1912 yılının Kasım ayında İstanbul’a gelen yazar, burada yaklaşık dört ay kalmış ve bu süre zarfında başyazarı olduğu Vakit gazetesine yazılar göndermiştir. İlk yazının tarihi 3 Kasım 1912, son yazının tarihi ise 9 Mart 1913‘tür. İstanbul’a gelmeden gazeteye gönderilmiş ilk yazı, yolculuk izlenimlerini anlatmaktadır.
Fatih Kerimi, II.
Meşrutiyet’in ilanıyla Özgürlük vaatleriyle iktidara gelen İttihat ve Terakki
Cemiyetinin çok geçmeden nasıl bir baskıcı rejime dönüştüğünü, onun ardından
yönetime gelen Kamil Paşa kabinesinin beceriksizliğini ve Batı devletleri
karşısındaki pasif tutumunu teferruatıyla anlatmıştır. Dönemin olaylarının
İstanbul’da yarattığı heyecan ve gerginliği, halkın yöneticiler ve savaş
karşısındaki tutumunu, savaşın halk üzerinde yarattığı yılgınlığı, Balkanlardan
sürekli İstanbul’a gelen muhacirlerin yaşadığı sıkıntıları, savaş sırasında
İstanbul’da ortaya çıkan veba salgınının yaptığı tahribatı ve daha birçok olayı
ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.
Yazar İstanbul’da bulunduğu sırada entelektüel çevre ile
tanışmış dönemin birçok tanınmış yazar, şair, fikir adamı ile özel röportajlar
yapmıştır. Konuştuğu kişiler arasında Enver Paşa, Sait Halim Paşa, Emrullah Efendi,
Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Halide Edip, Ahmet Ağaoğlu, Satı Bey, Mizancı
Murat Bey sayılabilir.
Fatih Kerimi 9 Kasım’da İstanbul’a ilk geldiği gün, Kurban
Bayramının dördüncü günüdür ve adet olduğu üzere her namaz vakti top atışı
yapılmaktadır. İstanbul’da ilk dikkatini çeken Kandilli Sırtlarında kurulan ama
halkın kızlarını göndermediği kız mektebidir. İki yıl önce yanmış fakat
onarılmamış Çırağan Sarayı, Sirkeci ve Babıâli caddesi boyunca sayısız
kahvehanede oturan sayısız insan yazarın ilk çektiği sesli fotoğraf karesine
girmiş görüntülerdir.
SİYASİ DURUM
İstanbul’da
hükümetler sık sık değişmektedir. Her
yeni gelen hükümet memuriyetlere kendi adamlarını getirmekte ve önceki
hükümetlerin yaptıkları programları çöpe atıp yeni programlar hazırlamaktadırlar.
Hükümet idaresinde düzensizlikler hat safhadadır.
Yazar
İstanbul’a geldiğinde siyasi partiler arasında çekişmeler şiddetli bir şekilde
sürmektedir. Parti ihtilafları o kadar ileri derecededir ki, söz gelimi İttihat
ve Terakkiciler iş başına gelince, bütün düşman askerlerini hudutların dışına
atacağı apaçık malum olsa bile, buna muhalif parti liderleri razı
olmayacaklardır. İttihat Terakkiciler tarafından kurtarılmaktansa Balkan
Slavları tarafından yutulmayı tercih edeceklerdir. Mevcut Hükümet, İttihat ve
Terakki mensuplarını şu anki durumdan sorumlu oldukları ve devlet adamlarına
suikast planladıkları gerekçesiyle tutuklamaya başlamış, bu durum karşısında
İttihat ve Terakki mensuplarının bir kısmı ise yurt dışına kaçmıştır.
Bulgar
Ordusuna Bulgar kralı ve prensleri komuta ettiği halde padişah ve şehzadelerin
saraydan dışarı çıkmamakta, adları bile duyulmamaktadır. Ordu, İttihat
Terakkici ve Hürriyet İtilafçı diye ikiye ayrılmıştır. Askeri komutanlar
arasında birlik ve intizam bulunmamaktadır.
HALKIN DURUMU
Yazar
vapurdan inip kalacağı otele giderken ilk şoku yaşamıştır. Bulgar askeri
Çatalca’ya kadar gelmiş, Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslim
edilmiş, Edirne, Yanya, İşkodra’da bir avuç asker kuşatıldığı halde kahramanca
savunmasına devam ederken, İstanbul’da hiç kimsenin kalmayacağını, yediden
yetmişe eli silah tutan herkesin askere yazılmış olacağını, mal mülk ve
ailesinden vazgeçtiğini düşünmüştür. Fakat İstanbul’da gördüğü manzara
karışışında şaşırmıştır. Otele giderken caddenin iki yanında sayısız
kahvehanelerde o kadar çok sayıda insan oturmaktadır ki hiçbirisinde ayak
basacak yer yoktur. Sebebini sorduğunda ise:’’ Ne olacak efendim, elhamdülillah
bizim muntazam askerimiz çoktur, erzak yetiştirilirse onlar iyi savaşırlar’’
cevabına ise söyleyecek söz bulamamıştır.
Yazara göre; savaşı durdurmak veya tamamıyla
sona erdirmek için Türk ve Bulgar vekiller arasında müzakereler devam ediyordu.
Halk ise hiç etkilenmiyor ve kaygılanmıyordu. Askerler açlık ve
imkânsızlıklardan bir an önce kurtulup, yine aç çıplak ve himayesiz kalan
ailelerinin yanlarına dönmek istiyorlardı. Esnaf işleri bozulduğu için biran
önce savaşın durmasını istiyor, ne olacaksa biran önce olsun diyorlardı. Orta
tabakadan Türk gençleri ve okumuşları hissiz ve kaygısızdı. Sadece
memuriyetlerini düşünüyorlar başka bir şey düşünmüyorlardı. Vatan sevgisi,
milliyet aşkı, başka milletlerle rekabet hissi, kendine saygı, gayeyi hayal
kesinlikle yoktu. Yunanlar Balkanları işgal etmiş ama yinede halk Rum
bakkallarından alış veriş yapıyordu. Trablus, Osmanlı hâkimiyetinden çıkmış,
ancak bu halkta hiçbir tesir göstermemişti. İstanbul’da ticari hayat tamamen
Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeydi. Her kesimden meseleyi çok iyi anlayan,
felaketler karşısında yüreği yanan, bir faydası olacaksa bütün varlığını feda
etmeye hazır insanlar da vardı, ancak sayıları denizde bir katre gibiydi.
BASIN
Yazar,
Osmanlı basınında İttihatçı ve İtilafçı diye ikiye ayrıldığını yazmaktadır.
Özellikle hükümet yanlısı basın halka doğru bilgi vermeyip aldatmaktaydı.
Mesela, Manastır Sırplar tarafından ele geçirildiği halde gazetelerde açıkça
yazılmamıştı. ’’Orada orduyu tutmak bazı bakımdan uygun olmadığı için
komutanlar orduyu oradan çıkarıp başka yerlere yerleştirmeyi uygun
görmüşlerdi’’ diye yazmışlar, verilen esirlerden kaybedilen silahlardan hiç
bahsetmemişlerdi. Selanik’in yeniden Türklerin eline geçtiğine inananlar bile
vardı. Muhalif basın ise baskı altındaydı. Hükümete muhalif bir şey yazan
gazeteler ya kapatılıyor ya da ödeyemeyecekleri para cezaları veriliyordu.
Birlik beraberlik içinde olunması gereken durumda birçok vatansever aydın
muhalif diye hapse atılmıştı. Osmanlı aydınlarının büyük bir çoğunluğu ise
devletin bekasını sağlaması için büyük devletlerden birinin himayesi altına
girmesi gerektiğini savunuyordu.
YARALILAR VE MUHACİRLERİN DURUMU
İstanbul
da eğitim öğretim yapılamıyordu. Bütün okullar, camiler ve büyük binalar ya
hastane binası olarak cepheden gelen yaralı askerlere ya da Balkanlardan gelen
muhacirler için ayrılmış durumdaydı. İstanbul’da 20 bin yaralı vardı. Bu
yaralıların bakımlarında dışarıdan, özelikle Hindistan ve Mısırdan gelen
Hilali-i Ahmer cemiyetleri de görev almaktaydı. Bulgar, Sırp ve Yunanlılar
tarafından her şeyleri alınıp vatanlarından kovulan İslam muhacirleri pek çok
ve son derece yardıma muhtaç idiler. Bunların yiyecek bir şeyleri yok, üst
başları çıplak denecek durumdaydı. .Çocukların çoğu hasta ve tamamıyla zayıf ve
düşkün durumdaydılar. Bunlara Avrupalılar sadaka veriyorlardı. İngiliz ve
Amerika sefarethaneleri erzak toplayıp en acizlerine dağıtıyorlardı. Türklüğün
böyle günlere kalması, sefalete düşmesi ve İstanbul ‘da aç çıplak kalıp
Avrupalılardan yardım istemesi, yazara göre; Türk tarihi için acı bir sayfa
idi. Bu muhacirlerin bir kısmı
Anadolu’ya gönderilmeye başlanmış, bir kısmı için ise İstanbul etrafında ahşap
barakalar yapılmaktaydı. Yazar, muhacirlerin durumunu anlatırken ‘’bu
muhacirlerin hali o kadar acıklı ve dehşetlidir ki yazmak için kaç kez elime
kalemimi aldığım halde yazmaya kalbim dayanmadı. Gözümden yaşlar boşandı,
kalemimi bıraktım. Mamafih yazı gönderemiyorum.’’ demektedir.
İstanbul’daki
muhacirler haricinde birde işgal altında kalan muhacirler vardı. Selanik’te
toplanan otuz bin kadar Müslüman muhacirin aç, çıplak ve muhtaç bir halde
oldukları işitiliyordu. Selanik’in en zenginleri olan Yahudiler günde bir kere
akşamları muhacirlere yardım dağıtıyor, Müslüman muhacirler sabahtan akşama
kadar bunların kapıları önünde oturup bu yardımı bekliyorlardı. Beş bin kadarı
şehrin dışında soğukta ve yağmur altında kalıyordu. Aralarında türlü
hastalıklar yayılmıştı. On bin kadar Bosna Hersek muhaciri Avusturya’nın
yardımıyla memleketlerine dönebilmişti.
CEPHEDE DURUM
Yazar
savaş bittiği halde Türk ordusunun umumi karargâhını, askerlerin vaziyetlerini
ve nasıl yasadıklarını görmek için cepheye gitmeye karar verir. Sirkeci
istasyonundan trenle Hadımköy’e gelir. Tren daha ileri gitmemektedir. 4
kilometre yürümeyi müteakip ana karargâha gelir. Tren vagonları ana karargâh
olarak kullanılmaktadır. Bulgar askerleriyle bizim askerlerimiz arasında 4
kilometre mesafe bulunmaktadır. Ayrıca ilk zamanlar yaygın olan ve bazı günler
yedi yüz sekiz yüz kişinin ölümüne yol açan veba salgını da alınan tedbirler
sonucu sona ermiştir.
Ayrıca,
Osmanlı Ordusunda savaşan Arnavut gönüllüler vardır. Arnavut gönüllüler
düşmanla savaşmaktan daha çok Türk subaylarını öldürüp, soymak ve Türk
köylerini yakıp, yağmalamakla meşgul olmuşlardı. Aralarında hiçbir düzen,
intizam ve komutanlarına itaat kalmamıştı. Çok yerlerde bunlar düşmana gizli
bilgiler vermişler ve Türk şehirlerinin teslim edilmesine sebep olmuşlardı.
Türk
donanması kâğıt üzerinde Bulgar ve Yunan donanmasından üstün kabul edilse de bu
savaş sırasında çok fazla iş görmemişti. Sadece Çatalca savaşında iki taraftan
ateş ederek Bulgarlara biraz korku vermiş, denizde ise bir şey yapmamıştı.
Yunanlılar ise Selanik’te ‘’Feth-i Bülend’’ adlı gemiyi batırıp tüm Ege
adalarını işgal etmişlerdi.
Subayların ruh halinden
bahsederken: ’’Geleceğe ümitle bakıyorlar. Felaketlerin daima bir milletin
üzerine çöküp durmayacağına inanıyorlar. Türkler de bunu bir vakit yaşarlar ve
yaşayacaklardır diyorlar. Ayrıca bu mağlubiyetler Türklerin uyanmasına sebep
olur diye ümit ediyorlar’’ diye bahsetmektedir.
Yazar
cepheyi gezmeyi müteakip başkomutan Nazım Paşa’yla aynı trende İstanbul’a
döner. Nazım Paşa sirkeci garında gösterişli bir askeri törenle karşılanır. Bu
duruma yazar çok şaşırmıştır. Çünkü başkumandanın bu saatte İstanbul’a dönmesi
demek savaştan ve Rumeli’den vazgeçtik demektir. Oysa Yanya, İşkodra ve Edirne
hala teslim olmamış, direniyorlardı.
LONDRA KONFERANSI VE SONRASI
Barış görüşmeleri için 30 Ekim
1912’de Londra’ya heyet gitti. Halk ve gerçekleri gizleyen basın bile yenilgiyi
kabul etmişti. Şimdi herkes bir sorumlu arıyor ve bundan sonra ne olacağını
soruyordu. Türk ordusu hiçbir zaman hücuma geçmemiş, bitkin ve perişan
vaziyette geri çekilmişti.
Selanik’in kaybedilmesini
gözleriyle gören bir Hilali Ahmer doktoru konuşmaya başladığında gözlerinden
yaşlar dökülerek; ’’Türk ordusunun erzak mühimmatı mükemmeldi. Ancak Türk
askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet edilmedi, şehri
hemen teslim ettiler. Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmek Yunanlıların bile
aklına gelmemişti.‘’ diye anlatmaktaydı.
Türk Ordusundaki Redif Askerleri
yeterince eğitilmeden cepheye gönderilmişti ve ateş etmeyi ve silah kullanmayı
bile bilmiyorlardı. Normalde redif askerlerinin her yıl toplanıp eğitimden
geçmeleri gerekiyordu. Ancak bu sadece kâğıt üzerinde kalıyordu. Ayrıca Türk
ordusundaki Hıristiyan askerler arasında Türklere ihanet eden çoktu. Fırsat
bulduklarında Türk subaylarını öldürüp, Bulgar tarafına kaçıyorlardı.
Bulgarlara casusluk yapıyorlar ya da geri dönüp geliyorlardı.
Bütün gözler Londra’da
başlayacak olan müzakerelere çevrilmişti. Düşman, İstanbul’a 45 kilometre
ötedeydi. Yunan Ordusu Türk topraklarına tecavüze devam ediyorlardı.
Mütarekede, maalesef kabul edilemeye mecbur kalınan şartlara göre Çatalca’daki
Bulgar Ordusuna, Bulgar Hükümeti, İstanbul’dan vagon vagon ekmek ve yiyecek gönderiyor
ama Edirne’de, Yanya ve İşkodra’da kuşatma altında bulunan Türk ordusuna
Türkiye’nin erzak göndermesine müsaade edilmiyordu. Buna rağmen Edirne, Yanya,
İşkodra kahramanları düşmana karşı durmaya devam ediyorlardı. Bu sırada
İngilizler Basra ve Bağdat’ta, Fransızlar Suriye’de kışkırtma hareketlerine
başlamışlar, Yemenden Şeyh Yahya’nın adamları gelmiş, Yemen’de yeni
düzenlemeler yapılmasını istiyorlardı.
Bu durumda herkes ne olacak
diye soruyordu? Bir kısım aydınlar ‘’tek kurtuluş yolumuz büyük bir devletin
himayesine girip yirmi otuz yıl sakin durarak medenileşme yoluna gitmeliyiz’’
diyordu. Rusya’nın himayesine girmeyi teklif edenler bile vardı. Bir kısım
aydın ise: “Rumeli zaten bizim değildi. Rumeli vilayetlerinden üç milyon vergi
alıp beş milyon harcıyoruz. Ayrıca Rumeli vilayetleri Rusya ile bozuşmamıza
sebep oluyor, bu nedenle çok fazla üzülmeye gerek yok. Anadolu pek büyük, her
türlü zenginliğe sahip. Şayet bunu adam akıllıca imar edersek rahat rahat
yaşabiliriz” diyorlardı. Bir kısım aydınlar ise bu fikirlere tamamen
karşıydılar. Çünkü sanat ve ticaret şehirlerine sahip olan Rumeli’nin
kaybedilmesiyle İstanbul ticareti azalmıştı ve Osmanlı Büyük devlet statüsünden
çıkmıştı. Onbinlerce muhacir gelip devlet üzerine yük olmuştu. Bunları
yerleştirmek için büyük paralar gerekiyordu. Ancak Osmanlı devleti ekonomik
zorluklar içindeydi. Memurlarının maaşlarını bile ödeyemediği gibi borç para da
bulamıyordu. Rumeli de üç milyon Türk yabancıların hâkimiyetinde kalmıştı. Bu da
Türkiye’deki Türk unsurunun daha da zayıflamasına yol açacaktı. Yazar,
İstanbul’da tartışılan fikirlerin bunlar olduğunu beyan etmektedir.
Devletin karşı karşıya kaldığı
bir başka sorunda; Trablus ve Rumeli’de görev yapıp da işgal sebebiyle işsiz
kalan memurların durumuydu. Bunlar hükümetten geçimlerinin temin edilmesini ve
bazıları İstanbul ve Anadolu’ya dönmek için yol parası gönderilmesini
istiyorlardı. Bunun üzerine bir komisyon kuran hükümet, on beş yılını
dolduranları emekliye ayırdı. Daha az hizmeti olanların ise maaşlarını üçte
birini verip bir yere yerleştirmek için çalışmalar başlattı.
Yazar savaşla ilgili haberleri
yazarken İstanbul’un genel durumuyla ilgili bir takım gözlemlerde de
bulunmuştur. Bu gözlemlerinden bazıları şunlardır:
“Türk otellerinin hiç
birisinde kalorifer yok, yazmak için masa yok, yemek yenecek salon yok, telefon
yok, çamaşır makinesi yok, banyo yok, çay içmeye semaver yok, yemek için
dışarıdaki lokantalar gitmek gerekmektedir. Kalorifer yerine ise mangal yakarak
bunun etrafında toplanılıyor. Odalarda yıkanmak için lavabo yok. Çıkıp
koridorda yıkanmak gerekiyor. Beyoğlu’ndaki Hıristiyan otellerinde ise her
türlü konfor bulunmaktır. Telefon sadece hükümet dairelerinde ve bazı gazete
idarelerinde var. İstanbul’un aydınlatılması yabancı bir şirket tarafından
sağlanmakta. Tramvaylar çalışmamakta. Araba ve fayton çok az ve pahalı
olduğundan ulaşım çok kötü durumda.”
İktisadi hayat tamamıyla
yabancıların elindedir. Türklerin payı yok denecek kadar azdır. Şehirde yaşayan
Türk halkı üç kısımdan oluşmaktadır. Bunlar memurlar, askerler ve hocalardır ve
bunların hiçbir iktisadi faaliyetleri yoktur. Sokaklarda leblebi, kestane,
tarak, kürdan satanlar, sepete doldurup iki üç kuruştan portakal satanlar,
arabacılar, kayıkçılar, hamallar en çok Müslüman ve Türklerdendir. Birkaç
zengin Türk esnaf varsa da bunlar az ve iktisadi hayata tesir edebilecek
durumda değillerdir. Esaslı işlerin hepsi Hıristiyanların elindedir, mesela
bankaların hepsi İngiliz, Fransız, Avusturya ve Alman bankalarıdır. Türklerin
küçük bir bankaları bile yoktur. Hicaz demiryolu hariç bütün demiryolları
Hıristiyan veya Yahudilerin ellerindedir. En tertipli mahalleler Hıristiyan
mahalleleridir. En büyük ve muntazam oteller, restoranlar, tiyatrolar, konser
salonları, sinemalar tamamen Yahudilerin elindedir. Türk ve Müslümanların
elinde olan çok azı ise pis ve kötü durumdadır. Mahalle bakkallarının hepsi
Rumların ve Ermenilerin elindedir. Hatta Türkler kendi feslerini giymeyip
Almanların yapıp gönderdiği Avusturya feslerini giymektedirler.
Babıâli caddesindeki büyük
kitapçıların yüzde seksen beşi, matbaacıların, oymacıların, ressamların yüzde
doksanı Ermenidir. Otuz beş yıllık pedagog Ali Nazmı Bey her gün sabah akşam
Ermeni Tefeyyüz Kütüphanesine gelerek yazdığı yazıları satmaya çalışıyordu. Bir
Türk âliminin hayatı, Bir Ermeni’nin lütfedip vereceği kalem hakkına bağlıdır.
Hıristiyan ve diğer ecnebiler kapitülasyonlardan yararlanıp vergi de
vermemektedirler.
Yazar, 16 Aralık sabahı
uyandığında dönemin büyük edebiyatçısı Ahmet Mithat Efendi’nin ölüm haberinin
gazetelerin en önemsiz sayfalarında beş altı satırlık bir yazıyla
geçiştirildiğini görünce çok üzülmüştü. Ona göre Rusya da Tolstoy, Murmusof neyse Türkiye’de Ahmet Mithat efendi
oydu. Murmusof öldüğünde Rus gazeteleri ilaveler çıkarmışlar, profesörler,
öğrenciler cenazesi başında nöbet tutmuşlardı. On binlerin katıldığı cenaze
töreni yapılmış, gazete günlerce ondan bahsetmişlerdi. Ahmet Mithat Efendi ise
vazifesinin başında şehit olduğu halde ailesine bir gün sonra haber verilmiştir.
Nereye nasıl defnedileceğini ise bilinmemektedir. Ahmet Mithat Efendinin
cenazesi sade, lüzumu kadar hürmet gösterilmeden defnedildi. Hatta mezarlığa
getirildiğinde mezarı bile henüz kazılmamıştı. Yazar bu olaya çok kızmış ‘’Türklerin Rumeli’de Trablus’ta, Yemende
yenilmelerinin en büyük sebeplerinden biri bu, yani kendilerine hizmet eden
insanları takdir etmemeleri ve âlimlerine hürmet göstermemeleri, böyle devam
ettikçe daha çok yenilirler’’ diye yazmıştır.
Yazar kadınlara hukuk ve
hürriyet hakkı tanınmadığı sürece milletin yaşamasının mümkün olmayacağı
düşüncesindir. Osmanlıda da kadına bu haklar tanınmamıştır. İki Türk kadını
Beyoğlu’nda orduya yardım topluyor diye tutuklanmak istemişti. Türk kadınları
sokağa çıkarken kara çarşafla örtünüyorlar gözleri görünmüyordu. Türkler kendi
eşleriyle birlikte arabaya binemiyorlardı. Türk ve Müslüman kadınlar kafesler
ardına hapsedilmiştiler. Dolayısıyla yenilgilerin sebeplerini başka yerlerde
aramak yerine, analarımızın ve kızlarımızın bu halde bulunmalarında onlara gün
yüzü göstermemekte nefes aldırmamakta aramalıydık diye düşünmekteydi yazar.
Bulgar askeri savaşırken evini düşünmüyordu çünkü kendisi ölse de eşi onun
yerini doldurabilecek eğitimi alıyordu. Müslüman kadında ise böyle bir özellik
yoktu. Eşi öldü mü perişan oluyordu. Yirminci asırda gücü asker süngüsünden çok
memleketin kalkınmasında, halkın zenginliği ve canlılığında, eğitim ve
medeniyetin varlığında aramalıydık. Bunlar olursa, süngü ve toptan fayda
görülebilirdi. Yoksa cahil, fakir, ezik, milliyetçilik ve vatan sevgisinden
mahrum ruhsuz bir milletin açlık ve hastalıktan yüzleri sararmış çocuklarının
elinde olan süngülerin pek tesiri olmayacaktı.
BARIŞ
ANTLAŞMASI
4 Ocak günü İtalyan, Rus,
İngiliz, Alman, Avusturya elçileri hükümete bir nota vererek Edirne’den ve Ege
Adalarından vazgeçilmesini teklif ettiler. Balkan devletleri birleşmiş
Türkiye’ye hücum ediyor, ele geçirdikleri yerlerde Müslüman halka görülmemiş
zulüm ediyor, bütün mal ve mülklerini yağmalıyor, gençler toplanıp kurşuna
diziliyor, kızların kadınların namusları çiğneniyor, bütün Rumeli Müslüman
kanlarıyla yıkanıyordu. Ama medeni Avrupa hiç bir şey olmamış gibi sükût ediyor
ve daha da ileri giderek silahla alamadıkları Edirne, Yanya ve İşkodra’yı
bırakması için Osmanlı devletine baskı yapıyorlardı. Ancak gerek aydınlarda
gerek devlet yöneticilerinde gerekse halk ta yeterli tepki hareketi görmemenin
şaşkınlığını vardı yazarın üzerinde. Osmanlı aydın ve devlet adamları çağı
okuyamıyorlardı.
Milli Meclis toplanarak notayı
kabul etti. Yani Edirne Bulgarlara,
Adalarla ilgili kararsa büyük devletlere bırakılıyordu. Meclis bu kararı
almadan iki gün önce Kamil Paşa Hükümeti, basını çağırarak halkı barışa
hazırlamalarını emretmişti.
Anlaşmanın kabulü üzerine,
İstanbul’da ihtilal çıkmış ve baskınla ittihat ve Terakki yeniden iktidara
gelmiştir. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve yaveri
öldürülmüştür. Mahmut Şevket Paşa yeni
hükümeti kurma görevini almıştır. Hapisteki İttihatçılar çıkarılmış, yerlerine
İtilaf partisi mensupları hapse atılmaya başlanmıştır. İlk tutuklananlar da
dâhiliye ve bahriye nazırlarıdır. Kamil Paşa ise Mısır’a gitmiştir. Gazeteler
vatan kurtarıldı diye başlık atmaktadırlar.
Kurulan yeni hükümet adaların
Avrupa devletlerinin gözetimine bırakmayı ve Edirne’nin yarısını Bulgarlara
vermeyi teklif etti. Bu öneri halkı çok memnun etmemişti. Diğerinden çok bir
farkı yoktu. Durum eskisinden çokta parlak değildi. Trablus, Rumeli ve
Balkanlardan gelen memurların sayısı yirmi bine ulaşmış ve üç aydır maaş
alamıyorlardı. Yeni hükümete de hiçbir Avrupa ülkesi borç vermiyor, çok ağır
şartlar ileri sürüyorlardı. Halk yeni hükümetten gerekirse savası göze almasını
bekliyordu. Ancak savaş için para yoktu. Yazarın anlattığına göre İstanbul’da
son durum bu şekildeydi.
Anadolu’da farklı değildi. Anadolu halkı
yoksulluk içindeydi. Köyleri perişan mektepleri sadece isimden ibaret
viranhanelerdi. Anadolu halkı arasında türlü türlü salgın hastalıklar hüküm
sürüyor, Türkler yıldan yıla azalıyordu. Doktor yoktu. İstanbul’da iki üç aydın
siyasi parti oyunu oynuyorlardı. Yazar; “bu aydınlar keşke Anadolu köylerine
dağılıp mektepler açıp, halkın iktisadi ve zirai vaziyetini düzeltip sağlığıyla
ilgilenmeye çalışsalardı daha iyi olurdu” diye Türk aydınına sitem etmektedir.
Hükümetin teklifi kabul edilmemiş
ve savaş yeniden başlamıştı. İstanbul’da Halide Edip hanımın önderliğinde bir
kadınlar mitingi tertiplenmiş ve padişaha cephedeki askerlerle beraber savaşa
katılması içi çağrı yapılmıştı. İstanbul’dan asker sevki, silah, erzak
gönderilmesi de devam ediyordu.
Yazar, yeni Hariciye Nazırı
Sait Paşa ile röportaj yapmış ve görüşlerini almıştı. Sait Paşa hükümetin savaş
istemediğini ancak onurlu bir barış olmadan da savaşa devam edeceklerini ve
Edirne’yi Bulgarlara bırakmayacaklarını söylemişti. Halk ise yeni hükümetin iş
başına gelmesiyle Türk Ordusunun Bulgarları yeneceğini ve Edirne’nin
kurtulacağını ümit ediyordu. Ancak cepheden gelen haberler Türkler için iç
acıcı değildi. Donanma hiç işe yaramamış, Gelibolu’daki köyler harap edilmişti
ve Bulgar askerleri Bolayır’a yedi sekiz kilometre kadar gelmişlerdi.
Barış müzakerelerinin yeniden
başladığı günlerde yazar İstanbul’dan Orenburg’a son mektubunu yazar ve
İstanbul’dan ayrılır. Son mektubunda o güne kadar yaşanan olayları özetleyip
geleceğe ait değerlendirmelerde bulunur. Yazara göre: Balkan Savaşlarından
sonra büyük devletler aralarında anlaşarak Osmanlı topraklarını iktisadi nüfus
bölgelerine ayıracaklar, Osmanlı Devletinin karşı koyması durumunda
ise Ermenistan, Kürt, Arap, Yemen, Boğazlar gibi yeni meseleler çıkararak baş
eğdirecekler, böylece Türkiye tamamen gücünü kaybedecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder