’da milli harekete katılan ve Kızılay ile ilgili bir iş için İstanbul’a gelen Cemil Kâmi ile Necdet’in bu seferki görüşmeleri artık İstanbul’dan bile hissedilmeye başlanan gelecek zafer ile ilgilidir. Ağustos ayının sonuna yetişen zafer İstanbul’da çeşitli gösterilere sahne olur. İşgal kuvvetlerinin gözleri önünde, artık onların ses çıkaramadan izlemek zorunda kaldıkları bu olaylar onları ve sosyete ve yardakçı ailelerini yasa boğarken Türk insanını hudutsuz sevince boğar. İngilizler artık buradan bir an önce ayrılmayı planlarlar.

          İtalya’daki tedavisinin ardından yurduna dönen Leyla ve ailesi gelişmeler karşısında kolu kanadı kırılmış vaziyette nereye tutunacaklarını bilemezler. Son bir gayretle Leyla’nın yaptığı Necdet’i tekrar kazanma girişimleri de sonuçsuz kalır. Necdet, defaatle barışmak suretiyle karakterini zayıflatan bu kızı artık kalbinden silmiştir ve o artık vatan aşığı olmuştur.

Türk'ün Ateşle İmtihanı, Halide Edip ADIVAR

Türk'ün  Ateşle İmtihanı, Halide Edip ADIVAR,  Yeni gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.,  Eylül 1998

                        :

          Halide Edip,Türkiye’nin işgaline karşı çıkmış, ünlü Sultanahmet mitingine(1919) konuşmacı olarak katılmış,halkı mücadeleye çağırmıştır. Kurtuluş savaşı yıllarında eşiyle birlikte Anadolu’ya geçmiş Atatürk’ün yanında yer almıştır. Kongreleri ve milli hükümeti kurmak için yapılan çalışmaları, ermeni faaliyetleri ve bu faliyetlere karşı yapılanları ve milli mücadelenin safhalarını sırası geldikçe anlatmaktadır.

          Halide Edip, Sakarya Savaşından sonra Batı Cephesi’ne gitmiş, Kızılay’da hastabakıcı olarak çalışmış, Zaferden sonra düşmanın Anadolu köy ve kasabalarında meydana getirdikleri zararları görmek ve incelemek üzere kurulan komisyonlarda görev almış bir vatanseverdir. Yaşadıklarını ve gördüklerini bu anı kitabında özet olarak aşağıdaki  şekilde anlatmaktadır.

          İstanbul'un işgalinden sonra, işgal kuvvetleri ve azınlıklar Türk ahaliye çok kötü davranırlar.Azınlıklar Müttefik askerlerinden güç alarak Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başlarlar. Sokaklarda fesler, kadın peçeleri yırtılıyor, insanlar hakaretlere maruz kalıyordu. İngiliz genel karargahının komutanı Kolonel azınlıklara mensup bütün mahkumları serbest bırakıyor, Türklerin hiç biri silah taşımamakla beraber azınlıklara silah dağıtılıyordu. Halk ümitsizlik içindedir. Yöneticilerde ülkenin geleceği ile ilgili fikir birliği oluşmamıştır. Osmanlı Meclisi kapanmıştır. Kazım Karabekir Paşa, o zaman memleketimizde tek hatırı sayılır Türk ordusunun başında bulunuyordu. Kendisi, aynı zamanda itilaf kuvvetlerinin Şarki Anadolu’da bir Ermenistan kurulmasına karşı halkı silahlandırmaya başlamıştı. Bu bölgede büyük kargaşa yaşanmaktadır. Birinci Dünya savaşında Ruslar’la birlikte hareket edip Türk ordusunu arkadan vuran Ermenilerden öldürülenlerin, Anasız ve babasız çocukları Türk yetimhanelerine götürülmüş, Müslüman ve Türk olarak kaydedilmişlerdi. Şimdi Ermeniler ana, babalarını öldürdükleri yahut göçe zorladıkları Türk çocuklarını Ermeni yetimhanelerine Ermeni çocuğu diye kaydettiriyorlardı. Amerikalılar da Yakın Doğuya yardım merkezi adı altında bir müessese kurarak yetimhanelerdeki çocukların hangisi Türk, hangisi Ermeni ayırt edeceklerdi.Çoğunlukla Ermeni veya Türk çocuğu olduğuna çoğu zaman karar verilemiyor, kayıtlarında büyük yanlışlıklar yapılıyordu. Kurulan komisyonlar ayırım işini  yapamıyorlardı.

          Bu arada İzmir işgal edilir. Bu işgal çok büyük üzüntüye neden olur. Bunun üzerine İstanbul'da birçok toplantı düzenlenir. Halide Edip bu toplantılara konuşmacı olarak katılır. Sultanahmet mitinginde yaptığı konuşmadan bazı bölümler şöyledir.” Kardeşler, evlatlar, size dünyanın verdiği hükmü dinleyiniz: Avrupalı itilaf devletlerinin  tecavüz siyaseti bazen hıyanetle ve daima haksız olarak Türkiye’ye çevrilmiştir. Eğer ayda ve yıldızlarda da Türk’le Müslüman  bulunduğunu söyleseler oralara da istila orduları gönderirlerdi. Nihayet hilali parçalamak için ellerine bir fırsat geçmiştir. Bu kararlarına karşı bizi tutacak hiçbir Garplı kudret yoktur. Bu meselede bu insani olmayan karara katılmayanlar da ayni derecede belki daha da mesuldurlar. Onların hepsi, insan haklarını ve millet haklarını müdafaa için bir mahkeme kurmuşlar, fakat orada yenilenlerin parçalanması hükmünü vermişlerdir.Türklere günahkar diyen bu kimselerin kendileri o kadar günahkardırlar ki , Okyanusun suları onları temizleyemez. Hükümetler düşmanımız, milletler dostumuz ve kalbimizdeki haklı isyan kuvvetimizdir. Bütün milletlerin haklarını kazanacağı gün çok uzak değildir. O gün geldiği zaman, bayraklarınızı alınız, bu maksat için canlarını veren kardeşlerinizi ziyaret ediniz.”

          Bu toplantılar, Millî Mücadele için zemin hazırlar. İzmir'in işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs'ta Mustafa Kemal Paşa, doğudaki kargaşaya  son vermek için, hükûmet tarafından 9’ncu Ordu Müfettişi olarak görevlendirilir. Mustafa Kemal Paşa gizliden gizliye, Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey ile anlaşır. Miralay Refet Paşa ve Albay Arif Bey, Mustafa Kemal ile birlikte hareket ederler. Amasya'da ilk tarihi toplantıyı yaparlar. Arkasından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılır. Anadolu'da bir diriliş hareketi başlar. Millî Hükûmetin kurulması çalışması hız kazanır.

          Halide Edip ve onun gibi Anadolu hareketine destek verenleri İngilizler tutuklamak için faaliyete geçerler. Yerlerini bildirenlere para ödülü verileceğini bildirirler. İstanbul’dan Anadolu’ya Kurtuluş ordusuna silah ve malzeme kaçıran teşkilatların yardımıyla  bin bir güçlükle kaçarak Anadolu'ya geçerler. Ankara'nın yolu tehlikelerle doludur. İstanbul'da işgal güçlerinden kaçan vatanseverler, Anadolu'da hem azınlık çetelerinden, hem de padişah yanlılarından saklanmak zorunda kalırlar.

          Bu grup Ankara'ya ulaşır. Orada Mustafa Kemal tarafından karşılanır.Ankara’da Ziraat Mektebi binası Karargah haline getirilmiştir.Anılarında, işte bu yer, yeni hükümeti ve yeni Cumhuriyeti yaratacak binaydı diye bahseder.

          Millî Mücadele için bir çok hazırlık yapılmasına rağmen ne dış dünyaya, ne de ülke içine sesleri duyurulamıyordu. İlk iş olarak Yunus Nadi ile Halide Edip Anadolu Ajansını kurar. Böylece millî hareketin anlamı duyurulmaya başlanır. Halide Edip Karargahta İngilizce gazetelerin siyasete kaçan bölümlerini tercüme ederek,Mustafa Kemal Paşa’nın katibi Hayati Bey in getirdiği telgraflar arasından Anadolu Ajansı veya Hakimiyeti Milliye gazetesi için lazım gelen parçaları keserek, bundan başka Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhaberatına ait yazıları hazırlar. Artık Ankara, Millî Mücadelenin merkezidir. Bu arada TBMM açılır; Mustafa Kemal Paşa başkan seçilir.

Yeni kabinede şu isimler bulunuyordu.Hariciye Vekili Bekir  Sami Bey,Dahiliye Vekili Cami Bey, Milli Müdafaa Vekili Fevzi Paşa, Sıhhiye Vekili Dr.Adnan, Maarif vekili Dr.Rıza Nur, Ziraat Vekili Yusuf Kemal Bey, Adliye Vekili Celalettin Arif Bey, Şeriye Vekili Mustafa Fehmi Efendi, Maliye Vekili Hakkı Behiç Bey, Nafıa Vekili İsmail Fazıl Paşa, Erkanı Harbiye Reisi Miralay İsmet Bey.

          Anadolu'nun her yanında yeni oluşmuş, şekil almamış düşünceler arasında mücadeleler devam ediyor, her yerde kardeş kanı dökülüyordu.Düşmana karşı savaşmak için dağa çıkan topluluklar başı bozuk hareket ediyorlardı. Kötü niyetli olanlar halkın elindeki malzemeyi ve erzakları almaya teşebbüs ediyorlardı. Düzenli birlikler kurularak çıkan isyan ve kargaşalar bastırılır. Anzavur isyanını bastıran Çerkez Ethem birlikleri Ankara’dan gönderilen direktifleri dinlemeyerek kendi başına hareket etmeye başladı. Durumun tehlikeli bir hal almaya başladığını gören Mustafa Kemal Paşa, Yunanlılarla işbirliği yapan bu birliklerin tepelenmesine karar verdi. Albay İsmet Bey’in komutasında toplanan bütün piyade birlikleriyle harekete geçilerek asi kuvvetler dağıtılır. Çerkez Ethem’de kardeşleriyle birlikte Yunanlılara sığınır. Batı Cephesinde birçok savaş yapılır. Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerinde başarı elde edilse de yeterli olmaz..

          Bu savaşlar esnasında Halide Edip cephelerde çeşitli görevlerde bulunur. Eskişehir’de hasta bakıcılık yapar. Daha sonra üstün Yunan kuvvetleri  büyük bir taarruz başlatır Türk ordusu tehlikeli durumdan kurtulmak için 25 Temmuz 1921’de Sakarya’nın Doğusuna çekilir. Büyük Millet meclisi durumu vatansever bir hisle telakki ediyor, Mustafa Kemal Paşa nın Başkomutan olmasını istiyorlardı. Atatürk, 5 Ağustos 1921’de Başkomutan seçilir. Tüm yetki Mustafa Kemal'e verilir.

          Düşman Polatlı'ya kadar gelmiştir. Sakarya Irmağının kıyılarında ordumuz tertiplenir. Halide Edip, burda cephede geçen olaylardan bir tanesini şöyle anlatır. “25 Ağustos’da savaş başladı.İlk günleri, Yunanlılar yer kazanıyordu. Ufak tepeleri birer birer ele geçiriyorlardı.Bu tepeler askeri bakımdan çok önemli idiler. Mustafa Kemal Paşa onların Çal tepesini işgal edinceye kadar korkulacak bir şey olmadığını, fakat Haymana’ya girerlerse, bizimde kapana tutulacağımızı söyledi.Yunan uçakları uçuşup duruyorlardı. Binbaşı Ali bizim yerimizi keşfetmiş olmalarından endişe ediyordu. Bir hafta geçmeden Çal Tepesi düştü. Bu aralık ,Mustafa Kemal Paşa, Refet ve İsmet Paşalar karargahta toplanmışlardı.Korkunç bir sükut yaşanıyordu. Mustafa kemal Paşa çok sinirlenmişti, geri çekilme emri için durumu netleştirmeye çalışıyordu. Gece yarısından sonra saat tam ikiydi. Fevzi Paşa telefondadır, aralarında şu şekilde bir konuşma geçer.Ne? Vaziyet lehimize mi dediniz? Ne? Yunanlılar kuvvetinin sonuna mı geldi, geri mi çekilecekler?” Orada duranların gözleri ışıldadı. Mustafa Kemal Paşa geldi.Yunanlıların daha ileri gitmeden önlerine göndereceği kuvveti temin için plan yapmaya başladı.” Muharebeler sonunda Yunanlılar daha fazla ilerleyemez ve Sakarya nehrinin batısına çekilerek tertiplenirler.

          Halide Edip Yunan esirlerden aldığı bilgileri şöyle anlatır.” Bize her tepeye hücumda, arkasında Ankara var diyorlardı.On altı gün geçti Ankara görünmedi.Türklerin eline geçersek bizi öldüreceklerini söylüyorlardı. Durmadan da makineli tüfeklerle bizi ileri sürüyorlardı.” Yunanlı işgal ettiği bölgelerde halkın namusuna ve canına kastetmektedir. Türkler angarya olarak çalıştırılıyordu. Sakarya meydan Muharebesinden sonra ,yine çeşitli cephe birliklerinde ve Ankara’da karargahta görevlerde bulundu.

          Geçen süre içerisinde Türk ordusu taarruz için hazırlıklarını tamamlar. Nihayet 26 Ağustos 1922 Başkomutanlık meydan muharebesi başlar. Konya’ya görevli giden Halide Edip 27 sinde Afyon’a ulaşır. Karargaha vardığı anı şöyle anlatmaktadır. Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa bir harita üzerine eğilmişler bir şeyler konuşuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın başında yüz güneş doğmuş gibi yüzü aydınlanıyordu. Geçmiş günlerde neler çekmiş olduğunu düşünerek Mustafa Kemal Paşa’nın neşesi insana ferahlık veriyordu. Dedim ki:” İzmir ‘i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok yoruldunuz.” “ Dinlenmek mi?” Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz ,birbirimizi yiyeceğiz. “Niçin? O kadar yapılacak iş var ki. “

          Birçok çatışmadan sonra uygun an yakalanır. Düşman çekilmeye zorlanır. Düşman çekilirken Yunan mezalimi had safhaya ulaşmıştı. Kadınların ırzına geçiliyor, evler yakılıyor, hayvanlar öldürülüyordu. Polatlı'da yapılan mezalimi incelemek için bir şube kuruldu. Bu şubenin başına Halide Edip getirildi. Şubede Yakup Kadri, Yusuf Akçora, bir teğmen ve bir de fotoğrafçı bulunmaktaydı. Yunanlıların bu köylerdeki hareketi aklını kaçırmış insanların hareketiydi. Görülen manzara korkunçtu. Kirletilen kadınlar, yakılan evler ve öldürülen hayvanlar... Bu bir vahşetti.

          Yunanlı çekilirken ne Yunanlı, ne de Türkler ölülerini gömmeye fırsat bulamıyordu. Her taraf yanmış insan cesetleri ile doluydu. Yunanlılar köy ve kasabaları ateşe vererek İzmir'e gelirler. Fakat komutanları esir düşer. Türk ordusu da Yunan ordusunun arkasından İzmir'e girer. Artık Yunan Anadolu'dan kovulmuştur.

          Ankara da bulunduğu süre içerisinde yine Kazım Karabekir Paşa ile tanışır, yetim çocukları nasıl evlat edinerek onları okuttuğunu ve savaşın izlerini çocukların hafızalarından silmek için uğraştığını ve çocukların sevincini anlatır.Ankara’da zaferden sonra bile Atatürk’e karşı nasıl oyunlar oynandığını fakat Atatürk’ün her şeyin farkında olduğunu anlatır.Kocası Dr..Adnan’a İstanbul’da bulunan Yabancılara karşı Ankara hükümetinin mümessilliği teklif edilir. Halide Onbaşı, İstanbul'a dönmenin zamanının geldiğine inanıyordu, sevinçliydi. Bu vazifeyi yerine getirmek için İstanbul’a hareket ederler.

          Yol boyunca Anadolu'nun yıkılmışlığı evsiz, barksız, aç, perişan insanların ortalıkta dolaşması Halide Hanımın yaşanan bu büyük trajediyi tekrar tekrar yaşamasına neden olur.

          Halide Edip kitabın son bölümleri olan İstanbul’a gidiş ve yaşadıklarını şöyle anlatır.İzmit Körfezi’ni ve zeytinliklerin mavi sulara vurmuş akislerini, körfezi çevreleyen o güzelim yeşil tepeleri görünce, iki yıl önce buralardan ayrılışımı hatırladım.İçimde sanki iki asırlık bir hasret ve ayrılık yer etmişti. Bayraklar,çiçekler,alaylar, mızıka ve halk gelip geçti.Bu halkın kendi günü, kendi zaferiydi.Bunu mukaddes bir şey olarak kabul ettik ,onlarla beraber Babıali’ye kadar yürüdük. Babıali’de çay içtik ve onu takip eden sahne benim adeta bir sinema şeridi gibiydi. Nihayet, evimiz, Mahmure abla’nın evi, iki yıl önceki ev. O da bambaşkaydı. Duvarlar badanalı, ortalık çiçeklerle dolu,ışıklar yanıyor. Oradaki son sahneyi tahayyül etmek için derin derin düşünmek lazımdı. Mahmure ablanın boynuna kollarımı doladım. Çocukluk günlerinde olduğu gibi birbirimize sarıldık.

          Halide Edip Adıvar, ‘’‘Türkün Ateşle İmtihanı’’ adlı anı kitabını şu sözleriyle bitirmektedir.’’Mensup olduğum millet istiklalini, tarihin en asil ve zor bir ateş imtihanından sonra kazanmıştı.Fakat diğer bir ideale de kavuşması gerekti. Böyle bir ideale kavuşmak için, İnsanlar tarihte sehpalarda, zincirler içinde ölüp giderler, sürgünlerde ömürlerini geçirirler. Onların imtihanını yalnız çekenler bilir. Onların savaşını hiçbir zaman alkış takip etmez. Alelade mütevazı askerler gibi gelip geçerler. Bu, tek başına kazanmak için mücadele edilen gaye hürriyet imtihanıdır.İstiklal Savaşı’nın imtihanında en başta telakki edilen  ve sembol olan Mustafa Kemal Paşa vardı. İşte bundan dolayı onun devrinde eziyet çekmişlerin bile , kalplerinde daima bir yeri vardır. O, sonu gelmeyen hürriyet alanındaki çabalamaların bir sembolüdür. Türk milleti de diğer hür dünya milletleri gibi hür olacaktır.

İSTANBUL MEKTUPLARI FATİH KERİMİ

     1912 yılının Kasım ayında İstanbul’a gelen yazar, burada yaklaşık dört ay kalmış ve bu süre zarfında başyazarı olduğu Vakit gazetesine yazılar göndermiştir. İlk yazının tarihi 3 Kasım 1912, son yazının tarihi ise 9 Mart 1913‘tür. İstanbul’a gelmeden gazeteye gönderilmiş ilk yazı, yolculuk izlenimlerini anlatmaktadır.

Fatih Kerimi,  II. Meşrutiyet’in ilanıyla Özgürlük vaatleriyle iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyetinin çok geçmeden nasıl bir baskıcı rejime dönüştüğünü, onun ardından yönetime gelen Kamil Paşa kabinesinin beceriksizliğini ve Batı devletleri karşısındaki pasif tutumunu teferruatıyla anlatmıştır. Dönemin olaylarının İstanbul’da yarattığı heyecan ve gerginliği, halkın yöneticiler ve savaş karşısındaki tutumunu, savaşın halk üzerinde yarattığı yılgınlığı, Balkanlardan sürekli İstanbul’a gelen muhacirlerin yaşadığı sıkıntıları, savaş sırasında İstanbul’da ortaya çıkan veba salgınının yaptığı tahribatı ve daha birçok olayı ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.

Yazar İstanbul’da bulunduğu sırada entelektüel çevre ile tanışmış dönemin birçok tanınmış yazar, şair, fikir adamı ile özel röportajlar yapmıştır. Konuştuğu kişiler arasında Enver Paşa, Sait Halim Paşa, Emrullah Efendi, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Halide Edip, Ahmet Ağaoğlu, Satı Bey, Mizancı Murat Bey sayılabilir.

Fatih Kerimi 9 Kasım’da İstanbul’a ilk geldiği gün, Kurban Bayramının dördüncü günüdür ve adet olduğu üzere her namaz vakti top atışı yapılmaktadır. İstanbul’da ilk dikkatini çeken Kandilli Sırtlarında kurulan ama halkın kızlarını göndermediği kız mektebidir. İki yıl önce yanmış fakat onarılmamış Çırağan Sarayı, Sirkeci ve Babıâli caddesi boyunca sayısız kahvehanede oturan sayısız insan yazarın ilk çektiği sesli fotoğraf karesine girmiş görüntülerdir.  

SİYASİ DURUM           

İstanbul’da hükümetler sık sık değişmektedir.  Her yeni gelen hükümet memuriyetlere kendi adamlarını getirmekte ve önceki hükümetlerin yaptıkları programları çöpe atıp yeni programlar hazırlamaktadırlar. Hükümet idaresinde düzensizlikler hat safhadadır.

Yazar İstanbul’a geldiğinde siyasi partiler arasında çekişmeler şiddetli bir şekilde sürmektedir. Parti ihtilafları o kadar ileri derecededir ki, söz gelimi İttihat ve Terakkiciler iş başına gelince, bütün düşman askerlerini hudutların dışına atacağı apaçık malum olsa bile, buna muhalif parti liderleri razı olmayacaklardır. İttihat Terakkiciler tarafından kurtarılmaktansa Balkan Slavları tarafından yutulmayı tercih edeceklerdir. Mevcut Hükümet, İttihat ve Terakki mensuplarını şu anki durumdan sorumlu oldukları ve devlet adamlarına suikast planladıkları gerekçesiyle tutuklamaya başlamış, bu durum karşısında İttihat ve Terakki mensuplarının bir kısmı ise yurt dışına kaçmıştır.

Bulgar Ordusuna Bulgar kralı ve prensleri komuta ettiği halde padişah ve şehzadelerin saraydan dışarı çıkmamakta, adları bile duyulmamaktadır. Ordu, İttihat Terakkici ve Hürriyet İtilafçı diye ikiye ayrılmıştır. Askeri komutanlar arasında birlik ve intizam bulunmamaktadır.

HALKIN DURUMU

Yazar vapurdan inip kalacağı otele giderken ilk şoku yaşamıştır. Bulgar askeri Çatalca’ya kadar gelmiş, Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslim edilmiş, Edirne, Yanya, İşkodra’da bir avuç asker kuşatıldığı halde kahramanca savunmasına devam ederken, İstanbul’da hiç kimsenin kalmayacağını, yediden yetmişe eli silah tutan herkesin askere yazılmış olacağını, mal mülk ve ailesinden vazgeçtiğini düşünmüştür. Fakat İstanbul’da gördüğü manzara karışışında şaşırmıştır. Otele giderken caddenin iki yanında sayısız kahvehanelerde o kadar çok sayıda insan oturmaktadır ki hiçbirisinde ayak basacak yer yoktur. Sebebini sorduğunda ise:’’ Ne olacak efendim, elhamdülillah bizim muntazam askerimiz çoktur, erzak yetiştirilirse onlar iyi savaşırlar’’ cevabına ise söyleyecek söz bulamamıştır.

 Yazara göre; savaşı durdurmak veya tamamıyla sona erdirmek için Türk ve Bulgar vekiller arasında müzakereler devam ediyordu. Halk ise hiç etkilenmiyor ve kaygılanmıyordu. Askerler açlık ve imkânsızlıklardan bir an önce kurtulup, yine aç çıplak ve himayesiz kalan ailelerinin yanlarına dönmek istiyorlardı. Esnaf işleri bozulduğu için biran önce savaşın durmasını istiyor, ne olacaksa biran önce olsun diyorlardı. Orta tabakadan Türk gençleri ve okumuşları hissiz ve kaygısızdı. Sadece memuriyetlerini düşünüyorlar başka bir şey düşünmüyorlardı. Vatan sevgisi, milliyet aşkı, başka milletlerle rekabet hissi, kendine saygı, gayeyi hayal kesinlikle yoktu. Yunanlar Balkanları işgal etmiş ama yinede halk Rum bakkallarından alış veriş yapıyordu. Trablus, Osmanlı hâkimiyetinden çıkmış, ancak bu halkta hiçbir tesir göstermemişti. İstanbul’da ticari hayat tamamen Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeydi. Her kesimden meseleyi çok iyi anlayan, felaketler karşısında yüreği yanan, bir faydası olacaksa bütün varlığını feda etmeye hazır insanlar da vardı, ancak sayıları denizde bir katre gibiydi.

BASIN

Yazar, Osmanlı basınında İttihatçı ve İtilafçı diye ikiye ayrıldığını yazmaktadır. Özellikle hükümet yanlısı basın halka doğru bilgi vermeyip aldatmaktaydı. Mesela, Manastır Sırplar tarafından ele geçirildiği halde gazetelerde açıkça yazılmamıştı. ’’Orada orduyu tutmak bazı bakımdan uygun olmadığı için komutanlar orduyu oradan çıkarıp başka yerlere yerleştirmeyi uygun görmüşlerdi’’ diye yazmışlar, verilen esirlerden kaybedilen silahlardan hiç bahsetmemişlerdi. Selanik’in yeniden Türklerin eline geçtiğine inananlar bile vardı. Muhalif basın ise baskı altındaydı. Hükümete muhalif bir şey yazan gazeteler ya kapatılıyor ya da ödeyemeyecekleri para cezaları veriliyordu. Birlik beraberlik içinde olunması gereken durumda birçok vatansever aydın muhalif diye hapse atılmıştı. Osmanlı aydınlarının büyük bir çoğunluğu ise devletin bekasını sağlaması için büyük devletlerden birinin himayesi altına girmesi gerektiğini savunuyordu.

YARALILAR VE MUHACİRLERİN DURUMU

İstanbul da eğitim öğretim yapılamıyordu. Bütün okullar, camiler ve büyük binalar ya hastane binası olarak cepheden gelen yaralı askerlere ya da Balkanlardan gelen muhacirler için ayrılmış durumdaydı. İstanbul’da 20 bin yaralı vardı. Bu yaralıların bakımlarında dışarıdan, özelikle Hindistan ve Mısırdan gelen Hilali-i Ahmer cemiyetleri de görev almaktaydı. Bulgar, Sırp ve Yunanlılar tarafından her şeyleri alınıp vatanlarından kovulan İslam muhacirleri pek çok ve son derece yardıma muhtaç idiler. Bunların yiyecek bir şeyleri yok, üst başları çıplak denecek durumdaydı. .Çocukların çoğu hasta ve tamamıyla zayıf ve düşkün durumdaydılar. Bunlara Avrupalılar sadaka veriyorlardı. İngiliz ve Amerika sefarethaneleri erzak toplayıp en acizlerine dağıtıyorlardı. Türklüğün böyle günlere kalması, sefalete düşmesi ve İstanbul ‘da aç çıplak kalıp Avrupalılardan yardım istemesi, yazara göre; Türk tarihi için acı bir sayfa idi.  Bu muhacirlerin bir kısmı Anadolu’ya gönderilmeye başlanmış, bir kısmı için ise İstanbul etrafında ahşap barakalar yapılmaktaydı. Yazar, muhacirlerin durumunu anlatırken ‘’bu muhacirlerin hali o kadar acıklı ve dehşetlidir ki yazmak için kaç kez elime kalemimi aldığım halde yazmaya kalbim dayanmadı. Gözümden yaşlar boşandı, kalemimi bıraktım. Mamafih yazı gönderemiyorum.’’ demektedir.

İstanbul’daki muhacirler haricinde birde işgal altında kalan muhacirler vardı. Selanik’te toplanan otuz bin kadar Müslüman muhacirin aç, çıplak ve muhtaç bir halde oldukları işitiliyordu. Selanik’in en zenginleri olan Yahudiler günde bir kere akşamları muhacirlere yardım dağıtıyor, Müslüman muhacirler sabahtan akşama kadar bunların kapıları önünde oturup bu yardımı bekliyorlardı. Beş bin kadarı şehrin dışında soğukta ve yağmur altında kalıyordu. Aralarında türlü hastalıklar yayılmıştı. On bin kadar Bosna Hersek muhaciri Avusturya’nın yardımıyla memleketlerine dönebilmişti.

CEPHEDE DURUM

Yazar savaş bittiği halde Türk ordusunun umumi karargâhını, askerlerin vaziyetlerini ve nasıl yasadıklarını görmek için cepheye gitmeye karar verir. Sirkeci istasyonundan trenle Hadımköy’e gelir. Tren daha ileri gitmemektedir. 4 kilometre yürümeyi müteakip ana karargâha gelir. Tren vagonları ana karargâh olarak kullanılmaktadır. Bulgar askerleriyle bizim askerlerimiz arasında 4 kilometre mesafe bulunmaktadır. Ayrıca ilk zamanlar yaygın olan ve bazı günler yedi yüz sekiz yüz kişinin ölümüne yol açan veba salgını da alınan tedbirler sonucu sona ermiştir.

Ayrıca, Osmanlı Ordusunda savaşan Arnavut gönüllüler vardır. Arnavut gönüllüler düşmanla savaşmaktan daha çok Türk subaylarını öldürüp, soymak ve Türk köylerini yakıp, yağmalamakla meşgul olmuşlardı. Aralarında hiçbir düzen, intizam ve komutanlarına itaat kalmamıştı. Çok yerlerde bunlar düşmana gizli bilgiler vermişler ve Türk şehirlerinin teslim edilmesine sebep olmuşlardı.

Türk donanması kâğıt üzerinde Bulgar ve Yunan donanmasından üstün kabul edilse de bu savaş sırasında çok fazla iş görmemişti. Sadece Çatalca savaşında iki taraftan ateş ederek Bulgarlara biraz korku vermiş, denizde ise bir şey yapmamıştı. Yunanlılar ise Selanik’te ‘’Feth-i Bülend’’ adlı gemiyi batırıp tüm Ege adalarını işgal etmişlerdi.

Subayların ruh halinden bahsederken: ’’Geleceğe ümitle bakıyorlar. Felaketlerin daima bir milletin üzerine çöküp durmayacağına inanıyorlar. Türkler de bunu bir vakit yaşarlar ve yaşayacaklardır diyorlar. Ayrıca bu mağlubiyetler Türklerin uyanmasına sebep olur diye ümit ediyorlar’’ diye bahsetmektedir.

Yazar cepheyi gezmeyi müteakip başkomutan Nazım Paşa’yla aynı trende İstanbul’a döner. Nazım Paşa sirkeci garında gösterişli bir askeri törenle karşılanır. Bu duruma yazar çok şaşırmıştır. Çünkü başkumandanın bu saatte İstanbul’a dönmesi demek savaştan ve Rumeli’den vazgeçtik demektir. Oysa Yanya, İşkodra ve Edirne hala teslim olmamış, direniyorlardı.

LONDRA KONFERANSI VE SONRASI

Barış görüşmeleri için 30 Ekim 1912’de Londra’ya heyet gitti. Halk ve gerçekleri gizleyen basın bile yenilgiyi kabul etmişti. Şimdi herkes bir sorumlu arıyor ve bundan sonra ne olacağını soruyordu. Türk ordusu hiçbir zaman hücuma geçmemiş, bitkin ve perişan vaziyette geri çekilmişti.

Selanik’in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilali Ahmer doktoru konuşmaya başladığında gözlerinden yaşlar dökülerek; ’’Türk ordusunun erzak mühimmatı mükemmeldi. Ancak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet edilmedi, şehri hemen teslim ettiler. Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmek Yunanlıların bile aklına gelmemişti.‘’ diye anlatmaktaydı.

Türk Ordusundaki Redif Askerleri yeterince eğitilmeden cepheye gönderilmişti ve ateş etmeyi ve silah kullanmayı bile bilmiyorlardı. Normalde redif askerlerinin her yıl toplanıp eğitimden geçmeleri gerekiyordu. Ancak bu sadece kâğıt üzerinde kalıyordu. Ayrıca Türk ordusundaki Hıristiyan askerler arasında Türklere ihanet eden çoktu. Fırsat bulduklarında Türk subaylarını öldürüp, Bulgar tarafına kaçıyorlardı. Bulgarlara casusluk yapıyorlar ya da geri dönüp geliyorlardı.

Bütün gözler Londra’da başlayacak olan müzakerelere çevrilmişti. Düşman, İstanbul’a 45 kilometre ötedeydi. Yunan Ordusu Türk topraklarına tecavüze devam ediyorlardı. Mütarekede, maalesef kabul edilemeye mecbur kalınan şartlara göre Çatalca’daki Bulgar Ordusuna, Bulgar Hükümeti, İstanbul’dan vagon vagon ekmek ve yiyecek gönderiyor ama Edirne’de, Yanya ve İşkodra’da kuşatma altında bulunan Türk ordusuna Türkiye’nin erzak göndermesine müsaade edilmiyordu. Buna rağmen Edirne, Yanya, İşkodra kahramanları düşmana karşı durmaya devam ediyorlardı. Bu sırada İngilizler Basra ve Bağdat’ta, Fransızlar Suriye’de kışkırtma hareketlerine başlamışlar, Yemenden Şeyh Yahya’nın adamları gelmiş, Yemen’de yeni düzenlemeler yapılmasını istiyorlardı.

Bu durumda herkes ne olacak diye soruyordu? Bir kısım aydınlar ‘’tek kurtuluş yolumuz büyük bir devletin himayesine girip yirmi otuz yıl sakin durarak medenileşme yoluna gitmeliyiz’’ diyordu. Rusya’nın himayesine girmeyi teklif edenler bile vardı. Bir kısım aydın ise: “Rumeli zaten bizim değildi. Rumeli vilayetlerinden üç milyon vergi alıp beş milyon harcıyoruz. Ayrıca Rumeli vilayetleri Rusya ile bozuşmamıza sebep oluyor, bu nedenle çok fazla üzülmeye gerek yok. Anadolu pek büyük, her türlü zenginliğe sahip. Şayet bunu adam akıllıca imar edersek rahat rahat yaşabiliriz” diyorlardı. Bir kısım aydınlar ise bu fikirlere tamamen karşıydılar. Çünkü sanat ve ticaret şehirlerine sahip olan Rumeli’nin kaybedilmesiyle İstanbul ticareti azalmıştı ve Osmanlı Büyük devlet statüsünden çıkmıştı. Onbinlerce muhacir gelip devlet üzerine yük olmuştu. Bunları yerleştirmek için büyük paralar gerekiyordu. Ancak Osmanlı devleti ekonomik zorluklar içindeydi. Memurlarının maaşlarını bile ödeyemediği gibi borç para da bulamıyordu. Rumeli de üç milyon Türk yabancıların hâkimiyetinde kalmıştı. Bu da Türkiye’deki Türk unsurunun daha da zayıflamasına yol açacaktı. Yazar, İstanbul’da tartışılan fikirlerin bunlar olduğunu beyan etmektedir.

Devletin karşı karşıya kaldığı bir başka sorunda; Trablus ve Rumeli’de görev yapıp da işgal sebebiyle işsiz kalan memurların durumuydu. Bunlar hükümetten geçimlerinin temin edilmesini ve bazıları İstanbul ve Anadolu’ya dönmek için yol parası gönderilmesini istiyorlardı. Bunun üzerine bir komisyon kuran hükümet, on beş yılını dolduranları emekliye ayırdı. Daha az hizmeti olanların ise maaşlarını üçte birini verip bir yere yerleştirmek için çalışmalar başlattı.

Yazar savaşla ilgili haberleri yazarken İstanbul’un genel durumuyla ilgili bir takım gözlemlerde de bulunmuştur. Bu gözlemlerinden bazıları şunlardır:

“Türk otellerinin hiç birisinde kalorifer yok, yazmak için masa yok, yemek yenecek salon yok, telefon yok, çamaşır makinesi yok, banyo yok, çay içmeye semaver yok, yemek için dışarıdaki lokantalar gitmek gerekmektedir. Kalorifer yerine ise mangal yakarak bunun etrafında toplanılıyor. Odalarda yıkanmak için lavabo yok. Çıkıp koridorda yıkanmak gerekiyor. Beyoğlu’ndaki Hıristiyan otellerinde ise her türlü konfor bulunmaktır. Telefon sadece hükümet dairelerinde ve bazı gazete idarelerinde var. İstanbul’un aydınlatılması yabancı bir şirket tarafından sağlanmakta. Tramvaylar çalışmamakta. Araba ve fayton çok az ve pahalı olduğundan ulaşım çok kötü durumda.”

İktisadi hayat tamamıyla yabancıların elindedir. Türklerin payı yok denecek kadar azdır. Şehirde yaşayan Türk halkı üç kısımdan oluşmaktadır. Bunlar memurlar, askerler ve hocalardır ve bunların hiçbir iktisadi faaliyetleri yoktur. Sokaklarda leblebi, kestane, tarak, kürdan satanlar, sepete doldurup iki üç kuruştan portakal satanlar, arabacılar, kayıkçılar, hamallar en çok Müslüman ve Türklerdendir. Birkaç zengin Türk esnaf varsa da bunlar az ve iktisadi hayata tesir edebilecek durumda değillerdir. Esaslı işlerin hepsi Hıristiyanların elindedir, mesela bankaların hepsi İngiliz, Fransız, Avusturya ve Alman bankalarıdır. Türklerin küçük bir bankaları bile yoktur. Hicaz demiryolu hariç bütün demiryolları Hıristiyan veya Yahudilerin ellerindedir. En tertipli mahalleler Hıristiyan mahalleleridir. En büyük ve muntazam oteller, restoranlar, tiyatrolar, konser salonları, sinemalar tamamen Yahudilerin elindedir. Türk ve Müslümanların elinde olan çok azı ise pis ve kötü durumdadır. Mahalle bakkallarının hepsi Rumların ve Ermenilerin elindedir. Hatta Türkler kendi feslerini giymeyip Almanların yapıp gönderdiği Avusturya feslerini giymektedirler.

Babıâli caddesindeki büyük kitapçıların yüzde seksen beşi, matbaacıların, oymacıların, ressamların yüzde doksanı Ermenidir. Otuz beş yıllık pedagog Ali Nazmı Bey her gün sabah akşam Ermeni Tefeyyüz Kütüphanesine gelerek yazdığı yazıları satmaya çalışıyordu. Bir Türk âliminin hayatı, Bir Ermeni’nin lütfedip vereceği kalem hakkına bağlıdır. Hıristiyan ve diğer ecnebiler kapitülasyonlardan yararlanıp vergi de vermemektedirler.

Yazar, 16 Aralık sabahı uyandığında dönemin büyük edebiyatçısı Ahmet Mithat Efendi’nin ölüm haberinin gazetelerin en önemsiz sayfalarında beş altı satırlık bir yazıyla geçiştirildiğini görünce çok üzülmüştü. Ona göre Rusya da Tolstoy,  Murmusof neyse Türkiye’de Ahmet Mithat efendi oydu. Murmusof öldüğünde Rus gazeteleri ilaveler çıkarmışlar, profesörler, öğrenciler cenazesi başında nöbet tutmuşlardı. On binlerin katıldığı cenaze töreni yapılmış, gazete günlerce ondan bahsetmişlerdi. Ahmet Mithat Efendi ise vazifesinin başında şehit olduğu halde ailesine bir gün sonra haber verilmiştir. Nereye nasıl defnedileceğini ise bilinmemektedir. Ahmet Mithat Efendinin cenazesi sade, lüzumu kadar hürmet gösterilmeden defnedildi. Hatta mezarlığa getirildiğinde mezarı bile henüz kazılmamıştı. Yazar bu olaya çok kızmış ‘’Türklerin Rumeli’de Trablus’ta, Yemende yenilmelerinin en büyük sebeplerinden biri bu, yani kendilerine hizmet eden insanları takdir etmemeleri ve âlimlerine hürmet göstermemeleri, böyle devam ettikçe daha çok yenilirler’’ diye yazmıştır.

Yazar kadınlara hukuk ve hürriyet hakkı tanınmadığı sürece milletin yaşamasının mümkün olmayacağı düşüncesindir. Osmanlıda da kadına bu haklar tanınmamıştır. İki Türk kadını Beyoğlu’nda orduya yardım topluyor diye tutuklanmak istemişti. Türk kadınları sokağa çıkarken kara çarşafla örtünüyorlar gözleri görünmüyordu. Türkler kendi eşleriyle birlikte arabaya binemiyorlardı. Türk ve Müslüman kadınlar kafesler ardına hapsedilmiştiler. Dolayısıyla yenilgilerin sebeplerini başka yerlerde aramak yerine, analarımızın ve kızlarımızın bu halde bulunmalarında onlara gün yüzü göstermemekte nefes aldırmamakta aramalıydık diye düşünmekteydi yazar. Bulgar askeri savaşırken evini düşünmüyordu çünkü kendisi ölse de eşi onun yerini doldurabilecek eğitimi alıyordu. Müslüman kadında ise böyle bir özellik yoktu. Eşi öldü mü perişan oluyordu. Yirminci asırda gücü asker süngüsünden çok memleketin kalkınmasında, halkın zenginliği ve canlılığında, eğitim ve medeniyetin varlığında aramalıydık. Bunlar olursa, süngü ve toptan fayda görülebilirdi. Yoksa cahil, fakir, ezik, milliyetçilik ve vatan sevgisinden mahrum ruhsuz bir milletin açlık ve hastalıktan yüzleri sararmış çocuklarının elinde olan süngülerin pek tesiri olmayacaktı.

BARIŞ ANTLAŞMASI

4 Ocak günü İtalyan, Rus, İngiliz, Alman, Avusturya elçileri hükümete bir nota vererek Edirne’den ve Ege Adalarından vazgeçilmesini teklif ettiler. Balkan devletleri birleşmiş Türkiye’ye hücum ediyor, ele geçirdikleri yerlerde Müslüman halka görülmemiş zulüm ediyor, bütün mal ve mülklerini yağmalıyor, gençler toplanıp kurşuna diziliyor, kızların kadınların namusları çiğneniyor, bütün Rumeli Müslüman kanlarıyla yıkanıyordu. Ama medeni Avrupa hiç bir şey olmamış gibi sükût ediyor ve daha da ileri giderek silahla alamadıkları Edirne, Yanya ve İşkodra’yı bırakması için Osmanlı devletine baskı yapıyorlardı. Ancak gerek aydınlarda gerek devlet yöneticilerinde gerekse halk ta yeterli tepki hareketi görmemenin şaşkınlığını vardı yazarın üzerinde. Osmanlı aydın ve devlet adamları çağı okuyamıyorlardı.

Milli Meclis toplanarak notayı kabul etti. Yani Edirne Bulgarlara, Adalarla ilgili kararsa büyük devletlere bırakılıyordu. Meclis bu kararı almadan iki gün önce Kamil Paşa Hükümeti, basını çağırarak halkı barışa hazırlamalarını emretmişti.

Anlaşmanın kabulü üzerine, İstanbul’da ihtilal çıkmış ve baskınla ittihat ve Terakki yeniden iktidara gelmiştir. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve yaveri öldürülmüştür.  Mahmut Şevket Paşa yeni hükümeti kurma görevini almıştır. Hapisteki İttihatçılar çıkarılmış, yerlerine İtilaf partisi mensupları hapse atılmaya başlanmıştır. İlk tutuklananlar da dâhiliye ve bahriye nazırlarıdır. Kamil Paşa ise Mısır’a gitmiştir. Gazeteler vatan kurtarıldı diye başlık atmaktadırlar.

Kurulan yeni hükümet adaların Avrupa devletlerinin gözetimine bırakmayı ve Edirne’nin yarısını Bulgarlara vermeyi teklif etti. Bu öneri halkı çok memnun etmemişti. Diğerinden çok bir farkı yoktu. Durum eskisinden çokta parlak değildi. Trablus, Rumeli ve Balkanlardan gelen memurların sayısı yirmi bine ulaşmış ve üç aydır maaş alamıyorlardı. Yeni hükümete de hiçbir Avrupa ülkesi borç vermiyor, çok ağır şartlar ileri sürüyorlardı. Halk yeni hükümetten gerekirse savası göze almasını bekliyordu. Ancak savaş için para yoktu. Yazarın anlattığına göre İstanbul’da son durum bu şekildeydi.

 Anadolu’da farklı değildi. Anadolu halkı yoksulluk içindeydi. Köyleri perişan mektepleri sadece isimden ibaret viranhanelerdi. Anadolu halkı arasında türlü türlü salgın hastalıklar hüküm sürüyor, Türkler yıldan yıla azalıyordu. Doktor yoktu. İstanbul’da iki üç aydın siyasi parti oyunu oynuyorlardı. Yazar; “bu aydınlar keşke Anadolu köylerine dağılıp mektepler açıp, halkın iktisadi ve zirai vaziyetini düzeltip sağlığıyla ilgilenmeye çalışsalardı daha iyi olurdu” diye Türk aydınına sitem etmektedir.

Hükümetin teklifi kabul edilmemiş ve savaş yeniden başlamıştı. İstanbul’da Halide Edip hanımın önderliğinde bir kadınlar mitingi tertiplenmiş ve padişaha cephedeki askerlerle beraber savaşa katılması içi çağrı yapılmıştı. İstanbul’dan asker sevki, silah, erzak gönderilmesi de devam ediyordu.

Yazar, yeni Hariciye Nazırı Sait Paşa ile röportaj yapmış ve görüşlerini almıştı. Sait Paşa hükümetin savaş istemediğini ancak onurlu bir barış olmadan da savaşa devam edeceklerini ve Edirne’yi Bulgarlara bırakmayacaklarını söylemişti. Halk ise yeni hükümetin iş başına gelmesiyle Türk Ordusunun Bulgarları yeneceğini ve Edirne’nin kurtulacağını ümit ediyordu. Ancak cepheden gelen haberler Türkler için iç acıcı değildi. Donanma hiç işe yaramamış, Gelibolu’daki köyler harap edilmişti ve Bulgar askerleri Bolayır’a yedi sekiz kilometre kadar gelmişlerdi.

Barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde yazar İstanbul’dan Orenburg’a son mektubunu yazar ve İstanbul’dan ayrılır. Son mektubunda o güne kadar yaşanan olayları özetleyip geleceğe ait değerlendirmelerde bulunur. Yazara göre: Balkan Savaşlarından sonra büyük devletler aralarında anlaşarak Osmanlı topraklarını iktisadi nüfus bölgelerine ayıracaklar,  Osmanlı Devletinin karşı koyması durumunda ise Ermenistan, Kürt, Arap, Yemen, Boğazlar gibi yeni meseleler çıkararak baş eğdirecekler, böylece Türkiye tamamen gücünü kaybedecektir.

Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı

Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı, İstanbul, 2006
İkinci dünya savaşı sırasında Kırımda halkın yaşantısı ve Kırım’ın hali

        Yazar İkinci Dünya savaşında Kırımın Alman işgaline uğramasından önceki günlerde  elinde yazdığı hikayelerin bulunduğu kavanozla Kırımın sokaklarında ümitsizce dolaşmaktadır. Çocukluğunun kalabalık ve şen şakrak sokaklarında şu anda sessizlik ve ümitsizlik hakimdir. Çalıştığı enstitü ise kapanmak üzeredir. Bir akşam üzeri otobüste kendisiyle beraber iki kişi daha bulunmaktadır. Otobüsten indikten bir süre sonra otobüsteki bayan tarafından takip edildiğini anlar. Bayanın ismi Almira’dır ve yazarı tanımıştır. Almira yazardan 15-16 yaş büyüktür ve yazarla aynı mahallede büyümüştür. Yazar ise Almirayı tanımamıştır.
        Almira yazarı hem Alman saldırılarından korumak hem de askere alınmasına mani olmak için  güvenli bir eve götürür. Almira evin savaş nedeniyle ülkeyi terk etmiş olan bir arkadaşına ait olduğunu söyler. Yazar camları battaniyelerle örtülü, karanlık, içerisinde çok az eşya bulunan iki katlı evde yalnız başına kalır. İçeride birisinin olduğu anlaşılsa askere alınmak için götürülebilir veya Alman casusu diye öldürülebilir. O yüzden dışarıya ışık çıkmamalı ve kendisi de dışarıdan görünmemelidir.

Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması, Genelkurmay

Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması, Genelkurmay, 1982, Ankara
 
Kitapta çok genişçe yer verilmekte olan Osmanlı-Rus Savaşında (1877-1878 ) ve özelikle Plevne savunma Komutanı Gazi Osman Paşa'yı anlatmakta.


Türk tarihi kahramanlar ve kahramanlık öyküleriyle doludur. Attila'dan Alparslan'a, Fatih Sultan Mehmet'ten Mustafa Kemal Atatürk'e kadar nice isim imkânsızı başararak Türk tarihine geçmişlerdir. Bu büyük kahramanlardan biri de Gazi Osman Paşa'dır. Gazi Osman Paşa, Tokat"ta doğdu. Asıl adı Osman Nuri"dir. Babası, İstanbul kereste gümrüğünde kâtip olan Mehmet Efendi, annesi Şakire Hatun"dur. Ailenin tek erkek çocuğu olan Osman Nuri, henüz yedi sekiz yaşlarında iken ailesiyle birlikte İstanbul"a babasının yanına gitti. Sırasıyla Askeri Rüştiye, Askeri İdadi ve Mektebi-i Harbiye okullarını bitirdi. Çeşitli görevlerde bulunan Gazi Osman Paşa, 1859 yılında Osmanlı Devleti"nin nüfus sayımı ile kadastro usulünde haritasının çizilmesinin kararlaştırılması ve bu arada Bursa ilinden başlanması üzerine bu göreve askeri temsilci olarak tayin edildi. 1866"da Girit"te baş gösteren Rum isyanı dolayısıyla buraya yollandı.