Mehmet Akif Ersoy, Safahat

Mehmet Akif Ersoy'un şiirlerini topladığı yedi kitaplık külliyâtın genel adıdır.
Birinci kitap, yalnız "Safahat" adını taşır. Müstakil ciltler hâlinde ve farklı zamanlarda basılmış olan kitaplar, Latin harfli baskılarından önce bir arada basılmamıştır. Yedi kitabın ilk altısının bütün baskıları İstanbul’da,  yedinci kitabınki ise Kahire’de yapılmıştır.
Safahat'ı teşkil eden yedi kitabın baskı tarihleri ile Mehmet Akif’in tashihinden geçen son baskılarına göre ihtiva ettikleri manzume ve mısraların sayısı şöyledir:
Safahat (1911, 1918, 1928 / 44 şiir, 3084 mısra), Süleymaniye Kürsüsünde (1912, I916, 1918 / Tek şiir, 1002 mısra), Hakkın Sesleri (1913, 1918, I928 / 10 şiir, 482 mısra), Fatih Kürsüsünde (1414 üç baskı, 1924 / Tek şiir, 1692 mısra), Hâtıralar (1917, 1918, I928 / 10 şiir, 1314 mısra), Asım 1924, 1928 / Tek şiir, 2242 mısra),  Gölgeler (1933 / 41 Şiir , 1374 mısra).
"Safahat", "safhalar, devreler, dönemler" ve biraz geniş bir mânâlandırma ile "görünüşler, manzaralar" demek olan bu kelime, önce, birinci Safahat'ta bulunan yirmi iki manzumeye, dergi¬deki neşirleri sırasında genel başlık olan "Safahât-ı Hayattan" ter¬kibinde kuIlanılmıştı. Fatih Câmi’i, Hasta, Küfe... gibi "Hayattan Manzaralar” ihtiva eden bu manzumelerin bulundukları ilk cilde, "Safahat" adı verilmesinin sebebi budur.
Safahat'ı teşkil eden manzumelerin tamamı aruz vezni İle yazılmıştır. Şiirlerin uzunluğu bir kıt'adan, 2292 mısraya (Asım) kadar değişmektedir.
Mehmet Akif, şiirleri üzerinde, yeni baskıları yapıldığı sırada bâzı tashihlerde bulunmuştur. Bu düzeltmelerin, daha çok, kitapların son baskıları sırasında yapıldığı görülmektedir. Son bas¬kıları 1928'de olan kitaplarda bu tashihler daha çoktur. “Asım" ve "Gölgeler"de mevcut şiirlerin son zamanlarda yazılmış olanları¬nın lisanlarında görülen sadeleşme gibi, Mehmet Akif'in eski yaz¬dıklarını da sadeleştirmek istediği anlaşılmaktadır.
BİRİNCİ KİTAP: SAFAHAT
Bu manzumelerde beşerî ve içtîmâî dert ve meseleler ele alınır, okuyucunun dikkati çekilerek, bunları düşün¬mesi, üzülmesi ve neticede, çare araması istenir. Fakirlik, hastalık, acizlikle beraber, yardım, iyilik ve ümidin de yolu gösterilir. Cahil¬lik ve istibdat ile meyhane ve kahvehane nefret uyandıracak ayrın¬tılarıyla tasvir edilir. İnsan, aczi ve geçim sıkıntısı karşısındaki ça¬resizliği canlandırılırken, çalışmaya ve azme davet edilir.
Bu kitapta şâir, fakirlik, hastalık ve hürriyetsizlik karşısında duyduğu ızdırabı dile getirmekte, ancak henüz vatanın ve bütün milletin uğradığı bir felâket olmadığı için sesini yükseltmemekte¬dir. 1908'den sonra gelen "hürriyet" beklediği gibi çıkmamakla be¬raber, daha ümidini kesmemiş görünmekte veya sıkıntısını henüz dışarıya vurmamaktadır. Yalnız, Mart 1910'da çıkan ve cemiyetteki bozukluğu ifade eden "Köse İmam" şiiri, Akif in bundan sonraki kitaplarda görülecek olan üslûbunu haber veren bir manzumedir.
İKİNCİ KİTAP: SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE
Gelen "hürriyetin” beklendiği gibi memleketi kurtarama¬yacağı, çünkü yanlış anlaşıldığı ve doğrusunu anlamaya da -önce aydınlar olmak üzere- hazır olunmadığını görmüştür. Başta gazete¬ler, herkes birbirine sövüp karalamakta, partiler ve ırkçılık cereyan¬ları milleti parçalamaktadır. Aydınlar  millî olan her şeyi bırakıp Avrupa'nın izinden gitmeyi istemekte, halk ise faydalı da olsa bü¬tün yeniliklere karşı çıkmaktadır. Aydınlar dini yanlış anlayıp orta¬dan kaldırmaya çalışırken, halk da dinin aslını bırakıp hurafelerle oyalanmaktadır.
Mehmed Akif, dostu Abdürreşid İbrahim Efendinin ağzından, Süleymaniye Camiinde verilmiş bir va'az şeklinde, bütün bu yanlışları ve bu hâl devam ederse milletin başına gelecek felâketleri sayar. Önce, bütün İslâm âlemini dolaştığını söyleyerek Rusya, Türkistan ve Hindistan'ı son¬ra da Japonya'yı anlatan, buralardaki halkın iyi ve kötü hallarını tasvir eden vaiz, 1908'de Kanûn-i Esâsi’nin ilân edildiğini duyun¬ca, sevinerek İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'u, daha önceki gelişinde gördüğünün aksine uyanmış ve çalışır bir halde bulmayı bekler¬ken, hayal kırıklığına uğramıştır. Bütün bunları anlatan ve tasvir eden şair, sözlerini, bu halden kurtulmak İçin tutulması gereken yolu göstererek biti¬recektir.
ÜÇÜNCÜ KİTAP: HAKKIN SESLERİ
Mehmet Akif’in  Süleymaniye Kürsüsünde haber verdiği kötü akibet gelip çatmıştır. Balkan Harbi (8 Ekim 1912-30 Mayıs 1913) patlak vermiş; Parti ve kavmiyet kavgaları yüzünden birbiri¬ne yardım etmeyen ordu birlikleri, müthiş şekilde bozularak kaç¬mış; birkaç sene öncesine kadar idare etmekte olduğumuz küçük Balkan devletlerine yenilmiştir.
93 Harbi'nden sonra ikinci defa Rumeli halkı -müslüman nüfusu azaltmak için- çocuk, kadın ayırt edilmeden katl edilmektedir. İstanbul yine "muhacir" dolmuştur. Edirne beş ay muhasarada, düşman gülleleri altında aç ve ölerek yaşamış, Selimiye Câmi'i topa tutulmuş ve Bulgarlar şehre girmiş¬tir.
Mehmet Akif, bu kitabı teşkil eden on şiirinde ızdıraptan çıldırmış gibidir:
Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün,
Ağzım kurusun yok musun ev adl-i İlâhî.
Irkçılığa karşı meşhur şiirini, Arnavut ayrılıkçılarına karşı yazar:
"Hani ey kavm-i esâret-zede muhtâriyyet?"
Fakat bütün felâketlerin, cehaletten, kötülüklere mâni ol¬mayı bırakmaktan ve tembellikten ileri geldiğini görerek, yine îtidâle döner.
DÖRDÜNCÜ KİTAP: FATİH KÜRSÜSÜNDE
Eser, Haziran 1913-Temmuz 1914 tarihleri arasında yayın¬lanmıştır. "İki Arkadaş Fâtih Yolunda" ve "Vaiz Kürsüde" başlıklı iki bölümden meydana gelir.
322 mısralık birinci bölüm, Galata Köprüsünde vapurdan inen iki arkadaşın, Fâtih Câmi'ıne kadar olan yol boyunca, konuş¬malarıdır. Bu sırada pek çok cemiyet ve kültür meselesi, nükteli bir üslûpla dile getirilmiştir.
İkinci bölümdeki vaizin konuşması, Akif’in Balkan Harbi günlerinde bu câminin kürsüsündeki konuşmasına benzer. Gökte ve yerde her şey çalışmak¬tadır. Küçük bir parçanın vazifesini yapmaması, kâinatın  altüst ol¬masına sebep olur. Netice:
"Bekayı  hak tanıyan sa'yi bir vazife bi¬lir;
 Çalış, çalış ki, bekaa sa'y olursa hakkedilir"
İnsanlar da aynı kanuna tâbidir: İşte çalışkan Garp, yere göğe hükmediyor ve işte tembel Şark miskinlik içinde... Sonunda leşini bir çukura atacaklar...
"Ecdat da böyle miydi" diyerek mazideki büyüklükleri anan vaiz, milleti bu hâle getiren "kötülükleri, "kader" ve "tefekkürün” yanlış anlaşılmasına ve buna sebep olan cehalete bağlar.
Bütün bu hâllerin sebebi cehalettir ve İlkokullar açarak cehaletin giderilmesine başlanmalıdır. Bu bilgisizlik yüzünden birtakım câhiller, dinde içtihada kalkışmakta, ırkçılık taassubu yapılmakta, müslümanlar birbirinin felâketinden habersiz, hissiz ve yabancıla¬rın elinde esir yaşamaktadır.
Milleti, hiç bir şeye aldırmayan avam, her şeyden ümidi kesmiş bedbinler, Batının rezillikleri peşinde dolaşan züppeler ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen sefihler olarak dörde ayıran vâiz, eğlence düşkünlerine "Alın eğlenin!" diyerek, birkaç "sahne" gösterir.
Bunlar, üzerine Bulgar bayrağı çekilmiş Edirne kalesi, Me¬riç'le Tunca'nın üstünde yüzen ceset kümeleri, aylarca kandan kıpkızıl akan Arda ve Gümülcine'de süngülerle karnı deşilen, alnı¬na haç çizilen müslümanlardır.
Sahneler, üzerinde sarhoşların tepindiği Kosova şehitliği, Vardar'da boğulan masumlar, kandan kızaran Selanik ovası, ceset¬ler, cesetler ve cesetlerle devam eder.
BEŞİNCİ KİTAP: HATIRALAR
Balkan Harbi'nin hemen arkasından gelen Birinci Cihan Harbi felâketleri, Mehmet Akif’e yine "Hakkın Sesleri'ndeki gibi şiirler yazdırır.
Kitabın büyük kısmını 698 mısralık "Berlin Hâtıraları" teşkil eder. 1914 yılı sonu ve 1915 başlarında Berlin'de bulunan Mehmet Akif, oradaki müşâhade ve tefekkürlerinin neticesi olarak mühim bir fikir eseri olan bu manzumeyi yazmıştır.
Eserin giriş kısmında, Berlin'de arkadaşıyla beraber bir kahveye giden şâir, kahvede karşılarındaki masada oturan, oğulları savaşta öl¬müş bir Alman ailesinin ızdirâbı, bilhassa annenin tavrı, şâire İslâm diyarlarındaki acılı kadınları hatırlatır.
Kendi zihninde, hayâlen konuş¬maya dalan şâir, İslâm dünyasının şimdiye kadar Batılılardan çek¬tiklerini, zulmün müslümanlara karşı olunca makbul sayıldığını anlattıktan sonra, Alman cemiyetinin yükseliş sebeplerini, burada ruh ile maddenin, din ile dünyanın elele yürüdüğünü tesbit ederek, bunun tam aksi olan bizim durumumuzu düşünür. Bu arada maa¬rif sistemimiz, gençlerin hayattan uzak ve tüketici olarak yetişmele¬ri, eski edebiyatın milleti uyuşturduğu, yeni edebiyatın ise ahlâksız¬lık yaydığı, neticede İngiliz'in aramıza soktuğu ırkçılık da buna ek¬lenince müslümanların parçalandığı ve düşmanın donanmasıyla Çanakkale'ye dayandığı anlatılır... Zihnî konuşmasının burasına gelen şâir birden uyanarak, cereyan etmekte olan savaşın aleyhimize neticelenmiş olması kor¬kusuyla, Boğaz'da çarpışan gâzilere dayanmaları için seslenir:
"Huda rızâsı için ey mücâhidîn-i kiram!"
Eser, Çanakkale gazilerinin Akif’e hitabı ile biter:
"Kork¬ma, cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz..."
Hatıraların son parçası 204 mısralık "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiiridir.
ALTINCI KİTAP: ASIM
2292 mısralık bu manzume, Mehmet Akif’in üzerinde en fazla çalıştığı eseridir. Eser baştan sona kadar konuşma şeklindedir. Konuşanlar Köse İmam ve Hocazâde (Akif) ile Köse İmam'ın oğlu Asım 'dır.
"Köse îmanı" tipi, Mehmet Akif’in eserlerinde yaşattığı en önemli ideal kahramanıdır. "Asım", ondan sonra gelir. Daha doğ¬rusu, bu ikisi, Akif in idealindeki aynı şahsın, yaşlı ve genç hâlini temsil ederler.
Şâir, Asım'ın ruh ve beden yapısına, ahlâkına, bilgisine, mertliğine ve heyecanına hayrandır. Köse İmam ise, yanılmaz irfan ve basiretin temsilcisidir. İnsanın zih¬ninde, gönlünde fırtınalar kopabilir, ama cemiyet, "Asım’ın yum¬ruğu değil, Köse İmam'ın  itidali ve gösterdiği ilim ve kanun yoluyla ıslah edilecektir. Eser İki bölümde incelenebilir:
1. Köse İmam'la Hocazâde'nîn konuşmaları: Eserin büyük kısmını teşkil eder. Burada, yakın çevreden başlanarak hemen bü¬tün beşerî ve içtimaî mesele ve dertler münakaşa edilir. Her ikisi de dindar, hürriyetçi ve yenilik taraftarı olmakla beraber, Köse İmam, daha muhafazakâr ve tenkitçi, Hocazâde ise biraz daha ye¬nilikçi ve müsamahakârdır. Hocazâde, yaşlı Köse İmam'a karşı yeni nesilleri müdafaa eder. Bu ikisinin nüktelerle dolu münakaşala¬rı ve atışmaları sayesinde; eskilerin ve yenilerin hata ve sevapları ortaya dökülür.
Köse İmam'ın "ahlâk bozukluğu içindeki bu halk ile, bu memleketi, kimin kurtaracağı" sorusuna, Hocazâde'nin "Asım'ın nesli!" cevabı, konuşmaları Asım ve nesli üzerine çevirir. Bundan şüphesi olan Köse İmam'a karşı "Asım'ın neslinin meziyetlerini ve gösterdiği kahramanlıkları sayan Hocazâde, genç nesli öven heye¬canlı hitabesini "Çanakkale Şehitleri" şiiriyle bitirir:
Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların, yükleniyor dördü beşi

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Yaralanmış tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.

"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

2. Hocazâde ile Asim'ın konuşmaları: Bu bölümde Hoca¬zâde, Asım'a cemiyetimizin neden geri kaldığını ve bir cemiyeti yükselten âmilleri anlattıktan sonra, bugün kendisinden beklene¬nin yumruk kullanmak değil, ilim tahsil etmek olduğunu söyler. Maddî gelişmeler tek başına toplumu mutlu kılmaz; fakat maddî güce sahip olmayan milletler de ahlâk ve faziletlerini koruyamaz¬lar. O halde, Batı'ya ezilmemek, şimdi olduğu gibi onun maddî gücüne boyun eğerek, manen de sefalete düşmemek için, onların bulunduğu seviyeye yükselmek, elde etmeye çalıştıkları "atom" il¬mini müslüman milletler adına öğrenmek lâzımdır... Eser, Akif’in sözünü dinleyen Asım'ın arkadaşlarıyla birlikte Almanya'ya tahsil¬lerini tamamlamak üzere gitmeye razı olmasıyla sona ermektedir.
YEDİNCİ KİTAP: GÖLGELER
İlk şiirler, "Hakkın Sesleri"ndekilere benzer. Ge¬ce, Hicran, Secde  şâirin, birinci Safahat'taki bâzı şiirlerde görü¬len, manevî iç dünyasının ve gönül âleminin ortaya çıktı¬ğı şiirlerdir. Cemiyetin dertleri, savaşlar, felâketlerle uğraşan, inleyen Akif, gönlünün öz duygularını bu üç şiirinde açığa vurmuştur.
Bu kitabın ve Safahat külliyâtının en son şiiri ise 1933’te ya¬zılmış olan, 208 mısralık "San'atkâr”dır. Akif bu şiirinde, "Sanatkâr'ın ağzından, kendisinin hayal kırıklığı ve acılarla geçen ömrünü, duygu âlemini, İslâm dünyasının üzüntü ve ızdırapla dolu hayatını, çok tesirli bir lisanla, kaderine teslim olmuş ama acılı bir edâ ile dile getir¬miştir.

12 yorum: