Panaroma, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Romanın birinci bölümü Kurtuluş savaşı bitimi ile Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemi kapsamaktadır. İkinci bölümü ise Atatürk’ün ölümünden II nci Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemdeki olayları, karakterleri ve düşünceleri kapsamaktadır.  Her iki dönemde, aydın kesim ile İnkılaba ayak uyduramayan bağnaz kesim arasındaki fikir çatışmaları, sade ve karamsar olmayan bir dille anlatılmaktadır.

Romanın birinci bölümünde yer alan karakterlerden ön plana çıkanların tasvirleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin fikirsel oluşumunun birer örneği olarak verilmiştir. Söz konusu karakterlerden en önemlileri, sırasıyla Kurtuluş Savaşının bitimini müteakip kurulan hükümetin Millet Vekillerinden biri olan Neşet SABİT’dir. Neşet SABİT nüfuzunu (uyanık diye geçinen ve kara para aklayan bir zat) kullanarak mal mülk sahibi olmuş politikacı  bir karakterdir.

Kişilik açısından farklılık yaratan bir başka zat ise Halil RAMİZ’dir. Kişilik olarak tamamen Neşet SABİT’in ters mizacındadır. Halil RAMİZ aydın bir kişiliğe sahiptir. Atatürk İnkılaplarını savunan, fakat bu inkılapların sağlam bir zemin üzerine oturmadığını inanan bir başka Milletvekili olarak anlatılmaktadır. Halil RAMİZ, Kemalizm inkılabının meydana koyduğu eserin azamet ve mehabetini taktirden vazgeçmeyen fakat bu eseri tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesinde olduğunu düşünen bir kişiliği anlatmaktadır. Halil Ramiz “işte Yahuda bu; küçük ihtiraslar uğruna Mesih’i bir pula satacak olan bu” düşüncesiyle devrim için asıl tehlikenin kaynağını Neşet Sabit  karakterine yükleyerek kendi menfaati için her türlü şeyi yapabilecek sözde devrimcileri işaret etmektedir.

Panorama, özellikle bu iki şahsiyetin  bir belediye başkanlığı seçiminde, karşılıklı fikir çatışması ortamı yaratarak olayları nasıl saptırdıkları, bu olumsuz gelişmeler sonucunda, seçim sonuçlarının üzerinde şaibeler oluştuğu ve bu nedenle Ankara’nın olaya el koyması ve seçimleri yeniden yaptırması sürecindeki düşünce yapılarının nasıl birbirleriyle çatışma içerisinde olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Yazar bu olaylar çerçevesinde, kişilerin iki benlik taşıdığını vurgulamaya çalışır, kişilerin karakterlerindeki zaafların, yalnız kaldıklarında bir İnkılapçı, Mecliste ise uysal ve oynak birer politikacı yapısına döndüklerini karakter analizleri içerisinde anlatmaya çalışır.

Romanın ilerleyen bölümlerinde yazarımız halktan değişik karakterleri içeren kesitler sunmaya çalışmaktadır. Bu kahramanlardan en belirgini Tahinci Zade Hacı Efendidir. Bu karakter şapka inkılabından sonra tam on iki yıl evinden dışarı çıkmayan bir yobaz olarak irticayı  temsil etmektedir.

Yazar, zor şartlar altında kalan halkın hırsızlık gibi istenmeyen davranış  özellikleri gösterdiğini ifade etmek için sokak çocukları karakterlerini okuyucuya sunmuştur. Sokak çocukları, kimsesizliği, unutulmuşluğu ve yarınlarımızın sahipsizliğini gözler önüne sermektedir. Karakola düşen sokak çocuklarının karşılaştıkları davranışlar, Komiser Hamdi Bey karakteri ve düşünce yapısı ile, dönemin özellikleri içerisinde anlatılmaktadır. Komiser Hamdi Beyin sıra dışı aile yaşantısı yalın bir dille kaleme alınmıştır. Yazar Komiser HAmdi Bey gibi toplumda itibar sahibi bir karakterin özel yaşantısındaki çarpıklıkların onda çift kişilik oluşturduğunu, onun yaşantısındaki olumsuz olaylar ve olumsuz davranış özelliklerine karşı, çevresinde farklı tanınan birsi olarak yaşadığı kişilik çatışmaları anlatılmaktadır. Başında üç evlilik geçen Komiser Hamdi Bey üç karısını da evliliğinin daha ilk aylarında kaybetmiştir. Dördüncü karısı da yine yatağında ölü bulununca  Komiser Hamdi Bey bu dört kadının da gıdıklayarak katılmasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle hapse mahkum edilmiştir.

Yine dönemin ileri gelen karakterlerinden biri olan Bankacı Servet Bey, nüfusunu kullanarak iyi bir mevkiye ve servete sahip olmuştur. Panoramada bu şahsiyetin aile yapısı üzerinde durulmaktadır. Sadece parayı düşünen baba karakteri Servet Bey çok vurdumduymaz bir insan olarak ne eşinin ne  oğlunun ne de kızının hayat tarzına önem vermeyen biri olarak anlatılmaktadır. Yemesi ,içmesi ve yaşantısıyla Amerikan artistlerinin kopyası Bankacı Servet Beyin kızı Sevim vatanı ve milletini  düşünmeden sadece günü birlik yaşayan bir karakteri canlandırarak Türk İnkılabıyla gerçekleştirilmek istenen değişimi sadece görüntüde  yakalamaya çalışan düşünmeden yaşayan vurdumduymaz özenti gençliği temsil etmektedir. Tıpkı Sevim gibi abisi Nedim de sorumsuz ve uçarı yaşam tarzıyla dikkati çekmektedir.Romanda özellikle Servet Beyin ailesinin geçirdiği olumsuz olaylar neticesinde (kızının tecavüze uğraması gibi), ailesinin Avrupa’ya gidişleri ve oradaki yaşantıları, aile dostlarının kanalıyla yurt dışına kaçırdığı paraların yönetimini nasıl gerçekleştirildiği ibret verici bir anlatımla dile getirilmektedir. Sorumsuz bir babanın yetiştirdiği iki genç ve yaşantıları ile yazar gençliğin karşılaşabileceği sorunları yalın ve etkileyici bir dille anlatmıştır.
      
Sevim ve Nedim karakterlerinin zıddı diğer önemli bir karakter ise, aydın kesimi temsil edenlerin başında gelen Fuat’dır. Fuat, önemli şahsiyetlerden biri olan Osman Nuri Beyin oğludur. Osman Nuri Bey, İnkılap sonrası işlerinin kötü gitmesi nedeniyle tüm servetini kaybetmiş ve sonrasında gelen olumsuz olaylar sonucu intihar etmiş gururlu, dürüst ve ailesini  önemseyip çocuklarına tüm zorluklara rağmen iyi bir tahsil imkanı vermeye çalışan bir baba karakteriyle karşımıza çıkmaktadır. Babasının intiharından sonra ailenin yükü istemeyerek Fuat’ın omuzlarına binmiştir. Her şeye rağmen yaşamın zorlukları ile mücadele etmesini öğrenen Fuat, üniversiteyi bitirerek gazeteci olmuştur. 

Aydın kemsi temsil eden diğer iki karakterden bir tanesi Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası olan Ahmet Nazmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer aydın karakter ise  İzmir Dış Ticaret Müdürü Cahit Halit’tir. Roman boyunca yazar bu iki aydın arasında geçen mektuplaşmalarla aydın kemsin inkılap için düşündüklerini anlatarak Kemalizm için bir tahlil yapmaya çalışmıştır.
   
Yazar Diyarbakır’daki Ahmet Nazmi’ni ağzından şu satırları yazmaktadır: “Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz  “inkılap” kelimesini daha “i” harfi bile buraya aksetmemiştir. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat bir inkılabın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun,  valiye, polise, jandarmaya birer emir…Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafaların içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz. Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz  terliklerle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam kurmak, öbürü, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılap  metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvafık olacak; her ikisi de, ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak”.
    
Yine yazar inkılabın temelleri diye kurulan Halkevlerinin düştükleri feci hali  Ahmet
Nazmi’nin  ağzından şu satırlarla aktarmıştır: “Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla, içi hareli  zarfı biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak  mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde, İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyle!”
   
Ahmet Nazmi her ne kadar yadın kesimi temsil etse de içine düştüğü ümitsizlik girdabı onu bir hayli üzmektedir. Yazar Türk inkılabının korunup geliştirilmesinde aydın kesimin önemini  Cahit Halid’in mektup satırlarından okuyucuya çarpıcı bir dille aktarmaktadır: “Nice çetin zorluklarla, tıpkı bir harp meydanında gibi, savaşacaksın. Dişinle, tırnağınla didişeceksin. Bazen ölesiye yaralanacaksın. Fakat  bir an umutsuzluğa düşmeden, bir kere, “Uff!” demeden kavgana devam edeceksin. Yoksa, Türkiye’nin yüz elli yıldan beri dördüncü ve sonuncu olarak giriştiği bu kurtuluş ve kalkınış hamlesi de kendisiyle beraber tarihin uçurumuna yuvarlanıp gider. Dava senin ya da benim, Ali’nin, Veli’nin mutluluğu, rahatı, refahı değil; dava bir makus olaylar selinin durduruluşu , bir büyük eserin yaradılışı davasıdır. Sen ve ben bu dev işinin binlerce adsız ırgatları arasında yer alıp çalışmaya rıza gösterdiğimiz gün, bu memleketin selamet saati çalmış olacak.”  Burada aydın diye geçinip toplumda söz sahibi olarak büyük servet sahibi olan Servet Bey gibi karakterlere de bir gönderme yapan yazar yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesini seven, düşünen ve kendi menfaatlerini ikinci plana atarak sadece ülkesi için çalışabilecek aydınlara olan ihtiyacı gözler önüne sermiştir.
   
Panoramanın ikinci bölümünde ise yazar, birinci bölümde anlatılan insan karakterlerine geri dönüş yapar ve onların 1940’lı yıllardaki yaşamlarından kesitler sunmaya çalışılır. Bu bölümün başlangıcında özellikle Atatürk’ün hastalığı ve ölümü dramatik bir söylemle anlatılır. Romandaki karakterlerin Atatürk’ün ölümü ile ilgili bakış açıları, özellikle bu olaya sevinen ve üzülen taraflar olarak, ölümden sonra insanların beklentilerinin neler olabileceği anlatılmaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Atatürk İnkılaplarının geleceği, başarısı ve ülke üzerindeki etkilerinin neler olabileceği, halk arasında oluşan olumlu ve olumsuz beklentiler, fikir ayrılıkları üzerinde durulur.
   
Yazar ulu önder Atatürk’ün cenaze törenini sade ve çok dokunaklı bir dille gözler önüne sermiştir. “Bu tören her türlü tahayyül ve tasavvurun üstünde bir şeydi. Bizim basın karalamacıları ve acemi mikrofon çığırtkanları şöyle dursun – belki Flaubert çapında bir kalem ustası bile sanırım- o hali , o manzarayı bütün heybetiyle tasvire erip yetişemezdi.”  Bu satırlarla yazar, toplumdaki her kesimden –Tahinci Zade Hacı Emin Efendi gibiler hariç- insanların Ata’nın son yolculuğundaki hissiyatını aktarmaya çalışmıştır.

Atatürk’ ün ölüm hadisesinin hemen ardından yazar irticanın sembolü Tahinci Zade Hacı Emin Efendi  karakterinden yine bahseder. Toplum içindeki yerini ve nüfusunu muhafaza eden karakterimiz malına mal katmaya devam etmektedir. Kendi çapında Atatürk’ün bu vatan için hiçbir şey yapmadığını söyler. Yazar bir başka tehlikeye okuyucunun  dikkatini şöyle  çekmektedir. Tahinci Zade Hacı Emi Efendi’nin  oğlu Tahir Bey Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığına tekrar seçilmiştir. Zira Tahinci Zade Hacı Emin -ki yazar ondan sık sık mübarek zat tamlamasıyla bahseder – oğluna büyük bir ısrarla parti il başkanlığına seçilmesi konusunda baskı yapmaktaydı.

İlerleyen bölümlerde Atatürk sonrası Dünya genelindeki değişimler ve II nci Dünya Savaşı nedeniyle yeni ittifak arayışları sonucu oluşan aydınların üzüntüleri anlatılmaktadır. Savaşa girilebileceği ihtimali üzerine ülkenin geriye doğru gideceği düşüncelerinin aydın kesim üzerinde  nasıl şekillendiği, bu kesimin endişelerinin boyutları, ülkede yaşayan diğer insanların, savaşla ilgili nasıl gruplaştıkları fikirsel açıdan ortaya konmaktadır. Özellikle savaşta Almanya’nın yanında olmak isteyenlerin, savaş nedeniyle mal stoklayanların, hayat pahalanacak diye panik olanların durumları ile belirli bir grubun savaş karşıtı olarak, savaşa yönelik  düşünce akımlarının dışında kalmamız gerektiğini savunduğu önemle üzerinde durularak anlatılır. Bütün bu   düşünceler insan manzaraları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Yazarın savaş psikolojisindeki halkın tasviri şöyledir:” Kimi savaşa girelim, kimi girmeyelim diyordu. Sokaktaki adam, pırasanın kilosu 70 kuruşa çıktığı için, homur homur homurdanıyordu; dükkandaki adam , kesatlıktan acı acı sızlanıyordu. Çiftçi, tütünün, pamuğun ya da buğdayın elinde kalmasına kızıyordu; tüccar, alıp satacak mal bulamadığına hırslanıyordu. Öbür yandan ise kesatlık, yoksulluk ve kıtlık ülkesinde bakımsız toprakları kaplayan yabani otlar gibi boyuna milyonerler türemekteydi. Lakin, hikmetinden sual olunmaz , bunlar arasında bir yüzü gülene rast gelinmiyordu. Hepsi bir acayip şaşkınlık, bir gizli endişe, bir korku içinde yaşıyordu  ve bu şaşkınlık, bu endişe, bu korku milyonları çoğaldığı oranda artıyor gibiydi. Zira, hiçbiri bu paralarla ne yapacağını , bu paraları nereye koyacağını bilemiyordu. Bankalar emin değildi; çünkü bunlar hep devleti,n elindeydi ve banknot desteleri altın sikke kümeleri gibi yere gömülemezdi. Sonra, bakalım bu banknotlar bugünkü kıymetlerini ne zamana kadar muhafaza edebilecekti? Şimdiden ,Türk lirasının satın alma kudreti, tepesi aşağıya düşmeye başlamıştı. Buna göre milyonerlerin çoğu ehveni şerdir diye paralarını arsaya, emlake yatırmaktan başka çare bulamıyordu ve yangından mal kaçıran kimselerin telaşıyla eski, yeni, sağlam, çürük, ucuz, pahalı demeyip, birbirlerini ite kaka, köşklerin, konakların , yalıların, apartmanların üstüne üşüşüyorlardı.” Bu satırlarla yazar halkın içinde bulunduğu havayı okuyucuya net olarak sunmuştur.
   
Kendi devrinin olaylarını çok güzel gözlemleyip aktaran yazar aynı savaş psikolojisindeki Avrupa devletlerinden tıpkı Türkiye gibi ikinci dünya savaşına girmemiş İsviçre’de yürütülen “Harp Ekonomisi” politikasını Servet Beyin ailesini emanet edip yurt dışına gönderdiği ve Servet Beyin kızı Sevim’e aşık olan yardımcısı  Ragıp Bey  ağzından okuyucuya aktarıp ülkemizle İsviçre’yi kıyaslayıp Türkiye’de oynanan oyunlara dikkat çekmiştir. Yazar, adeta “biri, yer, biri , bakar, kıyamet ondan kopar” mesajını zenginin parasına para katıp fakirin daha da fakirleştiğini ibret verici satırlarla sunmuştur. “İsviçre’de “ harp ekonomisi” bürosu, bir iaşe diktatörlüğü demekti. Bu idare, memleketin bütün hububat ambarlarını, deri ve yün depolarını kendi kontrolü altında tuttuğu gibi, şunun bunun evindeki kilerlere ve kümeslere de karışırdı. Olmaya ki, bu kümes sahiplerinden biri, tavuklarının yumurtalarından istifadeye; olmaya ki bir köylü ona haber vermeden ineğini sağmaya ya da domuzu öldürmeğe kalkışısın; iaşe kontrolcüsünün pençesini derhal yakasında bulurdu. Buna rağmen, altı yıl, hiç kimse, ağzını açıp herhangi bir itirazda bulunmadı. “Benim malıma, benim işime gücüme ne hakla karışıyorsun?” demedi ve hileye, dalavereye, karapazar yollarına sapmaktan da çekindi.bu suretle, gerçi oburlar  iştahlarına göre yiyip içemediler ama, aç ve çıplak kalan da olmadı. Zengini , fukarası aynı nispette yaşamak için gereken gıdayı , kaloriyi aldı.”
   
Yazarın politik alanda kaleme aldığı ve Halk Partisinin millet vekili olan Neşet Sabit karakteri ile kendi çıkarı için çalışan sözde politikacıların düşünce yapısını ortaya koymuştur. Nitekim Neşet Sabit bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisinin sözde en ateşli  vekillerinden biri iken iyi bir bakanlık uğruna 1946 seçimlerine Demokrat partiden aday olarak katılmıştır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cumhuriyet rejiminin bu dönemde ne kadar büyük bir tehlikeye maruz kaldığını anlatırken yine irtica sembolü Hacı Emin Tahıncıoğlu’nun  – soyadı kanunu ile Tahıncızade Hacı Emin Efendi’nin yeni ismi-  dilinden şu satırları okuyucuya aktarmaktadır: “Hacı Emin Efendi, yolu düşüp de (Millet Bahçesi)’nin önünden geçerken gözü Atatürk’ün büstüne ilişir ilişmez mekruh bir şey görmüşçesine başını çeviren ve her defasında, can ve gönülden bir “Lanetullahı Aleyh” demeyi unutmayan bir adamdı”. Yazar bu bölümde etrafı saran sayıları gittikçe artan ve kendi değimiyle İstanbul sokaklarını yabani otlar gibi saran kara sakallı kimselerden bahsetmektedir ve bir Atatürk büstünün yıkılması olayını tüyler ürpertici bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır.
   
Yazarın aydın kesimi temsil eden karakteri Fuat romanın  bu bölümünde karşımıza ruh haliyle çıkmaktadır. Fuat karakteri çocukluğunda medreselerin kapatılmasından Şapka Kanununa kadar birçok inkılap yadırgayan ve hurafeleriyle geleneklerine bağlı nice kimseler görüp tanımıştır. Hatta, bunlar arasında pek yakın akrabaları, bunlar arasında kendi annesi ve ninesi bile vardır. Bu insanlar Fuat gözünde çoğu beş vakit namazını kılan ,Ramazan orucunu tutan ve sayılı günlerde ölülerine Yasin okumayı ihmal etmeyen kimselerdir. Yazar Fuat’ın gözünden bu insanların  etrafta dolaşan yabani şekillere giren sözde dindar kara sakallılarla şöyle mukayese etmektedir:” Bu insanların ne hür fikirli bir insan olduğunu bildikleri babasını, ne de ailesinin yeni hayat şartlarına göre yetişen gençlerine karşı herhangi bir ters muamelede bulundukları görünmezdi. Olsa olsa, böylelerine acıyarak bakmakla kalırlardı ve hepsinin yüzü annesinin yüzü gibi tertemizdi, hepsi Atatürk öldüğü gün tıpkı annesi gibi yas tutup ağlamışlardı.”

Romanın son kısmı acı ama ibret verici bir olayla son bulmaktadır. Felsefe öğretmeni Ahmet NAZMİ profesör olmuş ve Fuat ile arası biraz açılmıştır. Hele Şehzade başında eski bir ailenin dayalı döşeli konağına iç güveysi olarak girdikten sonra Fuat’ı iyice küçümser olmuştur. Fuat son akşam geç saatlerde Profesör Ahmet Nazmi’nin mektupla daveti üzerine evlerine bir ziyarette bulunmuştur. O gece Fuat, Ahmet Nazmi ve eşine ruh haletini aktarırken çevresindeki yobazların sayılarının gün geçtikçe arttığını, bir çığ gibi üzerlerine geldiklerini, pek yakında bütün heykelleri, anıtları sütun ya da kitapları talan ettikten sonra evlerin içine müdahele edeceklerini anlatmıştır. Hatta Fuat bu yobazların kendileri gibi olmayanlara katli vaciptir damgasını vurup onları öldüreceklerini bile söylemiştir.

Fuat’ın o gece söylediği sözler arasında göze en çarpan ifadeler yazar tarafından şöyle aktarılmaktaydı okuyucuya:” … ve etekleri altında ya bir kazma ya da bir satır gizleyip taşırlar. Bu vahşi aletlerle şimdilik sinsi sinsi Atatürk’ün heykellerine saldırıyorlar; yarın açıktan açığa O’nun yolunda yolunda yürüyenlerin kellelerini uçurmaya kalkışacaklardır. Bunu da hissediyoruz; Ahmet Nazmi Bey de bunu benimle birlikte, benim kadar hissetmekte, bundan benim kadar korkmaktadır.Fakat ne de olsa serde bir entelektüellik gururu var. Korkumuzu belli etmek istemiyoruz ve bunu örtmeye çalışıyoruz. Bizden ötede ise, ne tehlikeye karşı tedbir alma iradesi, ne tehlikeyi olduğu gibi görme istidadı…  bizden ötede yalnız politika var.”  Bu satırlarla aydınların çaresizliği hazin bir şekilde tasvir edilmiştir.
 
Nitekim o gece ateşli konuşmalar ardından Fuat rahatlamak için kendini gecenin karanlığına bırakmış ve sokağa fırlamıştır. Arkasından yetişen Ahmet Nazmi ile sessizlikte ilerlerken işittikleri bir uğultuya doğru yönelmişlerdir. Dönemin tekkelerinden birinde ayin yapan kişilere içinde bulunduğu ruh hali ile müdahale eden Fuat  ve Ahmet Nazmi çıkan arbede sonucu öldürülmüşlerdir. Böylece Fuat gibi aydınların korktuğu hazin son başlarına gelmiştir. Bu olayın aktarıldığı satırlarda Atatürk Cumhuriyetinde bağnazlığın, nasıl öldürücü bir silah olabileceği ibretle anlatılmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder