Yüzbaşının Kızı, Aleksandr PUŞKİN

 

 Yüzbaşının Kızı, Aleksandr PUŞKİN, İş Bankası Kültür Yayınları, 2001  İSTANBUL

Klasik Rus Edebiyatının kurucusu Puşkin, Yüzbaşının Kızı’nda bir halk ayaklanmasını ele alır. Konunun odak noktası, Pugaçev'in önderliğinde 1773'te patlak veren büyük bir köylü ayaklanması ve bu karmaşanın ortasında yaşanmış bir aşk hikâyesidir. Kitabın kahramanlarından, Emelyan Pugaçev adli isyancı köylü önderi, Don ve Ural Kazaklarının başına geçerek, üzerine gönderilen 25 bin kişilik Çar ordusunu bozguna uğratır. Düzensiz bir halk ordusunun başında kırlardan kentlere doğru yürüyüşe geçer, birçok kenti kuşatır, Moskova kapılarına dayanır, çarlığı ta temelinden sarsacak bir güce erişir. Eserde Pugaçev’in karşısına koyulan kahraman ise, henüz doğmadan, babası tarafından orduya yazdırılarak asker olmak zorunda kalan ve itibar sahibi bir aileye mensup olan Pyotr Andreyiç tir. Olaylar XVIII. Asrın ilk yıllarında cereyan eder. Andreyiç’in orduya katılması, aşkı, isyancılarla ilişkileri, ihanet, sadakat ve daha birçok duygu sade ve şiirsel bir dille ortaya konarak vücuda getirilmiş bir başyapıttır. Tarihsel roman 'geleneğine' göre kısa sayılabilecek bu metin, edebiyat tarihçilerince Tolstoy'un Savaş ve Barışı'nın öncüsü sayılmaktadır.

Eserde anlatılan olaylar Rusya'da, 1700'lü yıllarda Çariçe döneminde geçmektedir. Rus ordusundan kıdemli binbaşı rütbesinde emekli olan Andrey Petroviç Grinyov, Avdotya Vasilyevna ile evlidir. Simbirsk'in köyünde oturan varlıklı bir ailedir. Doğan çocuklarının sekizi, daha bebekken ölürler. Doğacak dokuzuncu çocuklarını, daha kız veya erkek olacağı belli olmadan, aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski Alayına çavuş olarak yazdırırlar. Çocuk eğer kız doğacak olursa, çavuşun öldüğü bildirilecek ve iş de böylece kapatılacaktır.

Çocuklarının erkek olması Grinyov ailesini sevindirir. Adını Pyotr Andreyiç koyarlar. Savelyiç adlı yaşlı hizmetkâr lala olarak görevlendirilir. İleriki yaşına doğru eğitimi için Monsieur Beaupre adında bir Fransız öğretmen tutulur. Pyotr Andreyiç, bir süre öğretmeninden Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alır; kılıç kullanmayı öğrenir. On yedi yaşına gelince, babası, onun iyi bir subay olarak yetişmesi için, doğmadan önce çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine değil, daha uzakta ve zaman zaman çatışmalara giren Orenburg'taki bir eski dostunun birliğine gönderir. Oğluna, dostuna verilmek üzere bir mektup verir ve hizmetinde bulunması, koruması için lalası Savelyiç'i de yanına katar.

Pyotr Andreyiç ile Savelyiç önce Simbirsk'e varırlar. Burada, gerekli malzemeleri almak için bir gün konaklarlar. Savelyiç malzeme alımıyla uğraşırken handa yalnız kalan Pyotr Andreyiç, İvan İvanoviç Zurin adında bir subayla tanışır. Bu subay içkiye ve kumara düşkündür. Pyotr Andreyiç, ondan bilardo oynamasını öğrenir. Zurin'le parasına bilardo oynar ve yüz ruble kaybeder. Kasadarı Savelyiç'e bu parayı ödettirir. Ertesi günü bir at arabasıyla yola düşerler. Yolda hava bozmaya başlar. Arabacı, hana geri dönmeyi teklif etse de kabul ettiremez. Bir süre sonra tipi bastırır, her taraf karla kaplanır. Ne yol, ne iz bellidir. Hiç değilse sığınacak bir ev ya da bir yol izi görme umuduyla dört bir yana bakınırken bir karartı göze çarpar. Arabacıya gördüğü karartıya doğru gitmesini emreder. Karartı da kendilerine doğru gelmekte olduğundan kavuşmaları uzun sürmez. Bu bir yolcudur. Konuşmalarından yolcunun bu çevreyi iyi bildiği anlaşılır. Kılavuzluk etmesi için arabaya alınır ve yola devam edilir. Bir hana ulaşırlar. Orada fırtınanın geçmesini beklerler. Kendilerine kılavuzluk ettiği için yolcuya handa şarap ısmarlar. Ertesi günü hancıya hesabı ödeyip ayrılırken kılavuza elli kapik bahşiş vermesini söyler Savelyiç'e. Bir çapulcuya bu kadar para vermenin anlamsız olduğuna inan Savelyiç'i razı edemez. Pyotr Andreyiç, kılavuzun hizmetini karşılıksız bırakmak istemez. Tavşan kürklü gocuğunu, hizmetkârın itirazlarına rağmen, ona verir. Bu sırada arabacı da yola çıkmak için hazırlıklarını tamamlamıştır, hemen yola çıkarlar.

Orenburg'a varınca, doğru Andrey Karloviç adlı generale çıkar. Babasının yazdığı mektubu ona verir. General mektubu okur ve mektupta yazılanların yerine getirileceğini söyler. Ertesi gün atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için onu Belegorski kalesindeki Yüzbaşı Mironov'un komutasındaki birliğe gönderir. Generale göre, Mironov, iyi dürüst bir subaydır. Orada Pyotr Andreyiç gerekli eğitimi alacak ve disipline alışacaktır. Belegorski, Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir kaledir. Orenburg'dan "kırk verst" ötededir. Surlar, kuleler ve toprak bir tabya görmeyi umarken karşılarına kütüklerden yapılma bir çitle çevrili küçük bir köy çıkar. Kalenin girişinde dökme demirden, eski bir top durmaktadır. Dar, eğri büğrü sokaklardan, üzeri samanla örtülü basık kulübelerin arasından geçerek Yüzbaşının konutuna varırlar. Onları Yüzbaşının karısı Vasilisa Yegorovna karşılar. Ona, bu kaleye atandığını, Yüzbaşıyı görmeye geldiğini bildirir. Yüzbaşı İvan Kuzmiç, Papaz Gerasim'e misafirliğe gitmiştir. Yüzbaşının karısı, Çavuş Maksimiç'i çağırtır. Gelince ona Pyotr Andreyiç'in kalacağı eve götürmesini emreder. Burası tahta perdeyle ikiye ayrılmış, oldukça temiz bir odadır. Savelyiç, eşyalarını hemen yerleştirir.

Ertesi sabah tam giyinmek üzereyken kısa boylu, esmer, genç bir subay içeri girer. Fransızca olarak, insan yüzü görmeyi özlediği için geldiğini söyler. Bu subay, düello nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan Şvabrin'dir. Bu sırada kapıya gelen asker, Vasilisa Yegorovna'nın kendisini yemeğe çağırdığını bildirir. Şvabrin de kendisiyle birlikte gelir. Yaşlı, uzun boylu, dinç bir adam olan Yüzbaşıyı, başında takke, sırtında bej renkli, pamuklu bir gecelik entariyle safta toplanmış yirmi kadar askeri eğitirken görürler. Yüzbaşı, yanlarına yaklaşıp dostça birkaç söz söyleyip eğitim yaptırmaya döner. Yüzbaşının evine gelirler, hizmetçi kız Palaşka sofrayı kurmaktadır. Tam bu sırada Yüzbaşının on sekiz yaşlarında, toparlak yüzlü, pembe yanaklı, açık kumral saçlı kızı Marya İvanovna içeri girer. Şvabrin, Yüzbaşının kızının tam bir aptal olduğunu kendisine söylediği için ilk görüşte ondan pek hoşlanmaz. Sofrada, Yüzbaşının karısı, annesinin, babasının sağ olup olmadığını, nerede oturduklarını, ekonomik durumlarının nasıl olduğunu sorar. Pyotr Andreyiç'in zengin bir aileden geldiğini öğrenen Yüzbaşının karısı, derin bir iç çeker. Burada kıt kanaat geçinmeye razı olduğunu; ancak evlenme yaşına gelmiş kızlarına çeyiz olarak verecekleri hiçbir şeylerinin olmamasının kendilerini üzdüğünü, karşılarına çıkacak iyi bir adamla kızlarını hemen evlendirmek istediklerini söyler.

Aradan birkaç hafta geçer. Pyotr Andreyiç, Marya'yı sevmeye başlar. Edebiyatla da uğraştığı için, ona aşk şiirleri yazar. Yazdığı birkaç şiiri arkadaşı Şvabrin'e gösterir. Şvabrin, okuduğu şiirleri acımasızca eleştirir. Bu eleştiri, şiirlerin kötülüğünden değil, Marya'ya kendisinin de âşık olmasındandır. Hatta Marya, onun iki ay önceki evlenme teklifini reddetmiştir. Şvabrin'in, Marya ile ilgili atıp tutmaları Pyotr Andreyiç'i çok kızdırır. Şvabrin'i alçak ve şerefsiz olmakla suçlar. Şvabrin, Pyotr Andreyiç'i düelloya davet eder. O da kabul eder. Pyotr Andreyiç, kavganın şahitliği için Üsteğmen İvan İgnatyiç'ten yardım ister. Fakat daha sonra Şvabrin'in de isteğiyle tanık olmadan kavga etmeye karar verirler. Samanlığın yakınında tam kavgaya tutuşacakken İgnatyiç tarafından yakalanırlar. Askerlerin de yardımıyla ikisi de Yüzbaşıya götürülür. Kalede barışın bozulmaması konusunda öğütler veren Yüzbaşı, kavgacıların birbirlerine sarılarak barışmalarını sağlar. Kavganın nedeninin de Marya için yazılmış şiirler olduğunu herkes öğrenir.

Yüzbaşının evinden ayrılan Şvabrin ve Pyotr Andreyiç'in hırsları geçmemiştir. Ertesi gün ırmak kıyısında kozlarını paylaşmak üzere sözleşip ayrılırlar. Her ikisi de sözünü tutar ve kararlaştırılan saatte ırmağın kıyısına gelir. Kılıçlarını çekerek kavgaya başlarlar. Bir süre birbirlerine zarar veremeden kavga sürer. Şvabrin'in gerilemeye başladığını sezen Pyotr Andreyiç, tekrar saldırıya geçer, hasmını ırmağın ucuna kadar sıkıştırır. Bu sırada keçi yolundan aşağı doğru koşarak gelen Savelyiç'in kendisine seslendiğini işitir. Kısa bir dalgınlık anında Şvabrin'den aldığı kılıç darbesiyle göğsünden yaralanır, yere düşer ve bayılır.

Ayıldığında kendini Yüzbaşının evinde bulur. Marya ile Savelyiç yanındadır. Beş gün boyunca komada yatmıştır. Kendini iyi hissetmeye başlayınca Marya'ya evlilik teklifinde bulunur. Marya ise henüz tehlikeyi atlatmadığını ve kendisini korumasını söyler. Kalede doktor olmadığı için Pyotr Andreyiç'in tedavisiyle alay berberi ilgilenmektedir. Ertesi gün Marya'ya evlilik teklifini tekrarlar. Marya da Pyotr Andreyiç'e karşı ilgisiz değildir. Pyotr Andreyiç'in anne ve babasının bu evlilik için onayını almak isterler. Pyotr Andreyiç, babasına bir mektup yazar. Gelen cevap umdukları gibi değildir.

Pyotr Andreyiç'in babası hem evliliğe karşı çıkmakta hem de gereksiz yere kavga ederek yaralanmasına neden olmasına kızmaktadır. Hatta Yüzbaşının, kalesinde bu olaylara sebebiyet vermesine içerler ve oğlunu bir başka birliğe tayin ettireceğini yazar.

Bu sıralarda Çariçeye karşı isyan edenler kalabalık bir grup olmuşlardır. Pugaçev adlı bir Kazak'ın etrafında toplanan isyancılar, bazı kalelere saldırarak başarı kazanmışlar ve oralardaki askerleri de saflarına katmışlar, katılmayanları ise idam etmişlerdir. Yüzbaşı Mironov, Generalden aldığı emri tebliğ etmek için kaledeki bütün subaylarını toplar. Kendini III. Petro olarak tanıtan isyancı Kazak Pugaçev'in kaleye saldırması durumunda öldürülmesi ve bunun için hazırlıklara başlanılması emredilmiştir.

Kalede Kazaklar dışında yüz otuz asker vardır. Bir süredir terk edilen nöbet ve devriye sistemi tekrar başlatılır. Eldeki top temizlenir, kullanılır duruma getirilir. Kaleye saldırı olacağı her ne kadar gizli tutulmaya çalışılsa da kısa bir süre sonra herkesin haberi olur. Kaledekilerin telaşı bir kat daha artar.

Pugaçev, kaleye girmeye hazırlanmaktadır. Yüzbaşıya, Pugaçev'den bir mesaj gelir. Kaledeki Kazakları ve askerleri çetesine çağırmakta ve komutanlara da karşı koymamalarını öğütlemektedir. Yüzbaşı savaştan çok korkan kızı Marya'yı, karısı ile güvende olacakları başka bir kaleye göndermeyi düşünür. Karısı başka yere gitmeye razı olmaz. Marya'yı da göndermeye zaman kalmaz. Çünkü Pugaçev yolları kesmiş, kaleye girişi ve çıkışı kontrol altına almıştır. Yüzbaşı önce savunmaya geçer. İsyancılar, atlardan inip saldırıya geçince Yüzbaşı da kale kapısını açtırıp isyancıların üzerine saldırıya geçer. Umdukları gibi olmaz. İsyancılar kısa süre içinde Yüzbaşıyı ve diğerlerini yakalarlar ve etkisiz hâle getirirler. Pugaçev, komutanın evine yerleşir. Meydana darağacını kurdurur. Kendisine katılmayan Yüzbaşı ile Üsteğmeni hemen astırır. Sıra Pyotr Andreyiç'e gelir. Bu arada Kazak kaftanı ile Şvabrin gelip Pugaçev'in kulağına bir şeyler fısıldar. Pyotr Andreyiç'in yüzüne bile bakmadan adamlarına onu asmalarını emreder. Tam ilmeği boynuna geçirdikleri bir sırada bir haykırış yükselir. Bu Savelyiç'in sesidir. Pugaçev'e yalvarmakta, onu asmamasını istemektedir. Pugaçev, yaşlı hizmetkârı tanır. Pyotr Andreyiç'in, tipide kendini arabasına alan; kendine handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar. Adamlarına işaret ederek serbest bıraktırır. Yüzbaşının karısı bu sırada olay yerine gelir. Kocasını darağacında görünce "Katiller!" diye bağırır. Pugaçev, adamlarına kadının susturulmasını emreder. Kadının başına bir Kazak, kılıcıyla bir darbe indirir; kadın yere düşer ve can verir.

Ölümden kurtulan Pyotr Andreyiç, Yüzbaşının kızını merak eder. Onun başına bir kötülük gelmesinden korkar. Marya'yı, Papazın karısı korumaya alır ve onu yeğeni olarak isyancılara tanıtır. Bu duruma Şvabrin de ses çıkarmaz. Çünkü o karışıklıkta Marya'nın başına bir kötülük gelmesini istemez. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'e kendisine katıldığı takdirde yüksek rütbeler vereceğini vadeder. Pyotr Andreyiç, bu teklife yanaşmaz. Bunun üzerine onun kaleden hizmetkârıyla birlikte çıkışına izin verir.

Pyotr Andreyiç, Orenburg'a gider. Kale komutanı generale olanı biteni anlatır. İsyancıların gücü hakkında bilgiler verir. General subaylarını toplayıp durum değerlendirmesi yapar. Pyotr Andreyiç, Belegorsk kalesindeki isyancılara karşı taarruz yapılmasını savunursa da hiçbir subay buna yanaşmaz. Savunmada kalmayı tercih ederler. Aradan birkaç gün geçtikten sonra geldiği kaledeki Çavuş Maksimiç, Marya'dan bir mektup getirir. Mektuba göre, Pugaçev, kalenin yönetimini Şvabrin'e bırakmış Orenburg yakınlarında kaleye saldırı hazırlıklarına girişmiştir.

Şvabrin, Marya'yı Papaz Gerasim'in evinden alıp kendi evine götürmüş ve orada bir odaya hapsetmiştir. Karısı olması için baskı yapmaktadır. Marya, Pyotr Andreyiç'ten gelip kendisini kurtarmasını istemektedir. Pyotr Andreyiç, General'e gider. Ondan, Belegorsk kalesini isyancılardan temizlemek için bir bölük askerle, elli Kazak vermesini ister. Yüzbaşının kızının yazdığı mektuptan da söz eder ona. Fakat General'i yine razı edemez. Umutsuzluğa kapılan Pyotr Andreyiç, sevdiği kızı Şvabrin'e kaptırmaktansa ölümü göze alır. Atına binip kale kapısından dışarı çıkar. Peşine Savelyiç de takılır. Bir süre sonra Berda köyü yakınlarında Pugaçev'in adamlarına yakalanırlar. Pugaçev'in huzuruna çıkarılırlar. Pugaçev'e sevdiği kızın Belogorsk kalesinde olduğunu ve kale komutanı olarak bıraktığı Şvabrin'in kızı hapsettiğini, evlenmeye zorladığını halka zulmettiğini anlatır.

Pugaçev, kalenin yönetimini bıraktığı şahsın halka zulmetmesine çok kızar. Birlikte kaleye giderler. Marya'yı hapsedildiği odadan çıkarırlar. Pugaçev, halka verdiği eziyetten dolayı Şvabrin'e kızar. Papazı çağırmasını, Marya ile Pyotr Andreyiç'i evlendireceğini söyleyince, Şvabrin, Marya'nın Yüzbaşının kızı olduğunu itiraf eder. Kendisine bunun daha önce söylenmemesinden dolayı Pugaçev'in kızgınlığı daha da artar. Pyotr Andreyiç de Şvabrin'in söylediklerini doğrular. Bunu, Marya'nın hayatına zarar verileceğinden korktuğu için söylemediğini itiraf eder. Pugaçev, Pyotr Andreyiç'in kendisine yaptığı iyilikleri hatırlar ve bir kez daha canını bağışlar. Marya ile birlikte diledikleri yere gitmelerine izin verir. Üstelik yolda adamları tarafından engellenmemesi için bir izin kâğıdı da düzenler. Pugaçev'e göre iyilik ya tam yapılmalı ya da hiç yapılmamalıdır. Pyotr Andreyiç, Marya ve Savelyiç bir yaylı arabasıyla yola koyulurlar. Amacı Marya'yı memleketine götürmek ve onunla evlenmektir. Bir süre sonra Pugaçev'in egemenliğindeki bir kalenin yakınındaki menzile gelirler. Menzildeki görevliye ellerindeki izin kâğıdını gösterince hemen arabanın atları değiştirilir ve tekrar yola koyulurlar. Hava kararmaya başlarken küçük bir kente yaklaşırlar. Devriyeler önlerini keser. Arabacı arabada Çarın bacanağının olduğunu söyleyince, muhafızlar küfürler savurarak hemen etraflarını sarar. Komutanlarına götürürler. Orada karşılarına handa bilardo oynayıp yüz ruble kaybettiği Zurin çıkar. Durumu ona anlatır. Zurin, isyancılara karşı kendisiyle birlikte savaşmasını teklif eder. Marya'yı Savelyiç ile babasına gönderir. Kendisi orada kalır.

Pyotr Andreyiç ve Zurin isyancılara karşı başarılar kazanırlar. Bir süre sonra Pugaçev de yakalanır. Pugaçev işini soruşturan komisyon, Pyotr Andreyiç'in yakalanıp kendilerine gönderilmesi için Zurin'e emir göndermiştir. Zurin, görevini yapar. Pyotr Andreyiç'i Kazan'a gönderir. Askerî mahkeme kurulmuştur. Mahkeme başkanı bir generaldir. Pyotr Andreyiç'in adını sanını sorduktan sonra, Andreyiç Petroviç Grinyov'un oğlu olup olmadığını bir defa daha sorar. Öyle saygıdeğer bir babanın, isyancılarla iş birliği yapan bir oğlunun olmasına çok şaşırır. Pyotr Andreyiç, Pugaçev'in hizmetine girmediğini ve ondan herhangi bir görev almadığını söylese de mahkemeyi ikna edemez. Yüzbaşının kızının, mahkeme kapılarında sürünmemesi için bu konuda kendisine tanıklık etmesini de istemez. Babasının iyi bir subay olması nedeniyle idam edilme yerine, Sibirya'nın ücra bir bölgesinde ömür boyu oturmaya mahkûm edilir.

Bu karar, Pyotr Andreyiç'in babasını kahreder. Oğlunun, bir isyancının hizmetinde bulunmasını onuruna yediremez. Bu durum Marya'yı da derinden sarsmıştır. Mahkemede Pyotr Andreyiç'in kendisiyle ilgili bazı şeyleri açıklamamış olmasına inanmaktadır. Çok iyi bakıldığı bu evden müsaade isteyerek Savelyiç'le birlikte Petersburg'a gider. Çariçenin o sırada Tsarskoye Selo'da olduğunu öğrenir. Kendisi de orada konaklamaya karar verir. Menzil bekçisinin eşiyle tanışır. Saray sobacısının yeğeni olan bu kadın, Marya'ya Çariçe'nin uyandığı saati, gezindiği yerleri, hizmeti için yanında bulunanları anlatır. Ertesi gün Marya, erkenden kalkar ve bahçeye çıkar. Orada kırk yaşlarında, Çariçe'nin sarayında görevli bir bayanla tanışır. Ona başından geçenleri anlatır ve ondan Çariçeye yazdığı mektubu götürmesi için yardım ister. Mektubu okuyan Çariçe, Marya'yı huzuruna davet eder; onu çok iyi karşılar. Ona, Pyotr Andreyiç'in suçsuz olduğuna inandığını, evlenmeleri için yardım edeceğini söyler. Kayın babasına vermesi için bir mektup da verir. Mektubunda Pyotr Andreyiç'in suçsuzluğunu bildirmekte ve Yüzbaşı Mironov'un kızının da zekâsını, ahlâkını övmektedir.

Pyotr Andreyiç, özel bir emirle sürgünden kurtulur ve Simbirsk'e döner. Marya ile evlenir, bolluk içinde mutlu bir hayat yaşarlar.

İSTANBUL MEKTUPLARI FATİH KERİMİ

     1912 yılının Kasım ayında İstanbul’a gelen yazar, burada yaklaşık dört ay kalmış ve bu süre zarfında başyazarı olduğu Vakit gazetesine yazılar göndermiştir. İlk yazının tarihi 3 Kasım 1912, son yazının tarihi ise 9 Mart 1913‘tür. İstanbul’a gelmeden gazeteye gönderilmiş ilk yazı, yolculuk izlenimlerini anlatmaktadır.

Fatih Kerimi,  II. Meşrutiyet’in ilanıyla Özgürlük vaatleriyle iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyetinin çok geçmeden nasıl bir baskıcı rejime dönüştüğünü, onun ardından yönetime gelen Kamil Paşa kabinesinin beceriksizliğini ve Batı devletleri karşısındaki pasif tutumunu teferruatıyla anlatmıştır. Dönemin olaylarının İstanbul’da yarattığı heyecan ve gerginliği, halkın yöneticiler ve savaş karşısındaki tutumunu, savaşın halk üzerinde yarattığı yılgınlığı, Balkanlardan sürekli İstanbul’a gelen muhacirlerin yaşadığı sıkıntıları, savaş sırasında İstanbul’da ortaya çıkan veba salgınının yaptığı tahribatı ve daha birçok olayı ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.

Yazar İstanbul’da bulunduğu sırada entelektüel çevre ile tanışmış dönemin birçok tanınmış yazar, şair, fikir adamı ile özel röportajlar yapmıştır. Konuştuğu kişiler arasında Enver Paşa, Sait Halim Paşa, Emrullah Efendi, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Halide Edip, Ahmet Ağaoğlu, Satı Bey, Mizancı Murat Bey sayılabilir.

Fatih Kerimi 9 Kasım’da İstanbul’a ilk geldiği gün, Kurban Bayramının dördüncü günüdür ve adet olduğu üzere her namaz vakti top atışı yapılmaktadır. İstanbul’da ilk dikkatini çeken Kandilli Sırtlarında kurulan ama halkın kızlarını göndermediği kız mektebidir. İki yıl önce yanmış fakat onarılmamış Çırağan Sarayı, Sirkeci ve Babıâli caddesi boyunca sayısız kahvehanede oturan sayısız insan yazarın ilk çektiği sesli fotoğraf karesine girmiş görüntülerdir.  

SİYASİ DURUM           

İstanbul’da hükümetler sık sık değişmektedir.  Her yeni gelen hükümet memuriyetlere kendi adamlarını getirmekte ve önceki hükümetlerin yaptıkları programları çöpe atıp yeni programlar hazırlamaktadırlar. Hükümet idaresinde düzensizlikler hat safhadadır.

Yazar İstanbul’a geldiğinde siyasi partiler arasında çekişmeler şiddetli bir şekilde sürmektedir. Parti ihtilafları o kadar ileri derecededir ki, söz gelimi İttihat ve Terakkiciler iş başına gelince, bütün düşman askerlerini hudutların dışına atacağı apaçık malum olsa bile, buna muhalif parti liderleri razı olmayacaklardır. İttihat Terakkiciler tarafından kurtarılmaktansa Balkan Slavları tarafından yutulmayı tercih edeceklerdir. Mevcut Hükümet, İttihat ve Terakki mensuplarını şu anki durumdan sorumlu oldukları ve devlet adamlarına suikast planladıkları gerekçesiyle tutuklamaya başlamış, bu durum karşısında İttihat ve Terakki mensuplarının bir kısmı ise yurt dışına kaçmıştır.

Bulgar Ordusuna Bulgar kralı ve prensleri komuta ettiği halde padişah ve şehzadelerin saraydan dışarı çıkmamakta, adları bile duyulmamaktadır. Ordu, İttihat Terakkici ve Hürriyet İtilafçı diye ikiye ayrılmıştır. Askeri komutanlar arasında birlik ve intizam bulunmamaktadır.

HALKIN DURUMU

Yazar vapurdan inip kalacağı otele giderken ilk şoku yaşamıştır. Bulgar askeri Çatalca’ya kadar gelmiş, Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara teslim edilmiş, Edirne, Yanya, İşkodra’da bir avuç asker kuşatıldığı halde kahramanca savunmasına devam ederken, İstanbul’da hiç kimsenin kalmayacağını, yediden yetmişe eli silah tutan herkesin askere yazılmış olacağını, mal mülk ve ailesinden vazgeçtiğini düşünmüştür. Fakat İstanbul’da gördüğü manzara karışışında şaşırmıştır. Otele giderken caddenin iki yanında sayısız kahvehanelerde o kadar çok sayıda insan oturmaktadır ki hiçbirisinde ayak basacak yer yoktur. Sebebini sorduğunda ise:’’ Ne olacak efendim, elhamdülillah bizim muntazam askerimiz çoktur, erzak yetiştirilirse onlar iyi savaşırlar’’ cevabına ise söyleyecek söz bulamamıştır.

 Yazara göre; savaşı durdurmak veya tamamıyla sona erdirmek için Türk ve Bulgar vekiller arasında müzakereler devam ediyordu. Halk ise hiç etkilenmiyor ve kaygılanmıyordu. Askerler açlık ve imkânsızlıklardan bir an önce kurtulup, yine aç çıplak ve himayesiz kalan ailelerinin yanlarına dönmek istiyorlardı. Esnaf işleri bozulduğu için biran önce savaşın durmasını istiyor, ne olacaksa biran önce olsun diyorlardı. Orta tabakadan Türk gençleri ve okumuşları hissiz ve kaygısızdı. Sadece memuriyetlerini düşünüyorlar başka bir şey düşünmüyorlardı. Vatan sevgisi, milliyet aşkı, başka milletlerle rekabet hissi, kendine saygı, gayeyi hayal kesinlikle yoktu. Yunanlar Balkanları işgal etmiş ama yinede halk Rum bakkallarından alış veriş yapıyordu. Trablus, Osmanlı hâkimiyetinden çıkmış, ancak bu halkta hiçbir tesir göstermemişti. İstanbul’da ticari hayat tamamen Rum, Ermeni ve Yahudilerin elindeydi. Her kesimden meseleyi çok iyi anlayan, felaketler karşısında yüreği yanan, bir faydası olacaksa bütün varlığını feda etmeye hazır insanlar da vardı, ancak sayıları denizde bir katre gibiydi.

BASIN

Yazar, Osmanlı basınında İttihatçı ve İtilafçı diye ikiye ayrıldığını yazmaktadır. Özellikle hükümet yanlısı basın halka doğru bilgi vermeyip aldatmaktaydı. Mesela, Manastır Sırplar tarafından ele geçirildiği halde gazetelerde açıkça yazılmamıştı. ’’Orada orduyu tutmak bazı bakımdan uygun olmadığı için komutanlar orduyu oradan çıkarıp başka yerlere yerleştirmeyi uygun görmüşlerdi’’ diye yazmışlar, verilen esirlerden kaybedilen silahlardan hiç bahsetmemişlerdi. Selanik’in yeniden Türklerin eline geçtiğine inananlar bile vardı. Muhalif basın ise baskı altındaydı. Hükümete muhalif bir şey yazan gazeteler ya kapatılıyor ya da ödeyemeyecekleri para cezaları veriliyordu. Birlik beraberlik içinde olunması gereken durumda birçok vatansever aydın muhalif diye hapse atılmıştı. Osmanlı aydınlarının büyük bir çoğunluğu ise devletin bekasını sağlaması için büyük devletlerden birinin himayesi altına girmesi gerektiğini savunuyordu.

YARALILAR VE MUHACİRLERİN DURUMU

İstanbul da eğitim öğretim yapılamıyordu. Bütün okullar, camiler ve büyük binalar ya hastane binası olarak cepheden gelen yaralı askerlere ya da Balkanlardan gelen muhacirler için ayrılmış durumdaydı. İstanbul’da 20 bin yaralı vardı. Bu yaralıların bakımlarında dışarıdan, özelikle Hindistan ve Mısırdan gelen Hilali-i Ahmer cemiyetleri de görev almaktaydı. Bulgar, Sırp ve Yunanlılar tarafından her şeyleri alınıp vatanlarından kovulan İslam muhacirleri pek çok ve son derece yardıma muhtaç idiler. Bunların yiyecek bir şeyleri yok, üst başları çıplak denecek durumdaydı. .Çocukların çoğu hasta ve tamamıyla zayıf ve düşkün durumdaydılar. Bunlara Avrupalılar sadaka veriyorlardı. İngiliz ve Amerika sefarethaneleri erzak toplayıp en acizlerine dağıtıyorlardı. Türklüğün böyle günlere kalması, sefalete düşmesi ve İstanbul ‘da aç çıplak kalıp Avrupalılardan yardım istemesi, yazara göre; Türk tarihi için acı bir sayfa idi.  Bu muhacirlerin bir kısmı Anadolu’ya gönderilmeye başlanmış, bir kısmı için ise İstanbul etrafında ahşap barakalar yapılmaktaydı. Yazar, muhacirlerin durumunu anlatırken ‘’bu muhacirlerin hali o kadar acıklı ve dehşetlidir ki yazmak için kaç kez elime kalemimi aldığım halde yazmaya kalbim dayanmadı. Gözümden yaşlar boşandı, kalemimi bıraktım. Mamafih yazı gönderemiyorum.’’ demektedir.

İstanbul’daki muhacirler haricinde birde işgal altında kalan muhacirler vardı. Selanik’te toplanan otuz bin kadar Müslüman muhacirin aç, çıplak ve muhtaç bir halde oldukları işitiliyordu. Selanik’in en zenginleri olan Yahudiler günde bir kere akşamları muhacirlere yardım dağıtıyor, Müslüman muhacirler sabahtan akşama kadar bunların kapıları önünde oturup bu yardımı bekliyorlardı. Beş bin kadarı şehrin dışında soğukta ve yağmur altında kalıyordu. Aralarında türlü hastalıklar yayılmıştı. On bin kadar Bosna Hersek muhaciri Avusturya’nın yardımıyla memleketlerine dönebilmişti.

CEPHEDE DURUM

Yazar savaş bittiği halde Türk ordusunun umumi karargâhını, askerlerin vaziyetlerini ve nasıl yasadıklarını görmek için cepheye gitmeye karar verir. Sirkeci istasyonundan trenle Hadımköy’e gelir. Tren daha ileri gitmemektedir. 4 kilometre yürümeyi müteakip ana karargâha gelir. Tren vagonları ana karargâh olarak kullanılmaktadır. Bulgar askerleriyle bizim askerlerimiz arasında 4 kilometre mesafe bulunmaktadır. Ayrıca ilk zamanlar yaygın olan ve bazı günler yedi yüz sekiz yüz kişinin ölümüne yol açan veba salgını da alınan tedbirler sonucu sona ermiştir.

Ayrıca, Osmanlı Ordusunda savaşan Arnavut gönüllüler vardır. Arnavut gönüllüler düşmanla savaşmaktan daha çok Türk subaylarını öldürüp, soymak ve Türk köylerini yakıp, yağmalamakla meşgul olmuşlardı. Aralarında hiçbir düzen, intizam ve komutanlarına itaat kalmamıştı. Çok yerlerde bunlar düşmana gizli bilgiler vermişler ve Türk şehirlerinin teslim edilmesine sebep olmuşlardı.

Türk donanması kâğıt üzerinde Bulgar ve Yunan donanmasından üstün kabul edilse de bu savaş sırasında çok fazla iş görmemişti. Sadece Çatalca savaşında iki taraftan ateş ederek Bulgarlara biraz korku vermiş, denizde ise bir şey yapmamıştı. Yunanlılar ise Selanik’te ‘’Feth-i Bülend’’ adlı gemiyi batırıp tüm Ege adalarını işgal etmişlerdi.

Subayların ruh halinden bahsederken: ’’Geleceğe ümitle bakıyorlar. Felaketlerin daima bir milletin üzerine çöküp durmayacağına inanıyorlar. Türkler de bunu bir vakit yaşarlar ve yaşayacaklardır diyorlar. Ayrıca bu mağlubiyetler Türklerin uyanmasına sebep olur diye ümit ediyorlar’’ diye bahsetmektedir.

Yazar cepheyi gezmeyi müteakip başkomutan Nazım Paşa’yla aynı trende İstanbul’a döner. Nazım Paşa sirkeci garında gösterişli bir askeri törenle karşılanır. Bu duruma yazar çok şaşırmıştır. Çünkü başkumandanın bu saatte İstanbul’a dönmesi demek savaştan ve Rumeli’den vazgeçtik demektir. Oysa Yanya, İşkodra ve Edirne hala teslim olmamış, direniyorlardı.

LONDRA KONFERANSI VE SONRASI

Barış görüşmeleri için 30 Ekim 1912’de Londra’ya heyet gitti. Halk ve gerçekleri gizleyen basın bile yenilgiyi kabul etmişti. Şimdi herkes bir sorumlu arıyor ve bundan sonra ne olacağını soruyordu. Türk ordusu hiçbir zaman hücuma geçmemiş, bitkin ve perişan vaziyette geri çekilmişti.

Selanik’in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilali Ahmer doktoru konuşmaya başladığında gözlerinden yaşlar dökülerek; ’’Türk ordusunun erzak mühimmatı mükemmeldi. Ancak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet edilmedi, şehri hemen teslim ettiler. Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmek Yunanlıların bile aklına gelmemişti.‘’ diye anlatmaktaydı.

Türk Ordusundaki Redif Askerleri yeterince eğitilmeden cepheye gönderilmişti ve ateş etmeyi ve silah kullanmayı bile bilmiyorlardı. Normalde redif askerlerinin her yıl toplanıp eğitimden geçmeleri gerekiyordu. Ancak bu sadece kâğıt üzerinde kalıyordu. Ayrıca Türk ordusundaki Hıristiyan askerler arasında Türklere ihanet eden çoktu. Fırsat bulduklarında Türk subaylarını öldürüp, Bulgar tarafına kaçıyorlardı. Bulgarlara casusluk yapıyorlar ya da geri dönüp geliyorlardı.

Bütün gözler Londra’da başlayacak olan müzakerelere çevrilmişti. Düşman, İstanbul’a 45 kilometre ötedeydi. Yunan Ordusu Türk topraklarına tecavüze devam ediyorlardı. Mütarekede, maalesef kabul edilemeye mecbur kalınan şartlara göre Çatalca’daki Bulgar Ordusuna, Bulgar Hükümeti, İstanbul’dan vagon vagon ekmek ve yiyecek gönderiyor ama Edirne’de, Yanya ve İşkodra’da kuşatma altında bulunan Türk ordusuna Türkiye’nin erzak göndermesine müsaade edilmiyordu. Buna rağmen Edirne, Yanya, İşkodra kahramanları düşmana karşı durmaya devam ediyorlardı. Bu sırada İngilizler Basra ve Bağdat’ta, Fransızlar Suriye’de kışkırtma hareketlerine başlamışlar, Yemenden Şeyh Yahya’nın adamları gelmiş, Yemen’de yeni düzenlemeler yapılmasını istiyorlardı.

Bu durumda herkes ne olacak diye soruyordu? Bir kısım aydınlar ‘’tek kurtuluş yolumuz büyük bir devletin himayesine girip yirmi otuz yıl sakin durarak medenileşme yoluna gitmeliyiz’’ diyordu. Rusya’nın himayesine girmeyi teklif edenler bile vardı. Bir kısım aydın ise: “Rumeli zaten bizim değildi. Rumeli vilayetlerinden üç milyon vergi alıp beş milyon harcıyoruz. Ayrıca Rumeli vilayetleri Rusya ile bozuşmamıza sebep oluyor, bu nedenle çok fazla üzülmeye gerek yok. Anadolu pek büyük, her türlü zenginliğe sahip. Şayet bunu adam akıllıca imar edersek rahat rahat yaşabiliriz” diyorlardı. Bir kısım aydınlar ise bu fikirlere tamamen karşıydılar. Çünkü sanat ve ticaret şehirlerine sahip olan Rumeli’nin kaybedilmesiyle İstanbul ticareti azalmıştı ve Osmanlı Büyük devlet statüsünden çıkmıştı. Onbinlerce muhacir gelip devlet üzerine yük olmuştu. Bunları yerleştirmek için büyük paralar gerekiyordu. Ancak Osmanlı devleti ekonomik zorluklar içindeydi. Memurlarının maaşlarını bile ödeyemediği gibi borç para da bulamıyordu. Rumeli de üç milyon Türk yabancıların hâkimiyetinde kalmıştı. Bu da Türkiye’deki Türk unsurunun daha da zayıflamasına yol açacaktı. Yazar, İstanbul’da tartışılan fikirlerin bunlar olduğunu beyan etmektedir.

Devletin karşı karşıya kaldığı bir başka sorunda; Trablus ve Rumeli’de görev yapıp da işgal sebebiyle işsiz kalan memurların durumuydu. Bunlar hükümetten geçimlerinin temin edilmesini ve bazıları İstanbul ve Anadolu’ya dönmek için yol parası gönderilmesini istiyorlardı. Bunun üzerine bir komisyon kuran hükümet, on beş yılını dolduranları emekliye ayırdı. Daha az hizmeti olanların ise maaşlarını üçte birini verip bir yere yerleştirmek için çalışmalar başlattı.

Yazar savaşla ilgili haberleri yazarken İstanbul’un genel durumuyla ilgili bir takım gözlemlerde de bulunmuştur. Bu gözlemlerinden bazıları şunlardır:

“Türk otellerinin hiç birisinde kalorifer yok, yazmak için masa yok, yemek yenecek salon yok, telefon yok, çamaşır makinesi yok, banyo yok, çay içmeye semaver yok, yemek için dışarıdaki lokantalar gitmek gerekmektedir. Kalorifer yerine ise mangal yakarak bunun etrafında toplanılıyor. Odalarda yıkanmak için lavabo yok. Çıkıp koridorda yıkanmak gerekiyor. Beyoğlu’ndaki Hıristiyan otellerinde ise her türlü konfor bulunmaktır. Telefon sadece hükümet dairelerinde ve bazı gazete idarelerinde var. İstanbul’un aydınlatılması yabancı bir şirket tarafından sağlanmakta. Tramvaylar çalışmamakta. Araba ve fayton çok az ve pahalı olduğundan ulaşım çok kötü durumda.”

İktisadi hayat tamamıyla yabancıların elindedir. Türklerin payı yok denecek kadar azdır. Şehirde yaşayan Türk halkı üç kısımdan oluşmaktadır. Bunlar memurlar, askerler ve hocalardır ve bunların hiçbir iktisadi faaliyetleri yoktur. Sokaklarda leblebi, kestane, tarak, kürdan satanlar, sepete doldurup iki üç kuruştan portakal satanlar, arabacılar, kayıkçılar, hamallar en çok Müslüman ve Türklerdendir. Birkaç zengin Türk esnaf varsa da bunlar az ve iktisadi hayata tesir edebilecek durumda değillerdir. Esaslı işlerin hepsi Hıristiyanların elindedir, mesela bankaların hepsi İngiliz, Fransız, Avusturya ve Alman bankalarıdır. Türklerin küçük bir bankaları bile yoktur. Hicaz demiryolu hariç bütün demiryolları Hıristiyan veya Yahudilerin ellerindedir. En tertipli mahalleler Hıristiyan mahalleleridir. En büyük ve muntazam oteller, restoranlar, tiyatrolar, konser salonları, sinemalar tamamen Yahudilerin elindedir. Türk ve Müslümanların elinde olan çok azı ise pis ve kötü durumdadır. Mahalle bakkallarının hepsi Rumların ve Ermenilerin elindedir. Hatta Türkler kendi feslerini giymeyip Almanların yapıp gönderdiği Avusturya feslerini giymektedirler.

Babıâli caddesindeki büyük kitapçıların yüzde seksen beşi, matbaacıların, oymacıların, ressamların yüzde doksanı Ermenidir. Otuz beş yıllık pedagog Ali Nazmı Bey her gün sabah akşam Ermeni Tefeyyüz Kütüphanesine gelerek yazdığı yazıları satmaya çalışıyordu. Bir Türk âliminin hayatı, Bir Ermeni’nin lütfedip vereceği kalem hakkına bağlıdır. Hıristiyan ve diğer ecnebiler kapitülasyonlardan yararlanıp vergi de vermemektedirler.

Yazar, 16 Aralık sabahı uyandığında dönemin büyük edebiyatçısı Ahmet Mithat Efendi’nin ölüm haberinin gazetelerin en önemsiz sayfalarında beş altı satırlık bir yazıyla geçiştirildiğini görünce çok üzülmüştü. Ona göre Rusya da Tolstoy,  Murmusof neyse Türkiye’de Ahmet Mithat efendi oydu. Murmusof öldüğünde Rus gazeteleri ilaveler çıkarmışlar, profesörler, öğrenciler cenazesi başında nöbet tutmuşlardı. On binlerin katıldığı cenaze töreni yapılmış, gazete günlerce ondan bahsetmişlerdi. Ahmet Mithat Efendi ise vazifesinin başında şehit olduğu halde ailesine bir gün sonra haber verilmiştir. Nereye nasıl defnedileceğini ise bilinmemektedir. Ahmet Mithat Efendinin cenazesi sade, lüzumu kadar hürmet gösterilmeden defnedildi. Hatta mezarlığa getirildiğinde mezarı bile henüz kazılmamıştı. Yazar bu olaya çok kızmış ‘’Türklerin Rumeli’de Trablus’ta, Yemende yenilmelerinin en büyük sebeplerinden biri bu, yani kendilerine hizmet eden insanları takdir etmemeleri ve âlimlerine hürmet göstermemeleri, böyle devam ettikçe daha çok yenilirler’’ diye yazmıştır.

Yazar kadınlara hukuk ve hürriyet hakkı tanınmadığı sürece milletin yaşamasının mümkün olmayacağı düşüncesindir. Osmanlıda da kadına bu haklar tanınmamıştır. İki Türk kadını Beyoğlu’nda orduya yardım topluyor diye tutuklanmak istemişti. Türk kadınları sokağa çıkarken kara çarşafla örtünüyorlar gözleri görünmüyordu. Türkler kendi eşleriyle birlikte arabaya binemiyorlardı. Türk ve Müslüman kadınlar kafesler ardına hapsedilmiştiler. Dolayısıyla yenilgilerin sebeplerini başka yerlerde aramak yerine, analarımızın ve kızlarımızın bu halde bulunmalarında onlara gün yüzü göstermemekte nefes aldırmamakta aramalıydık diye düşünmekteydi yazar. Bulgar askeri savaşırken evini düşünmüyordu çünkü kendisi ölse de eşi onun yerini doldurabilecek eğitimi alıyordu. Müslüman kadında ise böyle bir özellik yoktu. Eşi öldü mü perişan oluyordu. Yirminci asırda gücü asker süngüsünden çok memleketin kalkınmasında, halkın zenginliği ve canlılığında, eğitim ve medeniyetin varlığında aramalıydık. Bunlar olursa, süngü ve toptan fayda görülebilirdi. Yoksa cahil, fakir, ezik, milliyetçilik ve vatan sevgisinden mahrum ruhsuz bir milletin açlık ve hastalıktan yüzleri sararmış çocuklarının elinde olan süngülerin pek tesiri olmayacaktı.

BARIŞ ANTLAŞMASI

4 Ocak günü İtalyan, Rus, İngiliz, Alman, Avusturya elçileri hükümete bir nota vererek Edirne’den ve Ege Adalarından vazgeçilmesini teklif ettiler. Balkan devletleri birleşmiş Türkiye’ye hücum ediyor, ele geçirdikleri yerlerde Müslüman halka görülmemiş zulüm ediyor, bütün mal ve mülklerini yağmalıyor, gençler toplanıp kurşuna diziliyor, kızların kadınların namusları çiğneniyor, bütün Rumeli Müslüman kanlarıyla yıkanıyordu. Ama medeni Avrupa hiç bir şey olmamış gibi sükût ediyor ve daha da ileri giderek silahla alamadıkları Edirne, Yanya ve İşkodra’yı bırakması için Osmanlı devletine baskı yapıyorlardı. Ancak gerek aydınlarda gerek devlet yöneticilerinde gerekse halk ta yeterli tepki hareketi görmemenin şaşkınlığını vardı yazarın üzerinde. Osmanlı aydın ve devlet adamları çağı okuyamıyorlardı.

Milli Meclis toplanarak notayı kabul etti. Yani Edirne Bulgarlara, Adalarla ilgili kararsa büyük devletlere bırakılıyordu. Meclis bu kararı almadan iki gün önce Kamil Paşa Hükümeti, basını çağırarak halkı barışa hazırlamalarını emretmişti.

Anlaşmanın kabulü üzerine, İstanbul’da ihtilal çıkmış ve baskınla ittihat ve Terakki yeniden iktidara gelmiştir. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa ve yaveri öldürülmüştür.  Mahmut Şevket Paşa yeni hükümeti kurma görevini almıştır. Hapisteki İttihatçılar çıkarılmış, yerlerine İtilaf partisi mensupları hapse atılmaya başlanmıştır. İlk tutuklananlar da dâhiliye ve bahriye nazırlarıdır. Kamil Paşa ise Mısır’a gitmiştir. Gazeteler vatan kurtarıldı diye başlık atmaktadırlar.

Kurulan yeni hükümet adaların Avrupa devletlerinin gözetimine bırakmayı ve Edirne’nin yarısını Bulgarlara vermeyi teklif etti. Bu öneri halkı çok memnun etmemişti. Diğerinden çok bir farkı yoktu. Durum eskisinden çokta parlak değildi. Trablus, Rumeli ve Balkanlardan gelen memurların sayısı yirmi bine ulaşmış ve üç aydır maaş alamıyorlardı. Yeni hükümete de hiçbir Avrupa ülkesi borç vermiyor, çok ağır şartlar ileri sürüyorlardı. Halk yeni hükümetten gerekirse savası göze almasını bekliyordu. Ancak savaş için para yoktu. Yazarın anlattığına göre İstanbul’da son durum bu şekildeydi.

 Anadolu’da farklı değildi. Anadolu halkı yoksulluk içindeydi. Köyleri perişan mektepleri sadece isimden ibaret viranhanelerdi. Anadolu halkı arasında türlü türlü salgın hastalıklar hüküm sürüyor, Türkler yıldan yıla azalıyordu. Doktor yoktu. İstanbul’da iki üç aydın siyasi parti oyunu oynuyorlardı. Yazar; “bu aydınlar keşke Anadolu köylerine dağılıp mektepler açıp, halkın iktisadi ve zirai vaziyetini düzeltip sağlığıyla ilgilenmeye çalışsalardı daha iyi olurdu” diye Türk aydınına sitem etmektedir.

Hükümetin teklifi kabul edilmemiş ve savaş yeniden başlamıştı. İstanbul’da Halide Edip hanımın önderliğinde bir kadınlar mitingi tertiplenmiş ve padişaha cephedeki askerlerle beraber savaşa katılması içi çağrı yapılmıştı. İstanbul’dan asker sevki, silah, erzak gönderilmesi de devam ediyordu.

Yazar, yeni Hariciye Nazırı Sait Paşa ile röportaj yapmış ve görüşlerini almıştı. Sait Paşa hükümetin savaş istemediğini ancak onurlu bir barış olmadan da savaşa devam edeceklerini ve Edirne’yi Bulgarlara bırakmayacaklarını söylemişti. Halk ise yeni hükümetin iş başına gelmesiyle Türk Ordusunun Bulgarları yeneceğini ve Edirne’nin kurtulacağını ümit ediyordu. Ancak cepheden gelen haberler Türkler için iç acıcı değildi. Donanma hiç işe yaramamış, Gelibolu’daki köyler harap edilmişti ve Bulgar askerleri Bolayır’a yedi sekiz kilometre kadar gelmişlerdi.

Barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde yazar İstanbul’dan Orenburg’a son mektubunu yazar ve İstanbul’dan ayrılır. Son mektubunda o güne kadar yaşanan olayları özetleyip geleceğe ait değerlendirmelerde bulunur. Yazara göre: Balkan Savaşlarından sonra büyük devletler aralarında anlaşarak Osmanlı topraklarını iktisadi nüfus bölgelerine ayıracaklar,  Osmanlı Devletinin karşı koyması durumunda ise Ermenistan, Kürt, Arap, Yemen, Boğazlar gibi yeni meseleler çıkararak baş eğdirecekler, böylece Türkiye tamamen gücünü kaybedecektir.

Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı

Üşüyen Sokak, Cengiz Dağcı, İstanbul, 2006
İkinci dünya savaşı sırasında Kırımda halkın yaşantısı ve Kırım’ın hali

        Yazar İkinci Dünya savaşında Kırımın Alman işgaline uğramasından önceki günlerde  elinde yazdığı hikayelerin bulunduğu kavanozla Kırımın sokaklarında ümitsizce dolaşmaktadır. Çocukluğunun kalabalık ve şen şakrak sokaklarında şu anda sessizlik ve ümitsizlik hakimdir. Çalıştığı enstitü ise kapanmak üzeredir. Bir akşam üzeri otobüste kendisiyle beraber iki kişi daha bulunmaktadır. Otobüsten indikten bir süre sonra otobüsteki bayan tarafından takip edildiğini anlar. Bayanın ismi Almira’dır ve yazarı tanımıştır. Almira yazardan 15-16 yaş büyüktür ve yazarla aynı mahallede büyümüştür. Yazar ise Almirayı tanımamıştır.
        Almira yazarı hem Alman saldırılarından korumak hem de askere alınmasına mani olmak için  güvenli bir eve götürür. Almira evin savaş nedeniyle ülkeyi terk etmiş olan bir arkadaşına ait olduğunu söyler. Yazar camları battaniyelerle örtülü, karanlık, içerisinde çok az eşya bulunan iki katlı evde yalnız başına kalır. İçeride birisinin olduğu anlaşılsa askere alınmak için götürülebilir veya Alman casusu diye öldürülebilir. O yüzden dışarıya ışık çıkmamalı ve kendisi de dışarıdan görünmemelidir.

Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması, Genelkurmay

Gazi Osman Paşa ve Plevne Savunması, Genelkurmay, 1982, Ankara
 
Kitapta çok genişçe yer verilmekte olan Osmanlı-Rus Savaşında (1877-1878 ) ve özelikle Plevne savunma Komutanı Gazi Osman Paşa'yı anlatmakta.


Türk tarihi kahramanlar ve kahramanlık öyküleriyle doludur. Attila'dan Alparslan'a, Fatih Sultan Mehmet'ten Mustafa Kemal Atatürk'e kadar nice isim imkânsızı başararak Türk tarihine geçmişlerdir. Bu büyük kahramanlardan biri de Gazi Osman Paşa'dır. Gazi Osman Paşa, Tokat"ta doğdu. Asıl adı Osman Nuri"dir. Babası, İstanbul kereste gümrüğünde kâtip olan Mehmet Efendi, annesi Şakire Hatun"dur. Ailenin tek erkek çocuğu olan Osman Nuri, henüz yedi sekiz yaşlarında iken ailesiyle birlikte İstanbul"a babasının yanına gitti. Sırasıyla Askeri Rüştiye, Askeri İdadi ve Mektebi-i Harbiye okullarını bitirdi. Çeşitli görevlerde bulunan Gazi Osman Paşa, 1859 yılında Osmanlı Devleti"nin nüfus sayımı ile kadastro usulünde haritasının çizilmesinin kararlaştırılması ve bu arada Bursa ilinden başlanması üzerine bu göreve askeri temsilci olarak tayin edildi. 1866"da Girit"te baş gösteren Rum isyanı dolayısıyla buraya yollandı.

İlk Öğretmen, Cengiz Aytmatov

    İlk Öğretmen, Cengiz Aytmatov
Kitapta olaylar; anlatıcı konumunda bir ressam, köyün eski öğretmeni Duyuşen ile ünlü bir felsefe profesörü olan Altınay Süleymanova arasında geçmektedir.
Hikâye, ressam ve Profesör Süleymanova’nın köydeki okul açılışı için köye davet edilmeleri ile başlamaktadır. Ressam’da Profesör’de uzun zamandır köye gitmedikleri için    2–3 gün kalmak üzere daveti memnuniyetle kabul ederler. Köy ahalisi Profesör Süleymanova’yı törenle karşılar ve onu memnun etmeye, sevgilerini göstermeye çalışırlar. Coşkun bir hava vardır. Bu durum artık köyün postacılığını yapmakta olan eski öğretmen Duyuşen’in okul açılışı için telgrafları getirmesine kadar devam eder. Törene davet edilmesine rağmen Duyuşen teslim edilmesi gereken telgraflar olduğunu bahane ederek, içeri girmez ve gider. Profesör Süleymanova, Duyuşen’in adını duyunca tedirgin olur ve o gün köyü terk eder. Köylüler bu nedensiz ayrılışa çok üzülürler ancak Profesör Süleymanova’yı da kalması için ikna edemezler. Acaba Profesör Süleymanova neden böyle acele etmiştir?              

İlk Turnalar, Cengiz AYTMATOV

İlk Turnalar, Cengiz AYTMATOV
Elips Kitapı, 2005, Ankara, 207 sayfa

Yazar, bu kitapta milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebi, askeri yani bütün maddi ve manevi zenginliğini yansıtmış, yaşadığı coğrafya insanının tarih içinde kazandığı değerleri; acılarını, kahramanlıklarını, tecrübelerini yazıya döküp ölümsüzleştirmiş, halkının içine düştüğü zor durumları en güzel şekilde anlatmıştır. Kırgız Türk kültürünü, psikolojisiyle, duyuş ve anlayış tarzıyla, tüm zenginliğiyle o kültürü bina edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalışmıştır.
        Olaylar soğuk bir ortamda ders yapmaya çalışan bayan öğretmen İnkamay-Apay (İnkamay Abla)’ın, Hint kıyılarına yakın olan masal adası Seylan’ı coğrafya dersinde detaylı olarak anlatması ile başlamaktadır. Sınıfının en kuvvetli çocuğu olduğundan dolayı soğuk pencere kenarına oturtulan Sultanmurat, Seylan adasının güzellikleri anlatılırken yaşantısına dair anıları göz önüne getirmektedir. 

Türkiye ve Reformları (LA TURQUİE ET SES REFORMES), Eugéne Morel

Türkiye ve Reformları (LA TURQUİE ET SES REFORMES), Eugéne Morel

    Yazar; 1850’li yıllarda Fransa tarafından; anlaşmalarla dikte edilen reformların uygulanmasını gözlemlemekle görevlendirilmiş; daha sonraları da çeşitli vesilelerle Osmanlı Devleti topraklarında bulunmuştur. Özetini arz ettiğimiz bu kitapta Türkiye’de edindiği izlenimlerini, devlet düzeni, sosyal ve ekonomik durumla ilgili tespitlerini yazmıştır. Her ne kadar yazar kitabının başında ve arka kapağında “hem kasıtlı bir hayranlık ve coşkudan, hem de sitemli bir aşağılamadan kaçınarak” tarafsız gözle yazmaya çalıştığını ifade etse de, akbabaların leşlere karşı duyabileceği tarafsızlık ne kadarsa, onunki de o kadardır. Onun ve anlaşıldığı kadarıyla tüm Avrupa’nın gözünde Osmanlı toprağı, pislik içinde, berbat yönetilen, her yönüyle düzeltilmesi gereken ve aslında Türklerin olmayan topraklardır. Kitabın birinci bölümü bu söylediklerimizi tekzip eder niteliktedir. Kitaba, sanki Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne derin bir saygısı; sosyal, kültürel hayatına ve engin hoşgörüsüne büyük bir hayranlığı varmış gibi başlıyor; ancak sonraki bölümler bunları tamamen yalanlar nitelikte. 
    Kitap, giriş ve sonuç bölümleri dâhil 13 bölümden oluşmaktadır. Bölümlerin listesi aşağıda sunulmuştur:  


2.       BÖLÜMLERİN ÖZETİ:
    a.     “Giriş” Bölümü:

21’inci Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti, Kemal GİRGİN– Işık BİREN

 21’inci Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti, Kemal GİRGİN– Işık BİREN
Son yüzyılda dünyada gelişen önemli olaylar, yaşanan felaketler,  ilerlemeler, savaşlar, barışlar ve  güç  dengelerinin nedenleri ile geçmişi özetlemek ve ileriye dönük düşünceleri geliştirmektir.                
                      
    Dünya Siyaseti Açısından 20’nci Yüzyılın Bilançosu:
    20’nci yüzyılın özetini ifade ederken dünya siyaseti açısından kullanılan iki kelime ‘’ilerlemeler’’ ve ‘’trajediler’’ olacaktır. İlerlemelere bakıldığında; 20’nci yüzyılda insanoğlunun yaşamında, kara ve denizin yanı sıra havanında gitgide gündeme girdiğini görmekteyiz. 20’nci yüzyıl boyunca havacılık ve nükleer güç gibi büyük atılımların yanı sıra, elektrik-elektronik buluş ve uygulamaları ile haberleşme, ulaşım ve sanayide büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Ayrıca tıp alanındaki buluşlar, yeni ilaç ve metotlar, medyadaki yoğun yenilikler, internetin yaygınlaşması, eğitimin yaygınlaşması, yaşam konforunun artması, tüketimin yükselmesi gibi olgular, hep kapattığımız 20’nci yüzyılın başarıları arasındadır.
    Bütün bu ilerleme-gelişme olaylarının yanı sıra, 20’nci yüzyılın ikinci en belirgin özelliği ‘’trajediler’’ ile dolu olmasıdır. Olumsuz veya trajik niteliğin belli başlı nedeni, yüzyıl boyunca yaşanmış olan savaşlar ve kanlı çatışmalardır. 20’nci yüzyılda yaklaşık yüz milyon insan savaş ve çatışmalarda hayatını kaybetmiş, yüz milyonlarca kişi de bu olayların maddi ve manevi ızdıraplarını yaşamıştır.