Ateşten Gömlek, Halide Edib Adıvar

Ateşten Gömlek, Halide Edib Adıvar, Özgür Yayınları, 2005, İstanbul
Halide Edip'in kaleminden Milli Mücadele.

Kitapta; Milli Mücadele sırasında ayaklarından ve kafasından yaralanmış Peyami adlı aslen hariciye memuru olan zabitin hayranlıkla takip ettiği arkadaşları İhsan ve Cemal adındaki zabitler ile İzmir’in kurtuluşu yoluna baş koymuş askeri hastanelerde gönüllü hemşirelik yapan Ayşe’nin yaşadıkları ışığında, Kurtuluş Savaşı dönemi anlatılmaktadır. Kitap “Sakarya Ordusu”na ithaf edilmiştir.
Halide Edib Adıvar, hikayesi için “Karşıma birdenbire çıkan Peyamiler, İhsanlar, Ayşeler bir çocuk ısrarıyla hikayelerine «Ateşten Gömlek» diyorlardı” şeklinde ifade etmektedir. 14 Haziran 1922’de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı mektupta; “Çocuk gibi oturdum, iki ay emsalsiz bir heyacan içinde esasları tunçtan olan insanları çamurdan yoğurdum. İhtilâl ve isyan günlerinden beri koza, kurt, kelebek devirleri tetkik edilen mahlukât gibi Sakarya silah arkadaşlarımın «Ateşten Gömlek»’de birkaç solgun aksini İstanbul, ihtilâl ve ordu günlerinden alıp kağıt üstüne koymaya çalıştım. İstediğim gibi olmadığı için silah arkadaşlarımdan af dilemek isterdim. Bize onlar ilham ettiler... Eser Sakarya’nındır...” demektedir ve “Kimbilir bu uzak atide Türk gençliğinin sırtındaki «Ateşten Gömlek» ne kadar bizimkilerden başka olacaktır...” şeklinde ilave etmektedir.
(1)    Yazar ve Kitap Hakkında Bilgi:
Halide Edib Adıvar, 1884’te İstanbul’da doğdu. Üsküdar Ameriken Kız Koleji’ni bitirmeyi müteakip 1908’de gazetelerde yazmaya başladı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik ve müfettişlik yaptı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda İzmir’in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma çok ünlüdür. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Milli Mücadele’ye katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü, Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda Amerika’ya ve Mohandas Ghandi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1940’da İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu; 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’de istifa ederek evine çekilmiş ve 1964’de vefat etmiştir.
Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. 1910 yıllarında Türk Ocağında çalışmaya başladıktan sonra yazdığı Yeni Turan adlı romanında (1912) yurt sorunlarına eğilir. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye (1923) romanlarında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da tanık olduğu olayları anlatır. En ünlü romanı Sinekli Bakkal’la (1936) ileri bir adım attığı ve yeni bir aşamaya varır. Eserleri: 21 roman, 3 öykü, 4 oyun ve 7 adet diğer eserlerden oluşmaktadır.
Halide Edib ADIVAR’ın en çok sevilen ve okunan eseri “ATEŞTEN GÖMLEK” ilk olarak 1922 yılının Haziran ayında İkdam Gazetesi’nde yayımlanmaya başlanmıştır. Eserin bu ilk yayımı gazetenin ikinci sayfasında, günlük tefrikalar halinde 11 Ağustos 1922’ye kadar sürmüş ve ertesi yıl da kitap olarak, eski harflerle yayımlanmıştır. Daha sonra birçok defa yeni harflerle ve yeniden düzenlenmiş haliyle yayımlanmıştır.
        (2)    Hikâye Bölümü:
Hikâye, hikâyenin başladığı ana kadar kendisini silik, cansız bir hariciye memuru olarak gören Peyami tarafından anlatılmaktadır. Peyami’nin yazdığı hikâye kendisinden ziyade sevdiği insanların hayatına aittir. Peyami hikâyesini Ankara Cebeci Hastanesi’nde iki bacakları kesilmiş ve başından aldığı yaradan dolayı ameliyat olmayı beklerken yazmaktadır.
Hikâyede yer alan başlıca karakterlerden ikisi Cemal ile İhsan’dır. Cemal, Peyami’nin annesinin amcasının oğludur ve Harb-i Umumi’de (I’inci Dünya Savaşı’nda) zabitlik yapmıştır; dünyayı dolaşmış, birçok defa yaralanmıştır. Cemal’in hikâyede yer almasının asıl nedeni kızkardeşi Ayşe’den dolayıdır. Ayşe, ilk başta Peyami’nin annesinin Peyami’yi evlendirmeye çalıştığı İzmir’li bir kızdır. Ama Peyami o dönemde sırf Ayşe ile evlenmemek için çantasını toplamış ve Avrupa’ya gitmiştir. Ancak; sonradan I’inci Dünya Savaşı’nın sonlarında ve milli mücadele döneminde Peyami de birçok diğer arkadaşı gibi Ayşe’ye aşık olmuştur.
I’inci Dünya Savaşı sonlarının yaklaştığı günlerde; İstanbul, harp sahnesi gibidir. Her gece İngiliz teyyareleri İstanbul’u bombalamaktadır. Herkeste asabiyet artmıştır. Meserret Kıraathanesi’ndeki zabitler uzun uzun mevcut durumu tartışıyor; “bir kısmı Enver Paşa’ya kızıyor, bir kısmı Almanlar’a açıktan açığa sövüyor, bir kısmı bizim kendi başımıza birşey yapamayacağımızı haykırarak söylüyor. Seyfi isminde ateşli bir yüzbaşı hâlâ harbi kazanacağımızı iddia ediyor”. Bu dönemde, Bulgarlar’ın da mütareke imzalamaları konuşulmaktadır.
Bu dönemde; Cemal, Peyami’yi, Üçüncü Ordu’dan henüz gelmiş ve tam bir İstanbul nezaketine sahip olan zabit İhsan ile tanıştırır. Tanışma anında İstanbul yine bombalanır; bombalama sonrası Cemal’in de korktuğunu ifade etmesi üzerine; Peyami “... hayat bana en korkak adamların iddia ile cesaretten bahsedenler olduğunu öğretti...” demektedir.
Peyami, hikâyedeki düşüncelerinden sıyrılıp hastane odasındaki halini görünce; Sakarya’da bacaklarını kaybetmiş, kafasından vurulmuş bir asker olarak “uzun müddet yaşamaya mahkum olmak” endişesi taşımaktadır. İçinde bulunduğu hali ile “Cemal! İhsan! Bak benim de iki bacağım koptu, kafam parçalandı. Bana karşı muhabbetinizde aşağı eğilen bir şey vardı. Niçin bunları görmeden öldünüz? Ben de bu ezeli şeyler için, bayrak için, namus için parçalandım” demek istemektedir.
Peyami, Cemal ve İhsan gibi birçok vatanperver, dönemi “dünyanın bütün insanlığı birdenbire alnımıza kötü, karanlık bir damga yapıştırmıştı. Ermeni kıtalini yapan ve medeniyet düşmanı, Almanlarla teşrik-i mesai eden medeniyet düşmanları bizdik. Zalim, barbar ve insaniyetin ortadan kaldırması lazım gelen insanlar bizdik. Bizde umutsuzluktan doğan karamsarlık filan yoktu, çocuk gibi yepyeni, taptaze ruhlarımızla medeni dünyanın bu fikrini tashih etmeye karar vemiştik. Zalim olmadığımızı söylenen şeylerin yalan olduğunu ispat eder etmez Avrupa, hakkımızı teslim edecekti. Hem hakkımızı teslim edecekti, hem hakkımızı mütevazı ve şayan-ı kabul bir şekle sokmuştuk. Gazeteler, broşürler, makaleler neşredecek, tercüme edip Avrupa’ya gönderecektik, sonra Türk gençliği bunu İstanbul’a giren ecnebilere anlatacaktı...” şeklinde değerlendirmektedir.
İzmir’in 15 Mayıs 1919’ta işgalini evvela Cemal haber alır, metanetini korumakla birlikte kardeşi Ayşe’den haber almak istemektedir. Ayşe’nin eşi Mukbil Bey’i Yunanlılar parçalamış, oğlu Hasan’a bir kurşun isabet etmiş, ölmüş ve Ayşe de yaralanmıştır. Kolu sakatlanan Ayşe, İzmir’den kardeşi Cemal’in yanına gelir. İstanbul’un işgali nedeniyle yapılan protesto mitingine katılır. Ayşe, çektiği zulum nedeniyle ilgi uyandırmaktadır. Peyami’nin deyimiyle; “Millet miting sonrasında manevi bir teselli duymuşlardı. Milletler dostumuz, hükumetler düşmanımız olmuştu.”
Ayşe’nin milletin dikkatini çekmesi ve işgale karşı tavrı nedeniyle, Peyami’nin annesi Ayşe’nin evinde kalmasından çok da hoşnut değildir; bunu hisseden Ayşe ilk fırsatta ayrı bir eve taşınır. Ayşe artık “İzmir Kızı” ünvanını almıştır. Yavaş yavaş direnme de başlamaktadır; Ayşe’nin de zorlamasıyla Cemal başta olmak üzere on zabit ceplerinde yüzer lira ile “meçhule, ölüme” giderler. Hepsi de, Ayşe’nin, Yunanlılar’ın kırdığı sol elini öperler; Peyami bu durumu; “Kurtuluş Harbi’nin alemi olan bu el hepsinin kalbinde Kerbela ihtirası, şehadet humması uyandırmıştı” şeklinde değerlendirmektedir.
Ayşe halk ihtilâline ümidini bağlamıştır. Dağlarda dövüşen efelerini, genç İzmirlileri çok sevmektedir. İhsan bu işi daha asker gözüyle görmektedir. İhsan’ın içindeki fırtınanın ihtilâlin soğumasına imkan vermeyen, insanı, tembellikleri ve yorgunluğu ateş sathında yakan “Ateşten Gömlek”!
İstanbul’da son günlerde oldukça tehlikeli bir hava esmektedir; İngilizler’in İstanbul’u işgali ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Meclis kendini emin bulmamakta; Padişah’ın oyunu anlaşılmamaktadır. İhsan’ı direnişçiler Adapazarı’na gönderirler, orada Anadolu’yu karıştırmak için yapılan tertibat ve teşkilâta karşı o da teşkilâtlanma yapacaktır. Son gününde; İhsan’ın duygu ve düşünceleri “biraz şarap içmesine rağmen susuyor ve düşünüyordu. Bir aralık zencilere gözü ilişti. Acı bir merhametle güldü: - Türk milletini terbiyeye gelen medeni ordu, dedi” şeklinde ifade edilmektedir.
Mücadeleye yönelik gayretlerin arttığı dönemde Peyami ağır hastalığa kapılır ve bir müddet yatmak zorunda kalır. Doktor, Peyami’ye; İstanbul’u İngilizler’in işgal ettiğini Meclis-i Mebusan’ın kapandığını, birçok mebusların da Malta’ya götürüldüğünü ve birçok adamların, kadınlar da dahil olduğu halde, Anadolu’ya geçtiklerini söylediği vakit aczinden zavallı Ayşe’nin geçirmiş olması lazım gelen heyecan ve ıstırap Peyami’nin başını döndürür.
Hastalığı döneminde, Ayşe bir müddet Peyami’ye ulaşmaya çalışmıştır. Peyami İngilizler’in işgalini Ayşe’nin mektubundan öğrenir:
“İstiklalimizin bir nevi alemi olan Harbiye Nezareti kapısından İngiliz bahriyesi giriyordu. Ne hicap, ne zilletle dolu gün. Mutlak ayakta bekleyen bu zabitler birgün bu zillet ve hakaretin hesabını sormalıdırlar. Çünkü şimdiye kadar daha küçük şeyler için kaç defa dövüştülerdi.
....Onuncu Fırka’da nöbet bekleyen kapıda nöbetçi, İngilizler’e “yasak” demiş. Sadece nöbet beklediği yerden sağ iken düşman geçirilmez olduğunu her Türk askeri gibi o da biliyormuş. Ben orada iken tahta tabutlar içinde İstanbul’un ilk İstiklâl şehitlerini defnetmeye götürüyorlardı. Yere yatıp kan izlerini öpmek istedim. Öyle azim ve güzel bir şeydi ki....
...O gece Zeynep’le sabaha kadar oturduk. Biçare kadın hep Anadolu’daki Paşa’nın gelip İstanbul’u kurtaracağını söylüyordu. Kimbilir, belki.... İngiliz azametinin haşmetli silahlarının, donanmasının korktuğu bu silahsız ve mağlup Türk Milleti ne korkunç ve büyük milletmiş!
...Bir Ermeni tercüman, ağzı kulaklarına kadar açık, öyle muzaffer sırıtıyor ki, zavallı uşak Ermeni’yi, hatta bize isyan ederken severdim, fakat İngiliz’e uşaklık ederken küçük bir şey!
...Evin boşaltılması sırasında, kendilerinden daha kibirli olana tahammül edemeyen İngiliz zabitleri bilmem utandı mı?
İngiliz kadınına hakaret etti diye (bir) Hintli’yi İngilizler dört ayak hayvan gibi yerde yürütmüşlerdi. Türk kadınının azametini çekemeyenlere, yerde sürdürenlere karşı ordumuz aynı ihtirasla ceza etmeyi istemeyecek mi? Kadınına hakareti, bayrağına hakaret gibi düşünmüyor mu?”
...Bir zabit koştu yanıma geldi, bohçayı elimden aldı.Gözleri ateş gibi bakıyordu; - Biz İzmir’i almaya size yemin ettikti, bakın İstanbul’u bile kaybediyoruz, dedi.
Ben de bizim zavallı millet gibiydim. Tutunacak bir yerim yoktu.”
Hastalıktan kurtulunca; Peyami, Ayşe’yi bulur ve artık Anadolu’ya harekete karar verirler. Bu dönemi Peyami “Artık Ateşten Gömlek arkamda, ateşten kamçı Ayşe’nin elinde onun götürdüğü yola gidiyordum. Denizi son beyaz nazlı köpüğü ile kıvrılıp giderken son defa olarak iki siyah kadın gözü gördüm” şekinde ifade eder.
Artık ihtilâl günleri başlamıştır. Peyami ve Ayşe son durak Adapazarı’na ve İhsan’ın komutasındaki birliğe ulaşırlar. İhsan, genç Binbaşı, iki süvarisi ile toz içinde yanmış, yavuzlaşmış, nazik yüzü tamamen hakikatin, korkunç mukavemetin tunç kalıbını almıştır. “Ateşten gömlek taşıyanlar sıcağın ısıttığı kadar yaktığını da bilirler”. Burada Ayşe ile en çok meşgul olan birlik içerisinde İhsan’ın bir müfrezesini komuta eden Karadeniz’li laz şiveli Ahmet Rıfkı ve İhsan ile en çok meşgul olan ise bölge köyünün bir kızı olan Kezban’dır. Daha sonra, Ahmet Rıfkı, girdiği bir çatışma sonucunda, şehit olur; şehit olduğunda ceketinin altında gömleği dahi yoktur...İhsan, birliği ile birlikte Gevye tarafına gider; ancak Ayşe’nin daha güvenli olması nedeniyle Eskişehir’e gitmesini ister. Bu Ayşe’nin hoşuna gitmez; “Ben İzmir için ne tüfek atabilirim, ne İzmir’in düşmanlarını at üstünde kovalayabilirim. Fakat, İzmir yollarında gömleksiz, tütünsüz, hatta ekmeksiz, kimsesiz ölenlerin hayatında biraz teselli olabilirim. Hastalıklarına bakarım, ölürlerken bir kardeş gibi gözlerini kaparım. İhsan beni neden buradan men ediyor?” düşüncesindedir. Ancak yine de Eskişehir’deki hastanede hemşirelik yapmak üzere gider.
Ayşe’nin gidişi Peyami’de garip bir hürriyet hissi uyandırır ve talimlere başlar. Silah talimini ona Rumeli’de Bulgar çeteleriyle vuruşmuş Makedonya’nın kanlı ihtilâllerinde pişmiş, Anadolu’lu bir nevi siyasi şaki olan Mehmet Çavuş verir. Sonrasında; Mehmet Çavuş ve Peyami, İhsan tarafından bir Çerkez bölgesi olan İkizce’den cephane temini için gönderilirler. Yaptıkları altı günlük yolculuk sonrasında, İkizce Bölgesinde Kuvay-ı Milliye birliklerinin komutanı Rum çetelerine dehşet veren ve hiç boşa atmayan müthiş zabit Saffet Yüzbaşı’dan 30 arabalık silah ve mühimmat alırlar.
Cephaneler ile Doğançay Bölgesine devam ederken, Peyami Kezban’a rastlar. Kezban büyük bir merakla İhsan’ı aramaktadır. Peyami, kendisinin de yerlerini bilmediğini söyleyerek, ondan ayrılır. Peyami, İhsan’ın birliğini Doğançay’a yakın bir bölgede bulur; ardından Mehmet Çavuş da gelir. Mehmet Çavuş’un yeni katılmak isteyenlerin olduğu yönündeki teklifine; İhsan “Fazla genç ve kadın olmasın yeter!” der. İhsan, halâ düşüncelidir; ve ancak rakı masasında aklından geçenlerden bahseder: “Göreceksin Peyami, bu halkı kendi memleketine sahip edecek yine bizim yaratacağımız ordu olacak”. Bu sırada; Yunan taarruzu imtihanı devam etmektedir, ihtilâl kuvvetleriyle ordu ihtilafı bariz bir şekilde meydana çıkmaktadır. Hariçten, dahilden bin bir bela dolaşmaktadır. Anadolu ordusu halâ çekirdek halinde bulunuyordu. “Fakat onun genç erkân-ı harbi etrafını saran tehlikeler karşısında müstakbel ordunun kayalardan taşan berrak ve ebedi şelaleler gibi taptaze ruhuyla konuşuyordu.”
Geceleyin bir sesle uyanır Peyami, sonradan anlar ki; Mehmet Çavuş çok ısrarları nedeniyle Kezban’ı bir erkek çocuk kıyafetine sokar ve İhsan’ın yanına getirir; ancak bu sırada da kıza aşık olur ve onunla evlenmek ister. Kız ise İhsan’a aşık olduğu için onu görmek ister ve yalvarır. Bunun üzerine, Mehmet Çavuş kızı onun yanına götürür; İhsan ise kesinlikle kızın yanında kalmasını kabul etmez; kız da son bir kez daha gördükten sonra Mehmet Çavuş’la evleneceğini söz vermesine rağmen, korktuğundan Peyami’den bir defa daha kendisini İhsan ile görüştürmesini ister; yine bir sonuç çıkmayınca Peyami kızı köye götürmeye gider, bu sırada Mehmet Çavuş onlara rastlar ve etttiği ateş sonucu Peyami kolundan yaralanır. Bu nedenle İhsan onu Eskişehir’e göndermek ister. Bu sırada, İhsan “ordu ile gayri muhtazam kuvvvetler arasındaki ihtilafın olanca gayzı ve ateşi ile meydana çıktığını” söyler.
İhsan’ın kuvvetleri, Konya’da çıkan isyanları bastırmak üzere görevlendirilir. Bu sırada, isyana destek vermediği bilinen 300 haneli bir köy de İhsan’ı kuzu yemeye davet eder; ancak, İhsan bir askerin emniyet hissi ile birliğin bir kısmını köy dışında bırakır. Köye girerken İhsan’ın askerleri pusuya düşürülür ve İhsan da rehin alınır. Olayların arkasından İhsan’a olan kini nedeniyle Mehmet Çavuş çıkar. Tam İhsan da öldürülecek iken; bir gencin (büyük ihtimalle Kezban) haber vermesi üzerine Muhsin Bey komutasındaki ihtiyat kuvvveti gelir ve onu kurtarır. Rehin iken İhsan vakar ve cesaretinden hiçbirşey kaybetmemiştir. Daha sonra, İhsan o köyü temizler ve üç askerin öldürüldüğü yerde Mehmet Çavuşu astırır; böylece bu köydeki isyan da bastırılmış olur.
Peyami’nin hikayesinin son kısmındaki ifadesi “ihtilâl günleri ile Sakarya arasında hayli hadise var, fakat bende ancak son perdeyi anlatacak kadar nefes var...” şeklindedir. Kolundaki yaranın azması nedeniyle Peyami Eskişehir’e gönderilir. Peyami orada hastanede hemşirelik yapan Ayşe’yi bulur; orada Cemal’le de görüşür. Bu sırada İhsan ise, Anadolu’da ihtilâl (isyan) bastırmakla meşguldür. Peyami, Cemal ve Ayşe’nin de konusu budur; Ayşe “Onca, Ordu ihtilâle, ihtilâl Orduya o kadar karışmıştı ki, bu iki unsuru birbirinden ayırmak gayri kabildi. Bu muvakkat bir kardeş kavgasıydı. Yine boru çalınır çalınmaz herkes silahını alacak, koşacaktı.” diye düşünmektedir.
Eskişehir’deki tedavisini müteakiben; Peyami Ankara’ya Müdafaa-i Milliyeye tayin edilir. Masa ve kağıt işleriyle uğraşır. Cemal ve İhsan alay kumandanı olmuştur; Ayşe ise artık Ayşe Hemşiredir. Bu sırada Birinci İnönü biter ve İkinci İnönü’de olanları Peyami Ayşe’nin mektuplarından takip eder.
“I’inci İnönü, bana delikanlı olmaya başlayan bir pehlivan yavrusunun ilk muvaffakiyetli güreşi gibi geldi.
Hastaneye gelen yaralı neferler, ihtilâlciler kadar sövmüyorlar da... Tamamen sessiz adamlar. Çayhaneye sedyeleri dizdik. Çay verip gönderiyoruz. Onların aklı çaya pek ermiyor, hepsi elindeki somunu sıkı sıkı tutuyor, nereye koyacağını bilmiyor..
Bu zabitlerin hiçbiri şikayet etmiyor. Cesur ve vakur yüzleri çamur, kan ve barut içinde; hepsi sigara içiyor.
Bana Anadolu ordusu muazzam ve muzlim, eğilmez bir meşe ormanı gibi geliyor... Ben de bir meşe ormanı ortasında değil miyim? Onlar gibi, eğilmemeye, mağlup olmamaya mecburum.
Hemen beni götürünüz, dedim, ben silah atan muharip bir insan olamam. Fakat İzmir yolundakilerin yarasını sarar, ıstırabını hafifleştiririm ben de Allah isterse onlarla beraber ölürüm.”
Ordu, artık Sakarya’nın Ankara tarafındadır, Peyami ise Müdafaa-i Milliye’de kağıtlar arasındayken; Garp Cephesi İstihbaratının Rumca mütercimi ve fotoğrafçı istemesi üzerine kendisinin de her ikisini de yapabilecek olması nedeniyle oraya gönderilir. Peyami de herkes gibi Sakarya’dan sonra hayatının başka bir safhaya gireceğini bilmektedir. Bu dönemde; Peyami görmese de Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa için de istihbarat raporları hazırlama şerefine ulaşmış; hatta bir gün bizzat görüşmek hayaliyle çocukça heyecan duymuştur.
Peyami, cephedeki yan Kolordu’dan Rumca bilen birisinin istenmesi üzerine, kendisinin de İhsan ve Ayşe ile görüşebilme ihtimali ile oraya gider. Orada, birinci hatlardaki alayı kumanda etmek üzere gerekli hazırlıkları yapmakta olan İhsan’ı görür. İhsan, o akşamki görüşmelerinde; kendi iç dünyasını tüm açıklığıyla anlatır: Ayşe’yi ne kadar derin sevdiğini; bir gün Eskişehir’de yaralı olarak yatarken Ayşe’ye bir miktar bu düşüncelerin anlattığını ve yarasından dolayı gömleği kanlar içinde (ateşten gömlek) ondan İzmir’in yeniden kurtulması ile ondan evlenme sözü aldığını; ancak daha sonradan Ankara’da amca kızıyla nişanlandığı yönündeki yanlış haber nedeniyle Ayşe’nin bundan vazgeçtiğini; artık birinci hatlarda cephede bulumak istediğini anlatır. Peyami’nin de onun birliğinde bulunmak istemesi üzerine İhsan onu yanına alır.
Artık genel karşı taarruz zamanıdır. Cemal’in alayı ilk taarruz edecek birliklerdir; İhsan’ın alayı ise onu takip edecektir. Muharebe çetin devam ederken; Kumandandan gelen bir emir ile İhsan’ın alayı Karadağ’a taarruzla görevlendirilir; taarruz sırasında İhsan cengaverce harp eder. Tepenin zirvesine kadar en önde çıkar; bu sırada makineli kurşunuyla vurulur; İhsan’ın askerleri tepeyi ele geçirir; Peyami İhsan’ı yaralı olarak sedyede seyyar hastaneye götürür; orada Ayşe’yi arar; ama Ayşe de sıhhi yardım için birliklerin arkasından yardıma gitmiştir. Bu sırada, İhsan da can vermektedir. O sırada Ayşe’nin de şehit naaşı gelir. Peyami bu iki aşığı, yan yana yatırır. Artık beraber olmuşlardır. Peyami, Cemal ile birlikte taarruza katılır; Cemal’i gözleri önünde kaybeder; kendisi de ayaklarından ve başından yaralanır. Böylece; Ayşe için İzmir’e varma sevdasıyla çarpışan İhsan, Cemal, Peyami ve daha niceleri bu yolda canlarını vermiş ya da yaralanmışladır.
En sonunda; Peyami beynindeki kurşunun alınması için ameliyat olur. Ameliyat sırasında hayatını kaybeder. Doktorlar; Peyami’nin notları üzerine yaptıklarını araştırmaları sonucunda ne İhsan diye bir Alay Komutanına; ne de Ayşe diye bir hemşireye rastlamışlardır. Bunların hepsinin beynindeki kurşun nedeniyle; Peyami’nin kendi hayalinin ürünü olduğuna kanaat getirirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder