Şeytan’la Konuşmalar, Hilmi Ziya Ülken

Şeytan’la Konuşmalar, Hilmi Ziya Ülken, 2003, İstanbul

     Yazar Şeytan’ı kişiselleştirerek eserinde O’nunla konuşmalarına yer vermiş. Kutsal kitaplarda geçen, insanların kendisinden korktuğu ve kendisinin şerrinden Tanrı’ya sığındığı bu yaratığın insan suretinde yazarın çalışma odasına girerek kendisiyle konuşması ile konulara giriş yapmış. Her ne kadar insanlar kendisinden korksa da, yazarımız korkmamakla birlikte O’nu tanıyan, tanımaya çalışan ve O’nunla yaptığı konuşmalarla da yazacağı, araştıracağı ve inceleyeceği konulara yön veren bir yaklaşım sergilenmektedir.
    Şeytan’ın odasına bir kış gecesi izinsiz girmesine karşı yazar soğukkanlılıkla Şeytan’ı bir an evvel göndermek ister, ancak şeytan musallat olur ve gitmek istemez. Aradan biraz zaman geçer. Şeytan’ın elinde topaç ve hacıyatmaz  vardır. Yazar bunların anlamını ve ne işe yaradıklarını sorar. Şeytan bu iki şeyin kendi marifetleri olduğunu teşbihlerle açıklar.
    Marifetlerinin en önemlileri olan bu iki sanatı ile Şeytan güya toplumsal olayları, çok önemli meseleleri topaç gibi çevirmekte, ne yapılsa ne edilse de daima hacıyatmaz gibi ayakta kaldığını anlatmaktadır. Şeytan diyor ki “Sultan Mecit devrinde kuleli vakasından sonra bunu yere attım : herkes devrildi, o ayaktaydı. Sultan Aziz zamanında yine öyle oldu. Adamcağızı kestiler mi, kendini mi vurdu, ortalık karmakarışık oldu. Düşenin devrilenin sayısını Allah bilir: Bizim hacı yatmaz yine ayakta.  Ali Suavi vakasında da yine hacıyatmazım oynadı.”
    Bu ilk konuşma faslında Şeytan marifetlerini sergiledikçe halinden çok memnun olur kahkahalarla güler. Hilmi Ziya Ülken kitabında yazar başrolündedir ve yarın için kendisinden beklenen yazılar için endişelidir. Bu sebeple bu münasebetsizi bir an önce def etmek için çareler aramaktadır. Ancak şeytan kendisine havadisler getirdiğini ve işe yarar şeyler olduğunu iddia eder ve yazarı maharetli bir şekilde kendisini dinlemeye razı eder. Hakikat odur ki Şeytan ve yazarımız eskiden beridir tanışmaktadırlar. Üstelik Şeytan yazarı sevmektedir. Şeytan  “Ne beni sevenleri ne de benden korkanları sizin kadar seviyorum. Mağlup olmadığınızı gördükçe size karşı hürmetim arttı.” Demektedir. Şeytan yazacakları şeyler hakkında yazara yardımcı olmak ister. İki şahısta birbirlerini gayet iyi derecede tanımaktadırlar ve bu sebeple yazar Şeytan’ı dinlemeye razı olur. Ancak Şeytan’ın hilesinden korunmanın kabil olunmadığı görüşündedir.
    Yazar eserini konu başlıkları altında toplamış. Bunlardan ilki fazilete dair olan şeytanla konuşmasıdır. Bu bölümde yazar kendi başına bir şeyler yazmak üzere işe başlar ancak şeytan yine işbaşındadır ve müdahalede bulunur. Yazarın işine burnunu sokar. Ancak o kadar mantıklı iddialarda bulunur ki yazar şeytanı göz ardı etmez ve O’ndan istifade eder fikirlerinin bazılarına katılır, bazılarını ise reddeder. Şeytanın iddiasına göre kendisi bütün kötülüklerin membaı olsa da aslında samimi ve dürüsttür. İnsanlara şehveti kendisi öğretmiştir. Aşkın, içkinin, kumarın, debdebe ve tantananın, şöhretin, hiçbir şeyden doymamak ve her şeyi araştırmanın, ebedi olmak rüyasının sarhoşluğunu kendisi tattırmıştır. Ama kendisi mesul değildir.  Peygamberler dahil olmak üzere filozoflar ve büyük devlet adamları kendi yaptıkları hataları Şeytan’a itham etmektedirler. Kendisi dürüsttür. Asla riyakar değildir. Şeytan insanlara üç şey hediye etmiştir. Delilik, yalan ve fazilet.  Şeytan tabiata tezadı getirerek çarpışmaları başlatmış. Oradan hareket, yaradış, şuur ve şüphe uyanmış ve bu süreçten ızdırap, rüya ve saadet ortaya çıkmış. Sonuçta tezat büyüdükçe (bunu Şeytan yapıyor) açlık ve şehvet insanların eline tutuşturuluyor. Zümreler çarpıştırılıyor. Sınıflar doğuyor. İsteklerle iradeler karşı karşıya getiriliyor. Bu çatışmalardan türlü türlü insanlar çıkartılıyor.
İstekler ve iradeler birbirini eziyor delilik doğuyor. İstekler iradelerin altında gizleniyor ve yalan doğuyor. İrade ve istekler kavuşuyor, fazilet doğuyor. Bu iddiaya göre insanlar bu üç gruba ait olabilir. Deli, yalancı ve faziletli.  Bu bölümde aslında din eleştiriliyor. İnsanların din olmadan da faziletli olabilecekleri söylenmektedir. Erdem kavramı felsefe sahnesine Sokrates ve Platonla çıktığı için, söz bu filozoflara getiriliyor. Şeytan Platon’u eleştiriyor. Onun Menon diyaloğu’nda erdemi anlatırken, kaçamaklı bir dil kullandığını, kesin konuşamadığını söylüyor. Şeytan’a göre Platon’un idealizmi şeytanlığın ta kendisidir. Peki erdem nedir ? “Erdem eylemin sağlıklı ve tutarlı oluşudur. Hareketlerinde içtenlikten uzak kalanlar, zamanın rüzgarına uyup fırıldak gibi dönenler, hacıyatmaz gibi her dönemde ayakta kalabilenler erdemli olamazlar.” deniliyor.
    İkinci bölümde telif ve tercüme konusuna yer veriliyor. Hilafet zamanında telif ve tercüme konusundaki kıpırdanışların “küçük sokak” tabir edilen yerlerde başladığı ve gelişme gösterdiği konusuna yer veriliyor. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi kişilerin koskoca bir feodal imparatorluğun içinde bin senelik dünyaya karşı yeni kıpırdayan hareketin tecrübesiz, zayıf öncüleri olduğu ifade ediliyor. Bu öncülük mücadelesinde ise oldukça yalnız oldukları iddia ediliyor. Önemli olanın meydana çıkarılan eserden ziyade ortaya konan mücadelenin olduğu bu bölüm örneklerle açıklanıyor.   
        Diğer bölümlerde sırasıyla ;
   
    Sıhhate ve aşka dair,
    Nizam-ı aleme dair,
    Nesre dair,
    Şiire dair,
    Tiyatroya dair,
    Tefahür ve acze dair,
    Fikre ve harekete dair,
    İştikaka dair,
    Romana dair,
    Kitaba ve hayata dair
    Resme dair,
    Tembelliğe dair,
    Tenkide dair,
    Geçmiş zamana dair,
    Akl-ı selime dair ,
başlıkları altında  konular ele alınıyor ve yazar ve şeytan arasında bazen benzerlikler, bazen de zıtlıklar ifade eden görüşler öne sürülüyor.    
    Kitapta dünya tarihi de eleştiri konusudur. Eski Türk düz yazısında konu kıtlığı olduğu belirtilmekte : “Sıfat bolluğundan geçilmeyen, düşünce yönü zayıf, cansız, kansız bir dünyamız vardı.” Denilmektedir.
    Yazar Şeytan’a şu soruyu sorar:
“15’inci yüzyıldaki Sinan Paşa’nın, Fuzuli’nin, Kınalızade’nin, Cevdet Paşa’nın düz yazılarını da beğenmiyor musun?”
    Şeytan onları da beğenmez. Hepsini ayrı ayrı eleştirir. Nurullah Ataç’ın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Abdulbaki Şinasi’nin, Falih Rıfkı Atay’ın yazılarını beğenmesine karşı yeterli bulmamaktadır. Şeytan’ın beğendiği düzyazı coşkun olmalıdır. Fırtınaları, tezatları, feryatları içermeli, sesi alanları doldurmalıdır. Halkı coşturup arkasından koşturmalıdır. Her ne kadar bunlar yazarın düşünceleri olsa da Şeytan bunları biraz daha vurgulayarak dile getiriyor.
    Düzyazıdan şiir konusuna geçiliyor. Yazar’a göre şair rüya halinde olmalıdır; bu rüya öyle olmalıdır ki, gerçeğin ta kendisini dile getirmelidir. Şairin rüyada olması onun agoraya borçlu olmasını önlemez. Çünkü şair içinde bulunduğu rüyanın değil, yaşadığı dünyanın kahramanıdır.
    Yazar Hilmi Ziya ÜLKEN  şiir tarihimizi gözden geçirince kimi gerçekler ortaya çıkmaktadır. Şeyh Galip’ten sonra şiirimizde bir  çöküntü olmuştur. Çünkü tam o sırada ekonominin düzeni değişmiş, İstanbul ekonomisine Beyoğlu sarrafları egemen olmaya başlamıştır. Bu çöküntünün üzerine ancak yıllar sonra Yahya Kemal’le köprü kurabilmiş, geleceğin sağlam yönlerini sürdürme yoluna girebilmiştir. Zira sanat en devrimci durumlarda bile “gelenek” demektir.  Ustalık çıraklık ilişkisi ister.
           Yahya Kemal’de hem gelenek, hem de yeni bir biçim vardır. Önemli olan, Türk şiirini dizeden poem’e yükseltmektir. Yahya Kemal bütün bunların bilincindeydi. “Ahmet Haşim’de, Nazım Hikmet’te bile Yahya Kemal etkisi görüldü.”
    Yazar’ın  Düşünce Kahramanları  kimlerdir?
    Yazar, düşünce kahramanı olarak Sokrates, Galilei, Campanella, Babeuf ve filozof Condercet’nin adlarını saymakta, az sonra bunlara Platon, Aristoteles, K. Marx gibi felsefecilerin adlarını eklemektedir.
    Hilmi Ziya Ülken düşünce kahramanı olarak kabul ettiği insanlar için, “Yüzyılların duvarlarında yansıyarak, dünyayı baştan başa kaplayan sesler” demektedir. Ama yine de eksik olan bir şey vardır bu seslerde : “ Kimse insandan söz etmemiştir.”
    İnsan denilince kimi Hint esirini, kimi Rus işçisini anlamıştır. “ Şimdi dalga dalga büyüyen bir şey var” diyor Ülken. “Dalga dalga büyüyen bir şey var ve insandan söz edilecek zaman yakındır.”
    Böylece çok sayıdaki kitabında gördüğümüz “hümanist Hilmi Ziya” burada da karşımıza çıkıyor.
    Yazar iyi bir kitap severdir. Şeytanla konuşurken de kitaptan, kitap kavramından saygı ile söz ettiğini, kitapları savunduğunu görüyoruz. “Kitapları suçlamak kadar saçma bir şey olamaz. Şimdiye kadar yazılan bütün kitapları toplasanız bir bina dolusu kağıt eder. Bu da şimdiye kadar öldürülen insanların, yıkılan kentlerin yanında damla kadar bir şey demektir. Kitaplardan korkmayınız, saygı duyunuz onlara. Onlar olmasaydı yılların nice bilgi birikimi yok olur giderdi” demektedir.
    Kitabın resimle ilgili bölümünde, dünya resim tarihi ustalıkla özetlenmiş, resimlere toplumsal açıdan bakılarak incelenmiştir.
    Tembellik bölümünde “ Tembel olanlar çoğunlukla zadeganlar ve burjuvalardır. Bunlar tembelliklerini sürdürebilmek için halkı afyonla uyutarak çalıştırırlar. Ama bu hep böyle gitmeyecektir. Bir gün işin eziyeti, çekilen acılar afyondan üstün gelip de halk gözünü açarsa, tembellerin hilesi meydana çıkacaktır. O zaman halkın büyüyen sesi kulakları sağır edecek, onun yaktığı ateş karşısında tembeller şaşkına dönecek, kendi kazdıkları kuyuya düşeceklerdir. Bunu olacağı gün hiç de uzak değildir.” Denilmektedir.
    Kitap bir eleştiri kitabıdır ama “eleştiri” konusu bir kavram olarak ayrı bir bölümde ele alınmıştır. Ülken’e göre eleştirmenler yeni başlayanların hevesini kırmamalıdırlar. Aylandızları biçeyim derken  taze başaklara kıyılırsa iyi olmaz. Şeytan bu bağlamda şu ilginç sözleri söylemektedir :
    “Her eleştiride biraz şeytanlık vardır. Eleştirmenler bir şey yaratamaz ama, bir şey yaratmaya çalışanlarla oyuncak gibi oynar. Güçleri küçüklere yeter, dilleri büyüklere pek uzamaz.”
    Yazarın en kapsamlı, en alay dolu eleştirileri kitabın sonunda yer almaktadır. Bu eleştirilerde üniversitelere ve aydınlara veryansın edilmektedir.
    Son bölüm “sağduyu” konusuna ayrılmış. Özetleyecek olursak şunların söylendiğini görürüz: Sağduyu dediğimiz şey basit bir kuvvettir ama arandığı zaman bulunamaz. Bilimle, uzmanlıkla, para ile alınmaz. Nice kitaplıklar devirmiş bilginlerin böyle şeyden haberleri yoktur. Nice ülkeler fethetmiş kahramanlar ondan uzak kalmışlardır.
    Aslına bakılırsa, sağduyuya en uygun şey yine bilimdir. Ne var ki, bilim kurumsaldır. Sağduyu ise pratiktir.(Yani uygulamaya yönelik) Birincisi önerir, ikincisi ise önerilerden birini seçer ve uygular. Aklın uygulayıcı işleyişinden doğan bir özellik olduğu için sağduyu toplumsal sayılır. Kimi toplumlar ve dönemler onu geliştirir, kimileri ise yok etmeye çalışır, mahveder. Romantik felsefe “ miskin zihinlerin piçi” diyerek onu hor görür.
    Masallardaki cüce gibidir sağduyu. Önemsiz gibi görünür ama, devleri bile yenecek güçtedir. Çünkü o pratik aklın ta kendisidir ve sağlıklı toplumlarda ortaya çıkar. Bir toplum demokrasinin asıl özelliklerini taşıyorsa, insanı düşünüyorsa sağduyunun gelişebilmesi için her şeyi yapmalıdır. Bu iş en başta eğitim ile olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder