roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Panorama, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

 

Panorama, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, İletişim Yayın Evi 


Kitap, Türk İnkılabının geçirdiği safhaları siyasi, sosyal ve kültürel açıdan ele alarak, hayatımız üzerindeki yansımalarını, etkilerini ve insanlar üzerindeki endişeleri yalın bir dille anlatan bir fikir romanıdır. Yazar, Panoramada Türk İnkılabının temellerinin çok sağlam atılamadığını, cesur bir dille anlatmıştır.

Milletvekili Neşet Bey evinde dinlenmektedir ve ziyaretine pek hoşlanmadığı Mansurzade Hüseyin Efendi gelir. Hüseyin Efendi aslen çok eski kafalı birisi olmasına rağmen Neşet Bey’le yaptığı sohbette çok ilgi çekici konulara değinmiştir. Masurzade :”Medeniyet… Avrupa medeniyeti. Bilir misin ben bunu neye benzetirim? Otomobile. Otomobil, caddenin ortasından son sürat gidiyor. Sen bunun önüne geçip, durduramazsın. Ya bir kenara çekilirsin, ya da altında ezilirsin. Haa birde bunun içine binmek var. Emme, ben sana bir şey diyeyim mi? Otomobilin dümeni elinde olmadıktan kelli, içine binmek marifet değil. Makineyi bileceksin, o nasıl kullanılır öğreneceksin. Yani ona sahip olacaksın. Yoksa makine sana sahip olur. Onun ilminden anlayan şoför, seni istediği yere götürür, o senin emrine tabi olacağı yerde bakarsın, sen onun emri altına girmişsin. Her insan körü körüne buna razı olmak istemez.”

Banka idare reisi Servet Bey’in biri kız biri erkek iki çocuğu vardır. Kızı Sevim medeniyeti yanlış anlamış, ailesinin yanında bile fütursuz hareketler yapabilen birisidir. Oğlu Nedim de tam bir sonradan görmedir. Karısının da bu ikiliden farklı bir özelliği yoktur. Servet Bey’e gelince; az söyler, çok dinler ve bunun için herkes kendini, son derece tartılı ve saygılı bulur. Hiç münakaşaya girişmez, yüksek sesle konuşulan yerlerde oturmaz. Kendi çıkarıyla ilgisi olmayan işler için parmağını bile kıpırdatmaz. Cumhuriyet hükümetinin Babıâli kadrolarından devraldığı memurlara Ankara’da verilen bu büyük paye Servet Bey’de de son haddini bulmuştur. Her meselede ona müracaat edilmiştir. Oysa Servet Bey’in bugüne kadar hiçbir davayı kurtardığı, hiçbir zor işin üstesinden geldiği ve sırf onun bilgisine dayanılarak tek bir müessesenin kurulduğu görülmemiştir. Servet Bey’in Sırrı ve Ragıp isimli iki müteahhit dostu vardır. Tabi bu dostluğun sebebi karşılıklı menfaatten başka bir şey değildir.

Ankara’da halk güneş batmadan evine dönmek âdetinden vazgeçmemiştir. Hükümet dairelerinden veya başka devlet dairelerinden boşalan ileri sınıf memurlar küme küme Taşhan’dan otobüs duraklarına doğru ilerler. Kimi Gazi Bulvarında, kimi Yenişehir’deki apartmanlarda, kimi ise Bahçelievler’de oturur. Bunların hepsi de pırıl pırıl yeni mobilyalarla döşeli yepyeni evlerdir. Ve yine bu saatte İstasyon caddesinde rahat ve kalantor gösterişlerine rağmen kaygılı bir grup görülür. Hepsi tavır ve edada, kılık kıyafette o kadar birbiriyle eşittir ki, yabancı bir göz bunları bir tatil günü sivil elbiseler giyinip gezintiye çıkmış, aynı kışladan, aynı rütbeden, hatta aynı bölükten bir alay yedek subaya benzetebilir. Hâlbuki hepsi de başka başka yaşlarda, başka başka mesleklerde, başka başka seçim bölgelerinden gelen mebuslardır. İçlerinde itibarlıları, gözdeleri, zenginleri olduğu gibi, sıralarda el kaldırıp indirenleri ve başlarını sokacak iki odalı ev bulmakta, kış gelince kömür tedarik etmekte zorluk çekenleri de vardır.

O dönem vekiller için en önemli olay köşke davet almaktır. Şayet bir vekil birkaç günden beri köşke çağrılmıyorsa derin üzüntü duyar, geceleri gözlerine uyku girmez. Hele bu çağrılmamalar iki üç ayı buldu mu o vekilin hayaletten farkı kalmaz, İşte bunlardan bir tanesi de Halil Ramiz Bey’dir. Ramiz Bey sürekli düşünmektedir, nerede hata yaptığını hatırlamaya çalışmaktadır. Şef’e ve onun ortaya attığı inkılâp davasına aynı sadakatle bağlıdır. Eğer birkaç zamandır hiç sesi çıkmıyor ve doğru dürüst meclisin toplantı salonlarına bile uğramıyorsa, bu onun kabahati değildir. Toplantı salonu suyu çekilmiş değirmene dönmüş, mebusların bazıları merdiven altı ve koridor sohbeti yaparken diğer bir kısmı da basmakalıp sözlerle günü idare etmektedir.

Tahincizade Hacı Emin Efendi şapka kanunu çıktığı günden beri evinden dışarıya adım atmıyordu. Bu yaşa kadar her şeye eyvallah demiş, her devre uymuş, hatta işgal zamanında düşmanla hoş geçinmesini bilmiş, fakat iş baştan fesi çıkarmaya dayanınca birden bütün sabır ve tahammülü taşıvermiştir.

Neşet Sabit, Halil Ramiz ve vilayetin yerli mebusları trenden inerler. Vali Neşet Sabit’in komutan ise Halil Ramiz’in koluna girer, yerli mebuslar belediye ve parti erkânıyla gizli ve mühim bir şeyler konuşarak onların arkasından gelirler. Valinin lakabı “lüküs vali” dir. O kadarki mütareke devrinde, daha hiçbir resmi sıfatı yokken bile birkaç arkadaşıyla beraber modern köyler kurma teşebbüslerine girmiş, ilk kaymakamlıklarında dans ve konferans salonlu kulüpler açmıştır. Partinin gençleri özellikle Belediye Başkanı’ndan memnun değillerdir ve değiştirilmesini istemektedirler. Aday olarak ta Doktor Namık Ahmet’i göstermektedirler. Bu genç partililerin değişiklik isteği mebuslar arasında itilafa neden olmuştur. Halil Ramiz onların fikirlerinin dinlenmesinden yanayken, diğerleri aynı kanaatte değillerdir. Çünkü bu konuda partinin kararının önemli olduğunu düşünüyorlardır. Vekiller Ankara’ya dönenecekleri gün Halil Ramiz’e parti genel sekreterliğinden bir telgraf gelir. Bu telgraf onu kaza merkezinde baş gösteren bir parti buhranını tetkike memur etmiştir. Yanyalı Fazlı Bey isminde bir adam, Ankara’da yüksek mevki sahibi olan akraba veya hemşerilerinden birisinin nüfuzunu kullanarak haksız yere birçok  ve emlağa el koymuş ve bununla da kalmayıp, kendisini parti başkanlığına geçirttikten sonra, halkı her yandan istediği gibi kasıp kavurur olmuştur. Halil Ramiz yaptığı tahkikat neticesinde tam bir sonuca varamamıştır. Geri dönmeye hazırlanırken trende yanına gizlice birisi gelmiş ve Fazlı Bey hakkında dinlediği şeylerden farklı olaylar anlatarak mebusun kafasını iyice karıştırmıştır.

Bu dönem İstanbul’unda da sokaklarda yaşayan, geceleri parklarda yatan çocuklar mevcuttur. Bunlardan ikisi de romanda geçen Pertev ve Ziver’dir. Bu ikili yaptıkları bir hırsızlık neticesinde karakola götürülürler. Karakol Baş komiseri başından üç evlilik geçmiş ve her bir evliliği beşer altışar ay sürmüş birisidir. Komiser Hamdi Bey’in üç evliliği de esrarengiz ölümlerle sona ermiş ancak yapılan tetkiklerde bir neticeye varılamamıştır. Dördüncü evliliğini yapan Hamdi Bey yeni eşine de diğerlerine yaptığı gibi işkenceler yapar, ancak bu sefer eşini öldüremez. Hamdi Bey yakalanarak hapse atılır.

Servet Bey’in şımarık kızı Sevim denizden çıkmış acele acele evine giderken arkadaşlarına rastlamıştır, arkadaşlarının ısrarları üzerine onlarla bir limonata içmiştir. Daha sonra taksiye binip evine doğru giderken taksici kızı tenha bir yere götürür ve tecavüz eder.

Osman Nuri Bey karısı ve iki çocuğuyla yaşayan talihsiz birisidir. Hayatı tam bir düşüşe sahne olmuştur. Hanımı sadrazam kızıdır, geçmişte elde ettiği tüm varlığı babasının vefatıyla birlikte elinden birer bire haciz edilmiştir. En son oturdukları konağa da haciz gelmiştir. İşte bu üzüntülü günlerde birde işinden uzaklaştırılınca daha fazla dayanamaz ve intihar eder.

Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası Ahmet Nazmi ile İzmir Dış Ticaret Ofisi Müdürü Cahit Halit arasında sürekli memleketin genel durumu hakkında mektuplaşmalar olur. Bu mektupların birinde Ahmet Nazmi :’’Yıllar yılıdır haykırıp durduğumuz inkılâp kelimesinin daha ( i) harfi bile buraya aksetmemiş. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır, kabahat, bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir… Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz, bu kanunların, bu emirlerin kafaların içi şöyle dursun hatta dışını bile değiştirmediğini görmek istemiyoruz.’’

Cahit Halit ise cevabında :’’O muhiti senin yaratman, o havayı senin entelektüelleştirmen lazım gelebileceğini aklından geçirmiyorsun. İstiyorsun ki bu kendiliğinden oluversin, yada başkaları bunu sana hazırlayıp buyurun desinler, bu ruh halinin bir inkılabın teşkilatsız, plansız kadrosuz yürütülebilir diyenlerden farkı nedir? Biz inkılapçıyız derken ne 93 inkılapçıları gibi bütün insanlara hürriyet ve eşitlik getirmek, ne de Ekim ihtilalcileri gibi bir sınıfı öbür sınıflara hakim kılmak iddiasında bulunuyoruz. Bizim için hürriyet istiklaldir ve müsavattan anladığımız şey Türk milletinin, büyüklük ve ilerilik vasfını tekel altına almış diğer milletlerle baş başa getirilmesi, denkleştirilmesidir. Sınıf mücadelesini bilmeyiz.’’

Ahmet Nazmi’den Cahit Halid’e cevap :’’Ben geçenlerde, parti müfettişlerinden birisine, her şeyden önce Kemalizm’in ideolojisini yapmak ve onu doktrinleştirmek lazımdır, demiştim de herif beni az kalsın bir küçük mektep çocuğu gibi tokatlayacaktı. Bu Frenkçe laflar da ne oluyormuş? Ne mana ifade ediyormuş? Bunlar hangi yabancı politik mezheplerden alınma tabirlermiş, Maksadım bir nevi faşistlik ya da komünistlik mi yapmakmış? Demir tavında dövülmelidir, oysaki demir çoktan soğumuş ve ateş sönmüştür. Ne vakit sönmüş bu ateş diyeceksin? Bu ateş, Kemalist Türkiye’nin anahtarlarını Babıâli tembelhanesinin bekçilerinin eline geçtiği gün sönmüştür.’’

Halil Ramiz partinin verdiği görevi tamamlayıp döndüğünde, soğuk bir havayla karşılaştır. Hem belediye seçimleri işi hem de kasabadaki tahkikat olaylarında rüzgâr kendisine doğru esmiştir. Bir bozguncu olduğu değerlendirilmeye başlanmıştır. Aslında işin beklide en acı tarafı onunla birlikte o bölgede bulunan mebuslar ki özellikle Neşet Bey çok yakın arkadaşı olmasına rağmen doğruyu söylemekten çekinmiş ve arkadaşını ateşe itmiştir. Halil Ramiz Ankara’ya gelince parti sekreteri kendisini çağırarak yazdığı raporu ve belediye seçimlerindeki tutumunu eleştirmiştir. Halil Ramiz yanlış bir şey yapmadığını seçime müdahale etmediğini söylediyse de karşısındaki kişi farklı kaynaklardan aldığı bilgilerin etkisinde ona pek inanmamıştır. Bunun üzerine Ramiz parti merkez heyeti azalığından istifa etmiştir.

Niyazi Bey emekliliğine iki yıl kalmış bir memurdur. En büyük hayali bir ev sahibi olmaktır. Nihayet hemen her sabah derin bir dikkatle gözden geçirdiği satılık ev ilanları arasında iki katlı köşkler kooperatifi ilanını görünce çok sevinmiştir. Aslında bu kooperatife güvenmesinin en büyük sebebi kooperatif başkanının Servet Bey olmasıdır. Ertesi gün ilk iş olarak kooperatife gider ve okumadan mukaveleyi imzalar. Ancak bir türlü inşaat başlamaz, başlamadığı gibi sürekli para istenir ve en sonunda da Niyazi Bey bir taksitini yatırmayınca hissesi başkasına satılır. Kooperatifin müteahhidi Sırrı Bey’dir. Sırrı Bey Servet Beyin yakın dostudur, Servet Bey onun sayesinde oldukça yüklü paralar kazanmıştır. Sırrı Bey bu iş için aldığı krediyi geciktirince banka Sırrı Bey’i sıkıştırmaya başlamıştır. Bankada görevli olmasına rağmen Servet Bey arkadaşının durumuna hiç oralı olmamıştır. Sırrı Bey iflasın eşiğine gelmiştir.

Panorama İkinci Bölüm: İkinci bölüm Büyük Atatürk’ün ölümü ve o dönem olaylarıyla başlar. Cumhuriyetin On beşinci yıldönümü törenlerine isteksiz hazırlanan milletvekilleri arasında yegâne konuşulan şey O’na ait haberler olmuştur. Aynen bu dönemde olduğu gibi Atatürk’ün öldüğü günlerde de düşmanlarının, sevmeyenlerinin olduğunu görüyoruz. Atatürk’ün cenaze töreninde ne mahşeri bir kalabalık vardır, o ıssız sarayın etrafı kadın erkek, genç, ihtiyar, çoluk, çocuk, zengin, fakir ve her cinsten, her mezhepten, binlerce, on binlerce, yüz binlerce insan, şafakla birlikte koca İstanbul şehrinin dört bir köşesinden sesiz sedasız fışkırarak Dolmabahçe’yi sel gibi kaplamıştır.

Atatürk’ün ölümü hem yurt içinde hem de yurt dışında geniş yankı bulmuştur. Yurt dışında Atatürk’le alakalı olarak bir Güney Amerikalı diplomat şöyle demiştir: ‘’Doğrusunu isterseniz, O büyük adamın adı bütün cihana ün salmaya başladığı güne kadar benim Türkiye ve Türkler hakkında hemen hiçbir fikrim yoktu. Türk denince, gözümün önüne gelen insan tipi, bundan kırk elli yıl önce bizim taraflara gelip yerleşmiş yarı Yahudi’ye, yarı Arap’a benzer birtakım şarklılardı. Kâh Amerika’nın, kâh Avrupa basınında sizin Devlet Başkan’ınıza dair yazıları okudukça kendi kendime bunlardan nasıl bu kadar yüksek ve müstesna bir deha çıkabilir? diye şaşar kalırdım.’’ Lugano isimli diplomat ise ’’Kimbilir ne kadar kederlisiniz. Anlıyorum; bu, memleketiniz için milli bir felakettir. Bizler bile sebebini bilmeden üzülmekteyiz. O, şüphesiz bu asrın en büyük adamlarından birisiydi. Belki sağ kalsaydı bu savaşın önünü alabilirdi. Hitler delisinin ona karşı derin bir hayranlığı varmış.’’şeklinde beyanat vermiştir.’’

İkinci Dünya Savaşı başlamıştır, memlekette genel kanı Almanya yanında savaşa girmektir. Ancak Meclis hiçbir zaman böyle bir karar almamıştır. Tabi bu dönemde romanımızın kahramanlarından Servet Bey paralarının büyük bir kısmını yurt dışına kaçırmıştır. Zaten kooperatif yolsuzluğundan dolayı da basında yer yer karalama yazıları çıkmaktadır. Servet Bey’in ailesine gelince onlar tecavüze uğrayan kızları düzelsin diye Ragıp Bey’le birlikte yurt dışında hayatlarına devam etmektedirler.

İlerleyen dönemde Demokrat Parti kurulmuştur. Birçok eski CHP milletvekili Demokrat Partiye geçmiştir. Bunlardan biriside Neşet Sabit’tir. Halil Ramiz bunda şaşılacak bir şey bulmamıştır. Zira bu eski bakanın son yıllardaki hal ve tavrı, Halk Partisi aleyhindeki düşünceleri ve nihayet bu partinin liderine karşı beslediği şahsi dargınlık, onu nasıl olsa böyle bir harekete sevk edecektir. Halil Ramiz her türlü zorluğa rağmen partisinden ayrılmamıştır. Ayrılmamıştır ancak partisi içinde ajan nitelemesine bile uğramıştır. Demokrat Parti o dönemlerde çok büyük mitingler düzenlemiştir. Mitinglerinde-yirmi yedi yıllık istibdat dönemine son-sloganını kullanmışlardır. Halil Ramiz böyle bir ortamda bir gün Atatürk’ün büstüne bakıp’’Büyük ve heybetli eserini ne hale soktuğumuzu görüyor musun ?’’der. Halil Ramiz yavaş yavaş büste yaklaşır. Ne kadarda her yerden ve her şeyden uzak, ne kadar da belirsiz, kapalı, dalgın bir hali vardır. Ne düşündüğü, neyi ifade ettiği belli değildir. Bütün çizgileri tıpkı, Türk Milletinin şu günlerdeki alınyazısını andırıyordur. O sağken memleketin mukadderatı her sarpa sardığında gözler hemen ona çevrilmiştir. Kaç kere her şeyin kaybolduğu, her ümidin kesildiği anlarda ondan medet beklenmiştir. Memleket her uçurumun kenarına geldiğinde O’nun kılavuzluğunda selamete kavuşmuştur. Ülke yine uçurumun kenarındadır ama O küskün küskün ülkesine bakmaktadır.

Bu arada yurt dışında büyük aşkı Sevim’le evlenemeyen Ragıp Bey yurda dönmüştür. Dönüşüne iflas eden Sırrı Bey fevkalade sevinmiştir. İlk buluşmalarında Ragıp Bey Sırrı Bey’in durumunu görünce çok şaşırmıştır. Ayrıldıkları zaman Sırrı Bey’in maddi durumu son derece iyi durumdayken şuanda Sırrı Bey bütün servetini kaybetmiştir. Sırrı Bey de Demokrat Parti’nin kuruluşundan sonraki günlerde, ters giden talihinin döneceğini düşünmüştür. Fakat bütün umutlarının boşa çıktığını görünce yirmi beş yıldır bir kerecik bile ayak basmadığı memleketine geri dönmüştür. Bir zamanlar Sırrı Bey’in yanında çalışanlar ise şimdi zengin olmuşlardır.

Cahit Halit eski dostu Ahmet Nazmi’ye gönderdiği son mektuplardan birisinde:’’Bize, fikirler ve kanaatler doğrudan batıdan gelir. Fakat gelen şeyler aynı posta paketlerinin içerindekiler gibi buruşuk bir vaziyette gelir. İsviçre’de iktidar diye bir söz yoktur. Yalnız, hizmet vardır. Halkın emrinde, sessiz sedasız, gürültüsüz, patırtısız hizmet vardır. Bunun dışında Latin Amerika’sıyla, Balkan memleketlerindeki demokrasileri de göz önünde bulundurmak lazım gelir. Biri anarşinin, öbürü demagojinin has örnekleri olan bu rejimler sözde, halk idaresine dayanmaktadır. Bizim demokrasimizde, günün birinde bunlara benzeyecek diye ödüm kopuyor. Mutlaka Atatürk de vaktiyle bu endişeyi hissetmiş olacak ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, demokrasinin yalnız prensiplerini alıp, bu çeşit örneklerden hiçbirisini taklide yeltenmemiştir.’’Cahit Halit’in Ahmet Nazmi’ye yazdığı bu mektup cevapsız kalmıştır, birbirlerine yazdıkları son mektup olmuştur.

Romanın son kısmında işinden atıldığını öğrenince intihar eden Osman Nuri Bey’in oğlu Fuat ile Cahit Halit’le dostluklarını bitiren felsefe öğretmeni Ahmet Nazmi sık sık bir araya gelerek siyasi ve güncel memleket konularında tartışırlar. Yine böyle bir tartışmanın sonunda Fuat Ahmet Nazmi’ye kızarak dışarı çıkar. Ahmet Nazmi de Fuat’ın arkasından dışarı çıkar, iki arkadaş sokakta, bir süre konuşmaksızın yan yana yürürler. Fuat Ahmet Nazmi’yi tarikat ayini yapılan bir yere götürür. Ahmet Nazmi gördüğü manzaradan ürkerek Fuat’a buradan ayrılmak istediğini söyler. Fuat ise tam aksine ayin yapılan binanın içine girer ve tarikat mensuplarıyla tartışmaya başlar. Tartışma iyice şiddetlenir. Ayinciler her ikisini de orada vahşice öldürürler. Ertesi gün cesetleri bulunduğunda ikisi de tanınmayacak haldedir.

Sodom ve Gomore, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

 

Sodom ve Gomore, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, İletişim, 2005, İstanbul


          Roman, Mondros Mütarekesinin ardından işgal kuvvetlerinin İstanbul’da meydana getirdikleri fiziksel ve ahlaki tahribatı konu edinmiştir. Zaman olarak 1922 yılına kadar yani işgal kuvvetlerinin çekilmelerine kadar sürer. Başta İngiliz subayları olmak üzere tüm işgal devletlerinin askerleri, Türklüklerini yitirmiş, kokuşmuş Türk aileleri ile birlikte, Anadolu’da Türk’ün ateşi yanarken zevk ve sefa âlemlerine dalmışlardır. Ancak bu aldanış hem işgal güçlerine hem de kişilikleri çürümüş Türk ailelerine pahalıya mal olmuştur.

          Sodom ve Gomore, halen İsrail ile Lübnan arasındaki Lût Gölü çevresinde bulunan iki şehre verilen addır. Kutsal kitaplarda bu iki şehrin insanının (Lût Kavmi) Tanrı tarafından içine düştükleri sapkınlıklardan dolayı cezalandırıldıkları ve taş haline getirildikleri yazılıdır. Yazarın romanına bu ismi seçmesindeki amaç da Lût Kavmine benzer şekilde davrandıklarını değerlendirdiği işgal güçleri ve bazı Türk aileleridir.

          Roman Captain Gerald Jackson Read isimli İngiliz subayının kaldığı otel odasında geç uyanışını, manikür vs. işlerle uğraşıp bakımını tamamladıktan sonra odadan ayrılışını tasvir ederek başlar. Captain Read, tüm kadınların ilgisini çekecek kadar yakışıklılığı ile birlikte o İngilizlere has soğuk ve donuk kişiliği de bünyesinde bulundurmaktadır. Bu sebepledir ki romanda en çok kadın değiştirdiği bahse konu olan kişi bu İngiliz subayıdır. O gün de otel odasından gerekli bakımını yaptıktan sonra gideceği yer yeni flörtü Leyla’ların evindeki davettir. Dönemin üst tabaka sosyetesinin en gözde ismi olan bu İngiliz subayı ile birlikte olmak, hatta adının yan yana telaffuz edilmesi bile bir bayan için en onur verici şey olarak algılanmaktadır. Leyla’nın babası, Sami Bey, işi gereği yabancılarla fazlaca içli dışlı olmuştur. Bu sebeple onların evine gelmelerini kendi adına gurur vesilesi bilmektedir. Aynı zamanda Türk’ten gayrı her milletin sözüne inanır ve Türkiye’ye ait meselelerinin mutlaka başkaları tarafından halledilebileceğine kanidir. Yabancıların, kızı Leyla ile ilgilenmeleri de onu hiç rahatsız etmez. Leyla’nın annesi zaman zaman bu durumdan, Necdet’ten dolayı, şikâyetçi olsa da kızının beni kıskanıyorsun demesi üzerine sindirilmiş vaziyettedir. Necdet ise Leyla’nın nişanlısı ve aynı zamanda akrabasıdır. Romanın diğer kahramanları ve Leyla’ların evindeki davetin diğer misafirleri ise Major Will, Captain Marlow, Madam Jimson, Makbule hanım ve kızı Nermin, Azize hanım vs.dir.

          Necdet, yurt dışında eğitim görmüştür ancak milli duygularını henüz kaybetmemiştir.  Özellikle İngilizler başta olmak üzere bütün işgal güçlerine çevresindeki kişilerin aksine nefretle bakmaktadır. Ailelerin tasvibi üzerine Leyla ile nişanlanmış, zamanla onu sevmiş hatta âşık olmuştur. O da Leyla’ların evine sık sık gidip gelmektedir. Hatta o günkü davette tatsızlık çıkmasın diye Necdet gelmeden hemen önce Captain Read’ı göndermişlerdir.  Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde İngiliz subayının bu kez telefon açması ve Leyla’nın uzun süre bu adamla konuşması üzerine hiddetlenen Necdet Leyla’nın yüzüne bile bakmadan evi terk eder.

          Duygularına engel olamayan Necdet kendisinin de önceden duyduğu dedikodulara yerinde şahit olunca hem Captain Read’a hem de Leyla’ya daha çok hiddetlenmeye başlar. Eline geçirse belki ikisini de anında boğacaktır. Captain Read’ın eski sevgilisi olan madam Jimson’un evinden telefon açması üzerine Necdet o evin önünde bekleyen arabanın Captain Read’ı almaya geldiğini anlar, ancak adamın çıkışında yapmak istediği girişimi yapamaz. Artık Leyla’ya iyiden iyiye dargındır.

          Captain George Marlow,Captain Read’ın arkadaşıdır.Ancak Marlow’un oldukça farklı eğilimleri vardır. O,erkeklerden hoşlanmaktadır. Çoğu zaman para ile bu tarz oğlanlar bulmakta ve onlarla birlikte olmaktadır.

          Necdet’le Leyla’nın aralarının açık olduğu bilinip yayılmaya başlar hatta barıştırma girişimleri olur. Nuriye Hanım ismindeki akrabaları bir Amerika’lı ile tanıştırmak vaadiyle Necdet’i çağırır. Necdet girişimin sebebini bile bile gider. Amerikalı Miss Fanny Moore isimli kadın oradadır ve Leyla da çok geçmeden gelir. Evlenmeden evvel erkek ve kadının cinsel uygunluğunun mutlaka tespit edilmesi gerektiğini savunan kızın başlattığı tartışma, Necdet ile Leyla’nın arasını büsbütün açar.

          Bu gelişmeler üzerine mektuplaşma başlar. Leyla af diler. Ancak Necdet açılan yaranın onun sandığından çok daha derin olduğunu anlatması üzerine Leyla Necdet’in evine gelir. Kısa bir konuşma ve ardından Necdet’in zaafı Leyla’ya kendisini affettirmek için fırsat yaratır. Leyla, “Beni sevmek bana katlanmaktır” vurgusunu Necdet’in zihnine işler. O günden sonra Necdet de sırf Leyla’yı İngiliz’e karşı daha yakından takip edebilmek için onların hayatına katılmaya karar verir.

          Ancak kendi verdiği bu sözden yine kendisi vazgeçecektir. Bunun sebeplerinden birincisi Galatasaray lisesinden arkadaşı olan Cemil Kâmi ile birlikte bir akşam yemeği için gittikleri lokantada üç İngiliz subayının feslerini çıkarmaları konusunda yaptıkları baskılar ki bunlardan biri Captain Marlow’dur ardından bu sarhoş adamların lokantanın şarkıcısı genç erkeğe sırnaşma girişimleridir. İkincisi ise sebepsiz sorgusuz bir gün sabah yatağından apar topar askerler tarafından alınarak götürülmesidir ki bu olayda Captain Read ile Marlow’un büyük payları vardır. Ancak Leyla’nın girişimleri ile serbest kalacaktır.

          Romanın en mühim olaylarından biri Major Will isimli İngiliz subayının Orhan Bey isimli birisi sayesinde yeni satın aldığı yalısının açılış törenidir. Madam Jimson’u ev sahibesi olarak görevlendirir. Davete yine jet sosyete işgalcilerle birlikte katılır, hatta birbirleriyle yarış ederler. Will evin odalarını davetlilere tek tek kendisi gezdirir. Yalının eskiden ibadethane olan odasını kendisine yatak odası yapar ve bu odayı sadece erkeklere gösterir. Bir de geç saatlerde Miss Fanny Moore ile Nermin’in lezbiyen ilişkisine ortam olarak kullanır. Yokluklarından şüphelenen davetliler iki kızı çıplak olarak bu odada basar. Aynı gece evin bahçesinde Captain Read ile Leyla’nın bahçedeki faaliyetlerine şahit olan ve İngiliz ile yaka paça tutuşan Necdet yine Leyla ile uzun sürecek bir ayrılık dönemine girecektir.

          Azize hanım bu topluluk içinde Captain Marlow’u gözüne kestirir. Ancak kadının bu geceki ve bundan sonraki bütün girişimleri sonuçsuz kalacaktır.

          Leyla ayrılığı noktalamak için Necdet’in evine gider. Ancak nefreti ile karşılaşır. Sille tokat şiddetli bir şekilde başlayan kavga ateşli ve şiddetli bir sevişmeye dönüşür ve yine barışırlar. Leyla Necdet’in İngiliz’i düelloya davetini de güç bela iptal ettirir. Captain Read’ın Necdet’e karşı acımasız tavrını görünce ondan iyice soğur.

          Azize hanımın ele geçirmek için çırpınıp durduğu Captain Marlow ise Azize’nin kocası Atıf ile ilgilenmektedir. Hatta Atıf onu evine getirince Azize tam fırsatını bulduğunu sanmış, ancak bu fırsatı beylerin kendileri için yarattıklarını anlayamamıştır. Atıf’ın isteği üzerine Marlow bıyıklarını dahi keser.

          Captain Read bu soğukluk dönemini padişah yeğenlerinden Nail Bey’in karısı Şehnaz Sultan ile değerlendirir. Dedikodular ise alır başını gider.

          Leyla ise Necdet’ten evlilik için bir tarih belirlemesini ister. Ancak Necdet ileride başına gelebileceğini tahmin ettiği olayların tesiriyle cevapsız bırakınca Leyla’nın “tarih belli olana kadar görüşmeme” talebi ve tehdidi ile karşılaşır. Necdet’ten ise bu tarih hiçbir zaman gelmez. Necdet’ten iyice uzaklaşan Leyla’nın adı zengin bir Amerikalı ile anılmaya başlar, dedikodular artar. Necdet içten içe kendisini yiyip bitirir. Bir ara Anadolu’ya geçmeyi düşünür ancak ona da cesaret edemez.

          Madam Jimson yeni arkadaşı İtalyan albayı şerefine evinde gece düzenler. Amacı yeni sevgilisini sosyeteye tanıtmaktır. Necdet de davetlidir. Bir yanı isteyerek bir yanı istemeyerek katılır. Madam Jimson ise kocasının ölüm döşeğinde olmasına aldırmayarak bu daveti yapar ki gece bitmeden adam ölecektir. Necdet de Leyla ile bir kez daha karşılaşma fırsatı yakalayacaktır.

          Madam Jimson kocasını ölümünün ardından tam hürriyete kavuşan zengin, bakımlı bir dul olur. Ancak kocasının mirası konusunda kimlik sorunu yaşasa da bunu çabuk atlatır. Bir zamanlar en azılı rakibi olan Leyla’nın önüne gelenle düşüp kalkması, dedikoduların alıp yürümesi üzerine iyice yüklenme kararı alır. Leyla’nın, sosyeteden uzaklaştığını veya uzaklaştırıldığını hissettiği bir dönemde bunu test etmek için düzenlediği müzik/sanat gecesine kimsenin katılmamasını düzenleyeceği bir yemekli organizasyonla yine madam Jimson sağlar. Bu ağır mağlubiyet sonucu Leyla depresyona girer bir daha kendisini doğrultamaz. Jimson, Leyla ile ilgili haberleri babasının kızına ayarladığı doktordan gün be gün alır. Sonunda Leyla’nın yurtdışına gönderilmesine karar verilir ve İtalya’ya gönderilir. Kızını İtalya’ya gönderebilmek için yeterli parası olmayan, Sakarya savaşından sonra işgal kuvvetlerinin konumunun da iyice zorlaşması sonucu kimseden borç bulamayan Sami Beyin son çaresinin cefakâr ve fedakâr Necdet olduğunu Leyla hiçbir zaman bilmeyecektir.

          Anadolu’da milli harekete katılan ve Kızılay ile ilgili bir iş için İstanbul’a gelen Cemil Kâmi ile Necdet’in bu seferki görüşmeleri artık İstanbul’dan bile hissedilmeye başlanan gelecek zafer ile ilgilidir. Ağustos ayının sonuna yetişen zafer İstanbul’da çeşitli gösterilere sahne olur. İşgal kuvvetlerinin gözleri önünde, artık onların ses çıkaramadan izlemek zorunda kaldıkları bu olaylar onları ve sosyete ve yardakçı ailelerini yasa boğarken Türk insanını hudutsuz sevince boğar. İngilizler artık buradan bir an önce ayrılmayı planlarlar.

          İtalya’daki tedavisinin ardından yurduna dönen Leyla ve ailesi gelişmeler karşısında kolu kanadı kırılmış vaziyette nereye tutunacaklarını bilemezler. Son bir gayretle Leyla’nın yaptığı Necdet’i tekrar kazanma girişimleri de sonuçsuz kalır. Necdet, defaatle barışmak suretiyle karakterini zayıflatan bu kızı artık kalbinden silmiştir ve o artık vatan aşığı olmuştur.

Yüzbaşının Kızı, Aleksandr PUŞKİN

 

 Yüzbaşının Kızı, Aleksandr PUŞKİN, İş Bankası Kültür Yayınları, 2001  İSTANBUL

Klasik Rus Edebiyatının kurucusu Puşkin, Yüzbaşının Kızı’nda bir halk ayaklanmasını ele alır. Konunun odak noktası, Pugaçev'in önderliğinde 1773'te patlak veren büyük bir köylü ayaklanması ve bu karmaşanın ortasında yaşanmış bir aşk hikâyesidir. Kitabın kahramanlarından, Emelyan Pugaçev adli isyancı köylü önderi, Don ve Ural Kazaklarının başına geçerek, üzerine gönderilen 25 bin kişilik Çar ordusunu bozguna uğratır. Düzensiz bir halk ordusunun başında kırlardan kentlere doğru yürüyüşe geçer, birçok kenti kuşatır, Moskova kapılarına dayanır, çarlığı ta temelinden sarsacak bir güce erişir. Eserde Pugaçev’in karşısına koyulan kahraman ise, henüz doğmadan, babası tarafından orduya yazdırılarak asker olmak zorunda kalan ve itibar sahibi bir aileye mensup olan Pyotr Andreyiç tir. Olaylar XVIII. Asrın ilk yıllarında cereyan eder. Andreyiç’in orduya katılması, aşkı, isyancılarla ilişkileri, ihanet, sadakat ve daha birçok duygu sade ve şiirsel bir dille ortaya konarak vücuda getirilmiş bir başyapıttır. Tarihsel roman 'geleneğine' göre kısa sayılabilecek bu metin, edebiyat tarihçilerince Tolstoy'un Savaş ve Barışı'nın öncüsü sayılmaktadır.

Eserde anlatılan olaylar Rusya'da, 1700'lü yıllarda Çariçe döneminde geçmektedir. Rus ordusundan kıdemli binbaşı rütbesinde emekli olan Andrey Petroviç Grinyov, Avdotya Vasilyevna ile evlidir. Simbirsk'in köyünde oturan varlıklı bir ailedir. Doğan çocuklarının sekizi, daha bebekken ölürler. Doğacak dokuzuncu çocuklarını, daha kız veya erkek olacağı belli olmadan, aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski Alayına çavuş olarak yazdırırlar. Çocuk eğer kız doğacak olursa, çavuşun öldüğü bildirilecek ve iş de böylece kapatılacaktır.

Çocuklarının erkek olması Grinyov ailesini sevindirir. Adını Pyotr Andreyiç koyarlar. Savelyiç adlı yaşlı hizmetkâr lala olarak görevlendirilir. İleriki yaşına doğru eğitimi için Monsieur Beaupre adında bir Fransız öğretmen tutulur. Pyotr Andreyiç, bir süre öğretmeninden Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alır; kılıç kullanmayı öğrenir. On yedi yaşına gelince, babası, onun iyi bir subay olarak yetişmesi için, doğmadan önce çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine değil, daha uzakta ve zaman zaman çatışmalara giren Orenburg'taki bir eski dostunun birliğine gönderir. Oğluna, dostuna verilmek üzere bir mektup verir ve hizmetinde bulunması, koruması için lalası Savelyiç'i de yanına katar.

Pyotr Andreyiç ile Savelyiç önce Simbirsk'e varırlar. Burada, gerekli malzemeleri almak için bir gün konaklarlar. Savelyiç malzeme alımıyla uğraşırken handa yalnız kalan Pyotr Andreyiç, İvan İvanoviç Zurin adında bir subayla tanışır. Bu subay içkiye ve kumara düşkündür. Pyotr Andreyiç, ondan bilardo oynamasını öğrenir. Zurin'le parasına bilardo oynar ve yüz ruble kaybeder. Kasadarı Savelyiç'e bu parayı ödettirir. Ertesi günü bir at arabasıyla yola düşerler. Yolda hava bozmaya başlar. Arabacı, hana geri dönmeyi teklif etse de kabul ettiremez. Bir süre sonra tipi bastırır, her taraf karla kaplanır. Ne yol, ne iz bellidir. Hiç değilse sığınacak bir ev ya da bir yol izi görme umuduyla dört bir yana bakınırken bir karartı göze çarpar. Arabacıya gördüğü karartıya doğru gitmesini emreder. Karartı da kendilerine doğru gelmekte olduğundan kavuşmaları uzun sürmez. Bu bir yolcudur. Konuşmalarından yolcunun bu çevreyi iyi bildiği anlaşılır. Kılavuzluk etmesi için arabaya alınır ve yola devam edilir. Bir hana ulaşırlar. Orada fırtınanın geçmesini beklerler. Kendilerine kılavuzluk ettiği için yolcuya handa şarap ısmarlar. Ertesi günü hancıya hesabı ödeyip ayrılırken kılavuza elli kapik bahşiş vermesini söyler Savelyiç'e. Bir çapulcuya bu kadar para vermenin anlamsız olduğuna inan Savelyiç'i razı edemez. Pyotr Andreyiç, kılavuzun hizmetini karşılıksız bırakmak istemez. Tavşan kürklü gocuğunu, hizmetkârın itirazlarına rağmen, ona verir. Bu sırada arabacı da yola çıkmak için hazırlıklarını tamamlamıştır, hemen yola çıkarlar.

Orenburg'a varınca, doğru Andrey Karloviç adlı generale çıkar. Babasının yazdığı mektubu ona verir. General mektubu okur ve mektupta yazılanların yerine getirileceğini söyler. Ertesi gün atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için onu Belegorski kalesindeki Yüzbaşı Mironov'un komutasındaki birliğe gönderir. Generale göre, Mironov, iyi dürüst bir subaydır. Orada Pyotr Andreyiç gerekli eğitimi alacak ve disipline alışacaktır. Belegorski, Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir kaledir. Orenburg'dan "kırk verst" ötededir. Surlar, kuleler ve toprak bir tabya görmeyi umarken karşılarına kütüklerden yapılma bir çitle çevrili küçük bir köy çıkar. Kalenin girişinde dökme demirden, eski bir top durmaktadır. Dar, eğri büğrü sokaklardan, üzeri samanla örtülü basık kulübelerin arasından geçerek Yüzbaşının konutuna varırlar. Onları Yüzbaşının karısı Vasilisa Yegorovna karşılar. Ona, bu kaleye atandığını, Yüzbaşıyı görmeye geldiğini bildirir. Yüzbaşı İvan Kuzmiç, Papaz Gerasim'e misafirliğe gitmiştir. Yüzbaşının karısı, Çavuş Maksimiç'i çağırtır. Gelince ona Pyotr Andreyiç'in kalacağı eve götürmesini emreder. Burası tahta perdeyle ikiye ayrılmış, oldukça temiz bir odadır. Savelyiç, eşyalarını hemen yerleştirir.

Ertesi sabah tam giyinmek üzereyken kısa boylu, esmer, genç bir subay içeri girer. Fransızca olarak, insan yüzü görmeyi özlediği için geldiğini söyler. Bu subay, düello nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan Şvabrin'dir. Bu sırada kapıya gelen asker, Vasilisa Yegorovna'nın kendisini yemeğe çağırdığını bildirir. Şvabrin de kendisiyle birlikte gelir. Yaşlı, uzun boylu, dinç bir adam olan Yüzbaşıyı, başında takke, sırtında bej renkli, pamuklu bir gecelik entariyle safta toplanmış yirmi kadar askeri eğitirken görürler. Yüzbaşı, yanlarına yaklaşıp dostça birkaç söz söyleyip eğitim yaptırmaya döner. Yüzbaşının evine gelirler, hizmetçi kız Palaşka sofrayı kurmaktadır. Tam bu sırada Yüzbaşının on sekiz yaşlarında, toparlak yüzlü, pembe yanaklı, açık kumral saçlı kızı Marya İvanovna içeri girer. Şvabrin, Yüzbaşının kızının tam bir aptal olduğunu kendisine söylediği için ilk görüşte ondan pek hoşlanmaz. Sofrada, Yüzbaşının karısı, annesinin, babasının sağ olup olmadığını, nerede oturduklarını, ekonomik durumlarının nasıl olduğunu sorar. Pyotr Andreyiç'in zengin bir aileden geldiğini öğrenen Yüzbaşının karısı, derin bir iç çeker. Burada kıt kanaat geçinmeye razı olduğunu; ancak evlenme yaşına gelmiş kızlarına çeyiz olarak verecekleri hiçbir şeylerinin olmamasının kendilerini üzdüğünü, karşılarına çıkacak iyi bir adamla kızlarını hemen evlendirmek istediklerini söyler.

Aradan birkaç hafta geçer. Pyotr Andreyiç, Marya'yı sevmeye başlar. Edebiyatla da uğraştığı için, ona aşk şiirleri yazar. Yazdığı birkaç şiiri arkadaşı Şvabrin'e gösterir. Şvabrin, okuduğu şiirleri acımasızca eleştirir. Bu eleştiri, şiirlerin kötülüğünden değil, Marya'ya kendisinin de âşık olmasındandır. Hatta Marya, onun iki ay önceki evlenme teklifini reddetmiştir. Şvabrin'in, Marya ile ilgili atıp tutmaları Pyotr Andreyiç'i çok kızdırır. Şvabrin'i alçak ve şerefsiz olmakla suçlar. Şvabrin, Pyotr Andreyiç'i düelloya davet eder. O da kabul eder. Pyotr Andreyiç, kavganın şahitliği için Üsteğmen İvan İgnatyiç'ten yardım ister. Fakat daha sonra Şvabrin'in de isteğiyle tanık olmadan kavga etmeye karar verirler. Samanlığın yakınında tam kavgaya tutuşacakken İgnatyiç tarafından yakalanırlar. Askerlerin de yardımıyla ikisi de Yüzbaşıya götürülür. Kalede barışın bozulmaması konusunda öğütler veren Yüzbaşı, kavgacıların birbirlerine sarılarak barışmalarını sağlar. Kavganın nedeninin de Marya için yazılmış şiirler olduğunu herkes öğrenir.

Yüzbaşının evinden ayrılan Şvabrin ve Pyotr Andreyiç'in hırsları geçmemiştir. Ertesi gün ırmak kıyısında kozlarını paylaşmak üzere sözleşip ayrılırlar. Her ikisi de sözünü tutar ve kararlaştırılan saatte ırmağın kıyısına gelir. Kılıçlarını çekerek kavgaya başlarlar. Bir süre birbirlerine zarar veremeden kavga sürer. Şvabrin'in gerilemeye başladığını sezen Pyotr Andreyiç, tekrar saldırıya geçer, hasmını ırmağın ucuna kadar sıkıştırır. Bu sırada keçi yolundan aşağı doğru koşarak gelen Savelyiç'in kendisine seslendiğini işitir. Kısa bir dalgınlık anında Şvabrin'den aldığı kılıç darbesiyle göğsünden yaralanır, yere düşer ve bayılır.

Ayıldığında kendini Yüzbaşının evinde bulur. Marya ile Savelyiç yanındadır. Beş gün boyunca komada yatmıştır. Kendini iyi hissetmeye başlayınca Marya'ya evlilik teklifinde bulunur. Marya ise henüz tehlikeyi atlatmadığını ve kendisini korumasını söyler. Kalede doktor olmadığı için Pyotr Andreyiç'in tedavisiyle alay berberi ilgilenmektedir. Ertesi gün Marya'ya evlilik teklifini tekrarlar. Marya da Pyotr Andreyiç'e karşı ilgisiz değildir. Pyotr Andreyiç'in anne ve babasının bu evlilik için onayını almak isterler. Pyotr Andreyiç, babasına bir mektup yazar. Gelen cevap umdukları gibi değildir.

Pyotr Andreyiç'in babası hem evliliğe karşı çıkmakta hem de gereksiz yere kavga ederek yaralanmasına neden olmasına kızmaktadır. Hatta Yüzbaşının, kalesinde bu olaylara sebebiyet vermesine içerler ve oğlunu bir başka birliğe tayin ettireceğini yazar.

Bu sıralarda Çariçeye karşı isyan edenler kalabalık bir grup olmuşlardır. Pugaçev adlı bir Kazak'ın etrafında toplanan isyancılar, bazı kalelere saldırarak başarı kazanmışlar ve oralardaki askerleri de saflarına katmışlar, katılmayanları ise idam etmişlerdir. Yüzbaşı Mironov, Generalden aldığı emri tebliğ etmek için kaledeki bütün subaylarını toplar. Kendini III. Petro olarak tanıtan isyancı Kazak Pugaçev'in kaleye saldırması durumunda öldürülmesi ve bunun için hazırlıklara başlanılması emredilmiştir.

Kalede Kazaklar dışında yüz otuz asker vardır. Bir süredir terk edilen nöbet ve devriye sistemi tekrar başlatılır. Eldeki top temizlenir, kullanılır duruma getirilir. Kaleye saldırı olacağı her ne kadar gizli tutulmaya çalışılsa da kısa bir süre sonra herkesin haberi olur. Kaledekilerin telaşı bir kat daha artar.

Pugaçev, kaleye girmeye hazırlanmaktadır. Yüzbaşıya, Pugaçev'den bir mesaj gelir. Kaledeki Kazakları ve askerleri çetesine çağırmakta ve komutanlara da karşı koymamalarını öğütlemektedir. Yüzbaşı savaştan çok korkan kızı Marya'yı, karısı ile güvende olacakları başka bir kaleye göndermeyi düşünür. Karısı başka yere gitmeye razı olmaz. Marya'yı da göndermeye zaman kalmaz. Çünkü Pugaçev yolları kesmiş, kaleye girişi ve çıkışı kontrol altına almıştır. Yüzbaşı önce savunmaya geçer. İsyancılar, atlardan inip saldırıya geçince Yüzbaşı da kale kapısını açtırıp isyancıların üzerine saldırıya geçer. Umdukları gibi olmaz. İsyancılar kısa süre içinde Yüzbaşıyı ve diğerlerini yakalarlar ve etkisiz hâle getirirler. Pugaçev, komutanın evine yerleşir. Meydana darağacını kurdurur. Kendisine katılmayan Yüzbaşı ile Üsteğmeni hemen astırır. Sıra Pyotr Andreyiç'e gelir. Bu arada Kazak kaftanı ile Şvabrin gelip Pugaçev'in kulağına bir şeyler fısıldar. Pyotr Andreyiç'in yüzüne bile bakmadan adamlarına onu asmalarını emreder. Tam ilmeği boynuna geçirdikleri bir sırada bir haykırış yükselir. Bu Savelyiç'in sesidir. Pugaçev'e yalvarmakta, onu asmamasını istemektedir. Pugaçev, yaşlı hizmetkârı tanır. Pyotr Andreyiç'in, tipide kendini arabasına alan; kendine handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar. Adamlarına işaret ederek serbest bıraktırır. Yüzbaşının karısı bu sırada olay yerine gelir. Kocasını darağacında görünce "Katiller!" diye bağırır. Pugaçev, adamlarına kadının susturulmasını emreder. Kadının başına bir Kazak, kılıcıyla bir darbe indirir; kadın yere düşer ve can verir.

Ölümden kurtulan Pyotr Andreyiç, Yüzbaşının kızını merak eder. Onun başına bir kötülük gelmesinden korkar. Marya'yı, Papazın karısı korumaya alır ve onu yeğeni olarak isyancılara tanıtır. Bu duruma Şvabrin de ses çıkarmaz. Çünkü o karışıklıkta Marya'nın başına bir kötülük gelmesini istemez. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'e kendisine katıldığı takdirde yüksek rütbeler vereceğini vadeder. Pyotr Andreyiç, bu teklife yanaşmaz. Bunun üzerine onun kaleden hizmetkârıyla birlikte çıkışına izin verir.

Pyotr Andreyiç, Orenburg'a gider. Kale komutanı generale olanı biteni anlatır. İsyancıların gücü hakkında bilgiler verir. General subaylarını toplayıp durum değerlendirmesi yapar. Pyotr Andreyiç, Belegorsk kalesindeki isyancılara karşı taarruz yapılmasını savunursa da hiçbir subay buna yanaşmaz. Savunmada kalmayı tercih ederler. Aradan birkaç gün geçtikten sonra geldiği kaledeki Çavuş Maksimiç, Marya'dan bir mektup getirir. Mektuba göre, Pugaçev, kalenin yönetimini Şvabrin'e bırakmış Orenburg yakınlarında kaleye saldırı hazırlıklarına girişmiştir.

Şvabrin, Marya'yı Papaz Gerasim'in evinden alıp kendi evine götürmüş ve orada bir odaya hapsetmiştir. Karısı olması için baskı yapmaktadır. Marya, Pyotr Andreyiç'ten gelip kendisini kurtarmasını istemektedir. Pyotr Andreyiç, General'e gider. Ondan, Belegorsk kalesini isyancılardan temizlemek için bir bölük askerle, elli Kazak vermesini ister. Yüzbaşının kızının yazdığı mektuptan da söz eder ona. Fakat General'i yine razı edemez. Umutsuzluğa kapılan Pyotr Andreyiç, sevdiği kızı Şvabrin'e kaptırmaktansa ölümü göze alır. Atına binip kale kapısından dışarı çıkar. Peşine Savelyiç de takılır. Bir süre sonra Berda köyü yakınlarında Pugaçev'in adamlarına yakalanırlar. Pugaçev'in huzuruna çıkarılırlar. Pugaçev'e sevdiği kızın Belogorsk kalesinde olduğunu ve kale komutanı olarak bıraktığı Şvabrin'in kızı hapsettiğini, evlenmeye zorladığını halka zulmettiğini anlatır.

Pugaçev, kalenin yönetimini bıraktığı şahsın halka zulmetmesine çok kızar. Birlikte kaleye giderler. Marya'yı hapsedildiği odadan çıkarırlar. Pugaçev, halka verdiği eziyetten dolayı Şvabrin'e kızar. Papazı çağırmasını, Marya ile Pyotr Andreyiç'i evlendireceğini söyleyince, Şvabrin, Marya'nın Yüzbaşının kızı olduğunu itiraf eder. Kendisine bunun daha önce söylenmemesinden dolayı Pugaçev'in kızgınlığı daha da artar. Pyotr Andreyiç de Şvabrin'in söylediklerini doğrular. Bunu, Marya'nın hayatına zarar verileceğinden korktuğu için söylemediğini itiraf eder. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'in kendisine yaptığı iyilikleri hatırlar ve bir kez daha canını bağışlar. Marya ile birlikte diledikleri yere gitmelerine izin verir. Üstelik yolda adamları tarafından engellenmemesi için bir izin kâğıdı da düzenler. Pugaçev'e göre iyilik ya tam yapılmalı ya da hiç yapılmamalıdır. Pyotr Andreyiç, Marya ve Savelyiç bir yaylı arabasıyla yola koyulurlar. Amacı Marya'yı memleketine götürmek ve onunla evlenmektir. Bir süre sonra Pugaçev'in egemenliğindeki bir kalenin yakınındaki menzile gelirler. Menzildeki görevliye ellerindeki izin kâğıdını gösterince hemen arabanın atları değiştirilir ve tekrar yola koyulurlar. Hava kararmaya başlarken küçük bir kente yaklaşırlar. Devriyeler önlerini keser. Arabacı arabada Çarın bacanağının olduğunu söyleyince, muhafızlar küfürler savurarak hemen etraflarını sarar. Komutanlarına götürürler. Orada karşılarına handa bilardo oynayıp yüz ruble kaybettiği Zurin çıkar. Durumu ona anlatır. Zurin, isyancılara karşı kendisiyle birlikte savaşmasını teklif eder. Marya'yı Savelyiç ile babasına gönderir. Kendisi orada kalır.

Pyotr Andreyiç ve Zurin isyancılara karşı başarılar kazanırlar. Bir süre sonra Pugaçev de yakalanır. Pugaçev işini soruşturan komisyon, Pyotr Andreyiç'in yakalanıp kendilerine gönderilmesi için Zurin'e emir göndermiştir. Zurin, görevini yapar. Pyotr Andreyiç'i Kazan'a gönderir. Askerî mahkeme kurulmuştur. Mahkeme başkanı bir generaldir. Pyotr Andreyiç'in adını sanını sorduktan sonra, Andreyiç Petroviç Grinyov'un oğlu olup olmadığını bir defa daha sorar. Öyle saygıdeğer bir babanın, isyancılarla iş birliği yapan bir oğlunun olmasına çok şaşırır. Pyotr Andreyiç, Pugaçev'in hizmetine girmediğini ve ondan herhangi bir görev almadığını söylese de mahkemeyi ikna edemez. Yüzbaşının kızının, mahkeme kapılarında sürünmemesi için bu konuda kendisine tanıklık etmesini de istemez. Babasının iyi bir subay olması nedeniyle idam edilme yerine, Sibirya'nın ücra bir bölgesinde ömür boyu oturmaya mahkûm edilir.

Bu karar, Pyotr Andreyiç'in babasını kahreder. Oğlunun, bir isyancının hizmetinde bulunmasını onuruna yediremez. Bu durum Marya'yı da derinden sarsmıştır. Mahkemede Pyotr Andreyiç'in kendisiyle ilgili bazı şeyleri açıklamamış olmasına inanmaktadır. Çok iyi bakıldığı bu evden müsaade isteyerek Savelyiç'le birlikte Petersburg'a gider. Çariçenin o sırada Tsarskoye Selo'da olduğunu öğrenir. Kendisi de orada konaklamaya karar verir. Menzil bekçisinin eşiyle tanışır. Saray sobacısının yeğeni olan bu kadın, Marya'ya Çariçe'nin uyandığı saati, gezindiği yerleri, hizmeti için yanında bulunanları anlatır. Ertesi gün Marya, erkenden kalkar ve bahçeye çıkar. Orada kırk yaşlarında, Çariçe'nin sarayında görevli bir bayanla tanışır. Ona başından geçenleri anlatır ve ondan Çariçeye yazdığı mektubu götürmesi için yardım ister. Mektubu okuyan Çariçe, Marya'yı huzuruna davet eder; onu çok iyi karşılar. Ona, Pyotr Andreyiç'in suçsuz olduğuna inandığını, evlenmeleri için yardım edeceğini söyler. Kayın babasına vermesi için bir mektup da verir. Mektubunda Pyotr Andreyiç'in suçsuzluğunu bildirmekte ve Yüzbaşı Mironov'un kızının da zekâsını, ahlâkını övmektedir.

Pyotr Andreyiç, özel bir emirle sürgünden kurtulur ve Simbirsk'e döner. Marya ile evlenir, bolluk içinde mutlu bir hayat yaşarlar.

Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı

Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı, İstanbul, 2006
İkinci dünya savaşı sırasında Kırımda halkın yaşantısı ve Kırım’ın hali

        Yazar İkinci Dünya savaşında Kırımın Alman işgaline uğramasından önceki günlerde  elinde yazdığı hikayelerin bulunduğu kavanozla Kırımın sokaklarında ümitsizce dolaşmaktadır. Çocukluğunun kalabalık ve şen şakrak sokaklarında şu anda sessizlik ve ümitsizlik hakimdir. Çalıştığı enstitü ise kapanmak üzeredir. Bir akşam üzeri otobüste kendisiyle beraber iki kişi daha bulunmaktadır. Otobüsten indikten bir süre sonra otobüsteki bayan tarafından takip edildiğini anlar. Bayanın ismi Almira’dır ve yazarı tanımıştır. Almira yazardan 15-16 yaş büyüktür ve yazarla aynı mahallede büyümüştür. Yazar ise Almirayı tanımamıştır.
        Almira yazarı hem Alman saldırılarından korumak hem de askere alınmasına mani olmak için  güvenli bir eve götürür. Almira evin savaş nedeniyle ülkeyi terk etmiş olan bir arkadaşına ait olduğunu söyler. Yazar camları battaniyelerle örtülü, karanlık, içerisinde çok az eşya bulunan iki katlı evde yalnız başına kalır. İçeride birisinin olduğu anlaşılsa askere alınmak için götürülebilir veya Alman casusu diye öldürülebilir. O yüzden dışarıya ışık çıkmamalı ve kendisi de dışarıdan görünmemelidir.

İlk Öğretmen, Cengiz Aytmatov

    İlk Öğretmen, Cengiz Aytmatov
Kitapta olaylar; anlatıcı konumunda bir ressam, köyün eski öğretmeni Duyuşen ile ünlü bir felsefe profesörü olan Altınay Süleymanova arasında geçmektedir.
Hikâye, ressam ve Profesör Süleymanova’nın köydeki okul açılışı için köye davet edilmeleri ile başlamaktadır. Ressam’da Profesör’de uzun zamandır köye gitmedikleri için    2–3 gün kalmak üzere daveti memnuniyetle kabul ederler. Köy ahalisi Profesör Süleymanova’yı törenle karşılar ve onu memnun etmeye, sevgilerini göstermeye çalışırlar. Coşkun bir hava vardır. Bu durum artık köyün postacılığını yapmakta olan eski öğretmen Duyuşen’in okul açılışı için telgrafları getirmesine kadar devam eder. Törene davet edilmesine rağmen Duyuşen teslim edilmesi gereken telgraflar olduğunu bahane ederek, içeri girmez ve gider. Profesör Süleymanova, Duyuşen’in adını duyunca tedirgin olur ve o gün köyü terk eder. Köylüler bu nedensiz ayrılışa çok üzülürler ancak Profesör Süleymanova’yı da kalması için ikna edemezler. Acaba Profesör Süleymanova neden böyle acele etmiştir?              

İlk Turnalar, Cengiz AYTMATOV

İlk Turnalar, Cengiz AYTMATOV
Elips Kitapı, 2005, Ankara, 207 sayfa

Yazar, bu kitapta milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebi, askeri yani bütün maddi ve manevi zenginliğini yansıtmış, yaşadığı coğrafya insanının tarih içinde kazandığı değerleri; acılarını, kahramanlıklarını, tecrübelerini yazıya döküp ölümsüzleştirmiş, halkının içine düştüğü zor durumları en güzel şekilde anlatmıştır. Kırgız Türk kültürünü, psikolojisiyle, duyuş ve anlayış tarzıyla, tüm zenginliğiyle o kültürü bina edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalışmıştır.
        Olaylar soğuk bir ortamda ders yapmaya çalışan bayan öğretmen İnkamay-Apay (İnkamay Abla)’ın, Hint kıyılarına yakın olan masal adası Seylan’ı coğrafya dersinde detaylı olarak anlatması ile başlamaktadır. Sınıfının en kuvvetli çocuğu olduğundan dolayı soğuk pencere kenarına oturtulan Sultanmurat, Seylan adasının güzellikleri anlatılırken yaşantısına dair anıları göz önüne getirmektedir. 

Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra

Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra.
İnsanların, olayları oldukları gibi değil kendi istedikleri gibi kabul etmesi
 
İspanyanın Mancha ilinin bir köyünde fazla zengin olmayan, elli yaşlarında, yapısı sağlam, vücudu ince, yüzü zayıf Kişot adında soylu bir bey yaşar. Bu soylu bey sabahları erken kalkar, avdan çok hoşlanır ve boş kaldığı zamanlarda şövalye romanları okumaya bayılır. Bu işi öyle tutku ile yapar ki, öteki işlerinin çoğunu unutur. Gün geçtikçe; soylu bey kendini okumaya iyice kaptırır ve o kadar ileri gider ki, verimli topraklarının bir kısmını satıp şövalye romanları alarak, gece gündüz hiç durmadan okumaya başlar. Zihni kavgalarla, meydan okumalarla, aşklarla ve tutkularla dolar. Sonunda devletin iyiliği ve kendi kişisel ünü için zırhını giyer; bütün haksızlıkları gidermek ve ölümsüz bir ün kazanmak maksadıyla; dünyayı dolaşıp gezginci şövalye olmaktan başka bir şey yapamayacağına inanır.

Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, Emin Erişirgil

1914’te Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girdiği dönemde Almanya ekonomi bakımından olduğu gibi fikir bakımından da devlet üzerinde etkili olmaktaydı. Bu dönemde eğitimin ıslahı için Almanya’dan getirilecek profesörlerle üniversitelere takviye yapılmasına karar verilmişti. Ancak bu karara tıp ve hukuk camiasından şiddetli itiraz geldiği için daha ziyade bu takviyenin fen ve edebiyat alanlarında yapılmasına karar verilmişti. Aslında bu kararın nedeni fen ve edebiyat fakültelerinde alanının uzmanı, sözünü dinletebilen hocaların olmaması idi.

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar

Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005
Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin  yazarın gözü ile anlatılması.

Babalar ve Oğullar, Ivan Turgenyev

Yazar romanında, Rusya’da yaşayan, Avrupa’da üniversite okuyan bir gencin ve  beraberindeki arkadaşının başından geçen olayları anlatmaktadır.  Romanın kahramanları;
           Yevgeniyev Vasilyiç BAZAROV, Tam bir nihilisttir. Her şeyi yok sayar, her kuralı ve töreleri inkar eder. Kadınlara, kadın güzelliğine çok düşkündür; ama, ideal anlamda aşık yada onun romantiklik diye adlandırdığı aşk duygusunun maskaralık, bağışlanmaz bir aptallık sayan bir kişiliğe sahiptir. Çünkü ne sanata, ne de romantikliğe ilgi duymaz. Sadece bilme ilgi duyar.
            Anna Seryevra ODİNSTOVA, Güzel bir bayandır. Olgun bir yapıya sahiptir. Bu olgunluğu, Bazarov’un ona tutulmasına sebep veren en önemli faktörlerden biridir. Bazarov’dan hoşlanmakla birlikte bu ilişkinin ilerlemeyeceğini bilmektedir. Yaşlı prenses ve kız kardeşi Katya ile yaşamaktadır.
            Katya Seryevra ODİNSTOVA, ablasının gölgesi altında ezilmiş; fakat, onun kültüründen ve olgunluğundan kendine pay çıkarmış birisidir.

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.

Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan

Attila İLHAN’ın  1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.

Panaroma, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Romanın birinci bölümü Kurtuluş savaşı bitimi ile Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemi kapsamaktadır. İkinci bölümü ise Atatürk’ün ölümünden II nci Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemdeki olayları, karakterleri ve düşünceleri kapsamaktadır.  Her iki dönemde, aydın kesim ile İnkılaba ayak uyduramayan bağnaz kesim arasındaki fikir çatışmaları, sade ve karamsar olmayan bir dille anlatılmaktadır.

Romanın birinci bölümünde yer alan karakterlerden ön plana çıkanların tasvirleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin fikirsel oluşumunun birer örneği olarak verilmiştir. Söz konusu karakterlerden en önemlileri, sırasıyla Kurtuluş Savaşının bitimini müteakip kurulan hükümetin Millet Vekillerinden biri olan Neşet SABİT’dir. Neşet SABİT nüfuzunu (uyanık diye geçinen ve kara para aklayan bir zat) kullanarak mal mülk sahibi olmuş politikacı  bir karakterdir.

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri; Anadolu’ya ait ilk hikayelerden örnekleriyle, Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Hikayelerde Anadolu ve oralarda yaşayan insanlar gerçek yönleriyle ve Türkçe’nin mükemmel kullanımıyla anlatılmıştır. Refik Halid KARAY’ın, 1920’de yayınlanan eseri ilk sosyal hikayelerimizden oluşmuş, bir dönemi en canlı şekliyle anlatmış,  kaynak kitaplar arasında yerini almıştır. Kitapta 1908-1920 yıllarına ait 18 hikaye yer almaktadır.
Yatık Emine
Hikaye, Ankara’ya iki gün ötede ana yollardan uzak, küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabada, her küçük Anadolu kasabasında yaşanan olayların durağanlığı vardır.

Toprak Ana, Cengiz Aytmatov

Roman, Tolunay ile Savankul’un tanışmasına kadar giden olayların anlatılması ile başlamaktadır. Romanın asıl karakteri olan Tolunay, saf, temiz ve ailesine düşkün bir kadındır. Savankul ise kendi çapında uğraşan, mütevazi, cömert, çalışkan, çocuklarını iyi yetişmesini arzulayan fedakar bir babadır.
Tolunay, hasat zamanı Savankul’la ilk karşılaştığında henüz on yedisindeydi. Savankul omuzlarına attığı yırtık bir elbise ile dolaşırdı. Ekinleri öyle rahat, öyle dipten biçerdi ki sadece orağının çınlaması, bir de düşen başakların hışırtısı duyulurdu. Savankul’un da hızlı biçici olduğu söylenirdi ama Tolunay’ın yanında yaya kalırdı. Çalışmaya başlayan ilk onlar olurdu. Gün doğarken tarlaya beraber giderlerdi. Böylece yaz sabahları doğan güneşle birlikte doğdu aşkları.

Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman


Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman. Eser, dönem olarak 1’nci Dünya Savaşının sonları  ve Kurtuluş Mücadelemizin ilk yıllarından  başlamaktadır. Detaylı olarak Kütahya-Eskişehir Savaşını, Sakarya Savaşını,  Büyük Taarruzu ve sonrasını ele almaktadır.
    Kişilerin büyük çoğunluğu gerçek kişilerdir, konuşmaların ve olayların çoğunluğu kaydedilmiş ve aktarılmış gerçek konuşmalardır.
    Mustafa Kemal Paşa, kongre yapmak ve Kurtuluş’u şekillendirmek üzere, Erzurum' a gelişinden beş gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da, “Sine-i millette bir ferd-i mücahit (milletin bağrında bir mücahit kişi) olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa eder. Artık milletin bir bireyi olarak; milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine devam edecektir. Daha sonra, 23 Nisan 1920’de TBMM Başkanı seçilecek ve sadece bu sıfatı olacaktır. Halbuki, dost ve düşmanın kabul ettiği gibi, Kurtuluş’u planlayan ve yürüten güç O’dur.

Şimşek, Peyami Safa

Yazar, başka romanlarında olduğu gibi, bu romanında da doğu – batı kültürleri arasındaki bariz farkları karakterlerde somutlaştırarak işlemiştir. Romanda; İstanbul’da yaşayan farklı yapıda bir ailenin başından geçen, değişik ve yasak ilişkiler yumağının bir sonucu olarak yaşanan, sonu felaketle biten bir olaylar zinciri, okuyucunun gözlerinin önüne başarılı bir şekilde resmedilmekte, yaşanan olaylar adeta okuyucuya da yaşatılmaktadır. Özelliklerini aşağıda arz edeceğimiz karakterlerden “Müfid” doğunun köhne, hayalci, duygusal, kaderci, hakkına razı ve o zamanki ahlak anlayışını saplantı haline getirmiş yönünü, “Sacid” ise batının en acımasız, gerçekçi, duygusuz, tuttuğunu koparan, hakkı ile yetinmeyen, hep daha fazlasını isteyen, o zamanki ahlak anlayışını benimsemediği gibi, hiçbir ahlaki kıstas tanımayan yönünü temsil etmektedir.

Suç ve Ceza, Dostoyevski

Dört aydır evin kirasını verememişti. Evin sahibi onu mahkemeye verecekti.
Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.

Sofie'nin Dünyası, Jostein Gaarder

Sofie Amundersen okuldan eve dönerken bahçe kapısını açmadan önce posta kutusuna bakar. Posta kutusunda birçok zarfla birlikte kendisine bir zarf olduğunu görür. Üstünde kendi adını görür. Üstünde pul bile yapıstırılı değildir. İçinde küçük bir kâğıt çıkar. Tek bir soru vardır. Kimsin sen?
Bir bilse! Sofie Amundersen. Peki ama kimdi bu Sofie Amundersen iste bunu doğru anlamış değildi.
Kim olduğunu bilmemesi komik değil miydi? Kendi görünüşünü bilmemek biraz fazla kaçmıyor muydu? Arkadaşlarını seçebilirdi ama kendisini seçmemişti. Hatta insan olmaya bile karar verememişti.
İnsan neydi peki? Şimdi dünyadayım dedi kendi kendine. Ölümden sonra bir hayat var mıydı? Var oluşunu ne kadar düşünürse düşünsün hemen yaşamın sonu olduğu geliveriyordu aklına. Bunun tam terside geçerliydi. Bir gün yok olacağını kuvvetle hissederse yaşamın nasıl sonsuz bir değere sahip olduğunu da asıl o zaman anlıyordu. Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü.

Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov

Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov. Genç bir genç kız ile o civardaki bir ulaştırma merkezinde çalışan kamyon şoförü arasında geçen aşk anlatılmaktadır.

Yazar kitabın ilk bölümlerinde kendi ağzından hikayeyi aktarırken müteakip bölümlerde İlyas’ın ağzından sonraları da Baytemir’in ağzından hikayeyi kurgulamıştır. Eser, yazarın gazetecilik yaptığı yıllarda Narin’deyken Frunze’ye gitmek için çıktığı yolculukla başlamaktadır. Yazar Frunze’ye gitmekte olan otobüsü kaçırınca acele gitmesi gerektiği için yoldan geçen herhangi bir arabayla gitmek durumunda kalmıştır. Hemen benzin istasyonunda aracına benzin dolduran bir şoför görür ve ondan kendisini Frunze’ye götürmesini rica eder fakat şoför red eder. Şoförün reddederkenki tavırlarına- elini yüzüne sürmesi,derin derin iç çekmesi- anlam veremez. Şoför en fazla otuz yaşında genç bir adamdır. Şoför daha sonraları kendisine bu aşk hikayesini anlatacak olan İlyas’tır.