Türkiye ve Reformları (LA TURQUİE ET SES REFORMES), Eugéne Morel

Türkiye ve Reformları (LA TURQUİE ET SES REFORMES), Eugéne Morel

    Yazar; 1850’li yıllarda Fransa tarafından; anlaşmalarla dikte edilen reformların uygulanmasını gözlemlemekle görevlendirilmiş; daha sonraları da çeşitli vesilelerle Osmanlı Devleti topraklarında bulunmuştur. Özetini arz ettiğimiz bu kitapta Türkiye’de edindiği izlenimlerini, devlet düzeni, sosyal ve ekonomik durumla ilgili tespitlerini yazmıştır. Her ne kadar yazar kitabının başında ve arka kapağında “hem kasıtlı bir hayranlık ve coşkudan, hem de sitemli bir aşağılamadan kaçınarak” tarafsız gözle yazmaya çalıştığını ifade etse de, akbabaların leşlere karşı duyabileceği tarafsızlık ne kadarsa, onunki de o kadardır. Onun ve anlaşıldığı kadarıyla tüm Avrupa’nın gözünde Osmanlı toprağı, pislik içinde, berbat yönetilen, her yönüyle düzeltilmesi gereken ve aslında Türklerin olmayan topraklardır. Kitabın birinci bölümü bu söylediklerimizi tekzip eder niteliktedir. Kitaba, sanki Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne derin bir saygısı; sosyal, kültürel hayatına ve engin hoşgörüsüne büyük bir hayranlığı varmış gibi başlıyor; ancak sonraki bölümler bunları tamamen yalanlar nitelikte. 
    Kitap, giriş ve sonuç bölümleri dâhil 13 bölümden oluşmaktadır. Bölümlerin listesi aşağıda sunulmuştur:  


2.       BÖLÜMLERİN ÖZETİ:
    a.     “Giriş” Bölümü:

    Bu bölümde yazar, ilk olarak doğu sorununu basitçe tanımlıyor. Buna göre doğu sorunu “köken ve din bakımından birbirinden farklı, tarihsel geçmişin bütün anısını yitirmiş, hiçbir siyasal özlemi olmayan ve Müslüman bir hükümdarın otoritesi altında birbirine karışmaksızın, dinsel kinlerle ayrılmış olarak yan yana yaşayan, çeşitli topluluklardan oluşmuş geniş bir imparatorluk” olarak tanımlanmaktadır. Yani yazar (veya hâkim düşünce) tüm Osmanlıyı “doğu sorunu” olarak görmektedir. Asırlarca “sınırsız” olarak yaşamış olan toplulukların arasına sınırlar çekmenin gereğinden bahsetmiş, Osmanlıyı kurtaracak yegâne çözümün bu olduğunu vurgulamıştır.
    Müslümanların (devletin) hoşgörüsünden; Türklerin, bu çeşitli milletler arasında bir kaynaştırıcı rolü oynadığından, Türklerin hiçbir müdahalesi olmaksızın cemaatlerin dini yöneticilerini seçebildiklerinden; hatta kiliselerde açıkça, hilale karşı nefret, Rus çarına sevgi ve hayranlık propagandası yapılabildiğinden övgüyle bahsedilmektedir. Bu bölümde Türk faktörünü bölgeden çıkarmanın en korkunç anarşiye yol açacağını ifade etmekle yiğidin hakkı veriliyor, ancak kitabın genelinde Türk faktörünün buralarda fazla olduğu ve tüm unsurlar üzerindeki hâkimiyetinin kaldırılması gerektiği düşüncesi hâkim. Yazar, Türklerin özellikle Hıristiyanlar üzerindeki hâkimiyetini katlanılamaz olarak görmektedir.
    b.      Birinci Bölüm – Nüfus:ıııı
    Bu bölümde Türk nüfusun azalması, nedenleri, 1844 nüfus sayımına göre nüfusun bölgelere ve gruplara dağılımı ve değişik halk zümreleri arasındaki uyuşmazlıklar anlatılıyor.
    Türk nüfusunun o dönemde azalışının temel sebebinin savaşlar olduğu, Türk askerlerinin savaşlardan sonra yaşadıkları trajedi, nasıl Ermeni ve Rum tefecilerin eline düştükleri, Türklerin savaşırken diğerlerinin nasıl sefasını sürdükleri gözler önüne serilmektedir.
    Nüfus durumu incelenirken altı çizilen nokta, Osmanlının Avrupa topraklarında Müslümanların oranının % 26’ya düştüğü, Slav ırkının (Bulgar, Sırp, Bosnalı) Türklerin karşısında büyük bir güç olarak durduğu noktasıdır. Ancak bu nüfusun birbiriyle husumetlerinin sürekli olduğu, yönetici olarak Türkleri diğerlerine tercih ettikleri anlatılıyor.
    c.       İkinci Bölüm – İller:
    İmparatorluğun bütün illeri, etnik ve sosyal yapıları, Avrupalılarla ilgili etnik yönleri, zenginlikleri, ekonomileri, istismar edilmesi (müdahale edilmesi) gereken yönleri, Osmanlının buralardaki yönetim kusurlarıyla ele alınıyor:
        (1)     İlk olarak Arnavutluk inceleniyor: Arnavutlara hakaret edercesine, Türk baskısından ve vergiden kurtulmak için Müslümanlığı seçtiklerini (tüm balkanlı Müslümanlar için bunu vurguluyor), eğitilebilir bir halk oldukları için derhal ortama ayak uydurduklarını ve hemen onların istediği (Türklerin) şekilde davrandıklarını iddia ediyor.
        (2)     Bosna: Halkın atalarının dinine bağlı kalırken, soyluların tımarlarını korumak için kitle halinde Müslümanlığı seçtiklerini (!) sayıklıyor. Osmanlının bir kusuru olarak burasını feodal esaslara göre yönetmeye devam ettiğini söylüyor.
        (3)     Bulgaristan: Bu ilde Türklerin hiçbir esamisi okunmaz (!), Türkler burasını geliştirmemek için çeşitli hileler yapmış (!), gibi yazarın bitmez tükenmez çamur atmaları mevcut. Çok saldırgan ve barbar olan Bulgarların Türkler tarafından asimile (!) edilerek en barışçıl insanlar haline getirildiklerine dair bile tutarsız eleştiriler var.
        (4) Makedonya: topraklarının verimliliğini ve halkının 1/3’ünün Müslüman olduğunu, geri kalanının “güçlü, çalışkan, zeki ve savaşçı Yunanlı Hıristiyan” olduklarını anlatıyor.
        (5)     Teselya: Topraklarının çok verimli olduğu, bir çok işlenen ve işlenmeyen madenleri olduğu anlatılıyor.
        (6)     Trakya: Yazar Trakya'nın toprağına ve tarımına hayran kalmış, buradakilerin Türk olduğuna inanamıyor, bu konuda çeşitli spekülasyonlar yapıyor.
        (7)     Trablus: Bu ili coğrafi konumu nedeniyle Avrupa ile Afrika arasındaki ticaretin tercih edilen yolu olduğunu belirtiyor. Ülkenin günden güne yoksullaştığını, salgın hastalıkların kol gezdiğini vurguladıktan sonra, buralardaki Osmanlının valileriyle yapılan birebir ticaret ve barış anlaşmalarından bahsediyor.
        (8)     Prenslikler: Eflak ve Boğdan prensliklerinin etnik, sosyal, kültürel manzaraları ortaya konduktan sonra 1856 barışıyla nasıl Rusların himayesinden alınıp Avrupa'nın himayesine bağlandığını, bağımsızlığa giden yola nasıl konduğunu ve diğer siyasi olayları anlatıyor.
        (9)     Sırbistan: 1857’lerden önce Viyana’nın kontrolü altındaki Prens Alexandre Georgewitch’in yönetiminde olduğunu, bu tarihten itibaren yönetimin bir ihtilalle Rusya’nın kontrolü altındaki Miloş’a geçtiğini anlatıyor. Sırp kilisesinin hiçbir zaman İstanbul'daki Ana kiliseye bağlanmadığını, askeri harcamalarının çok yüksek olduğunu anlatıyor.
        (10)     Mısır: Napolyon’dan sonra Mısır’ın nasıl bir kaos içerisine girdiği; sevgili (!) Mehmet Ali’nin Mısır’a katkıları, nasıl bir uygarlaşma süreci başlattığı, bütün Memlukları nasıl kılıçtan geçirttiği bir bir anlatılıyor. Mehmet Ali ve sülalesinin Mısır’a daha çok şey katacağını, onların sayesinde Mısır’ın Avrupa tarafından fethedileceğini vurguluyor.
        (11)     Tunus: Buranın da, Osmanlıya restini çeken, gelen hatları yürürlüğe koymayan ve İstanbul’u çok iyi idare eden “Hammuda Bey” bir “sevgili” kahramanı var. Hammuda’nın arkasından gelenler de benzer politikalar izlemiş ve yazarın yaşadığı günlerde Tunus da yaklaşık olarak bağımsızlığı sağlanmış ve Fransa ile çok iyi ilişkiler içinde.
    ç.       Üçüncü Bölüm – Dinler ve Irklar:
    Bu bölümde din gruplarının uyuşmazlığı, devletin kiliselerden elini çekme zorunluluğu, cemaatlere tanınan ayrıcalıklar, ruhanilerin özerklikleri, belediye meclisleri ve kusurları, Müslümanların hacları, çeşitli azınlık gruplarının durumları, Fransa ve Avusturya’nın himayeciliği ve kapitülasyonlar konusu anlatılıyor.
    Din grupları arasına Osmanlının nifak tohumları attığından sürekli bir çatışma potansiyeli taşıdıklarını, devletin bu gruplardan hiçbirinin iç yaşamının ayrıntılarına hiçbir zaman el uzatmadığını, merkezi iktidarın otoritesi ile görünüşte birlik içinde yaşamlarını sürdürdüklerini anlatıyor. Bu durumun böyle devam edemeyeceğini ve kesin bir dağılmaya varacağını, o nedenle daha fazla reform ve ayrıcalıklar gerektiğini ifade ediyor. Bu bapta da kendi içinde çelişkiler var.
    Belediye meclislerinde farklı din ve ırktaki grupların yeterli temsil edilemedikleri, haklarının korunamadığından önce şikâyet ediyor, sonra da uygulamaları anlatıyor. Bunu yaparken de, yapılagelen uygulamaların ne kadar asilane bir şekilde düzenlenmiş olduğunun, kendilerinde böyle şeylerin mümkün olmadığının fakında değil, sürekli çamur atıyor.
    Müslümanların hac ibadetlerinin gidişteki ihtişamını ve dönüşte yaşanan acı olayları, buradaki ilgisizliği, organizasyon hatalarını anlatıyor, bundan da hareketle sözü buraların Müslümanlara layık olmadığına getiriyor. Hatta Voltaire’in “Mekke kutsalsa eğer, bilir misiniz nedeni nedir? İbrahim orada doğdu ve külleri orada dinlenmektedir” sözüne dayanarak o bölgedeki egemen unsurun Muhammed’in anısı değil, özellikle saygı gören, önünde eğilinenin İbrahim’in anısı olduğunu iddia edecek kadar da küstahlaşıyor.
    Frenklerin kapitülasyonların koruması altında nasıl Osmanlı topraklarında çöreklendiği, yüzyıllar süren aşamalar içerisinde nasıl “devlet içinde devlet” haline geldiği, dindaşı azınlıkları ve özellikle de Katolikleri nasıl sistemli bir şekilde zenginleştirerek büyük bir güç haline getirdikleri de bu bölümde anlatılan konular arasında.
    Rumların bugün bir millet olarak varlığını Fatih Sultan Mehmet’e borçlu olduklarının hakkını verdikten sonra, Güney Yunanistan’daki özgür Yunanlılardan övgüyle bahsederek, Osmanlıda kalan diğer Rumların da bir an önce istiklallerini kazanmalarının ne kadar isabetli olacağını anlatıyor.
    Ermeniler için Türkiye’nin en iyi işçileri olduklarını, az sayıdaki imalathanelerin çoğunun bunlara ait olduğunu, bilgili, zeki olan Ermenilerin yabancı diller konusundaki şaşırtıcı yeteneklerini anlatıyor. Bunların cemaatleşmeye ancak 1829’lardan sonra başlayabildiklerini de anlatmış. Yaşadıkları bölgeyi “Ermenistan” olarak adlandırmış.
    Keldaniler ve Nasturiler’e geniş yer verilmiş. Özellikle Urmiye (Rumiye) (Türkiye ile İran arasında aynı adlı gölün kıyısındaki şehir) bölgesindeki Müslümanların kalabalık ve bağnaz olduklarını, onların elinden bölgedeki Keldaniler ve Nasturiler’e kısa zamanda katliama dönüşebilecek kötülükler gelebileceği, kötü bir dürtüyle o bölgedeki Hıristiyanlara türlü kötülükler yapılabileceği vs. gibi bir Avrupalıya yakışır paranoyalar üretiyor. Ayrıca Rus Çarı 1’inci Petro’nun varislerine, İstanbul ve Hindistan’a nasıl el atacaklarına, Osmanlı ve İran’a sürekli savaşlar açmalarına yönelik tavsiyelerine dair vasiyeti de burada yer alıyor.
    Kapitülasyonlar bahsinde Kanuni’den de önce çeşitli kapitülasyonların uygulandığı anlatılıyor. Önceleri karşılıklı menfaat anlayışıyla başlayan ilişkilerin nasıl daha sonra Osmanlının borcu haline geldiğinin hikâyesi burada anlatılıyor. Aşama aşama boynuzun kulaktan beslenerek onu nasıl yediği anlatılıyor.
    d.      Dördüncü Bölüm – Hükümet ve Yönetim:
    Osmanlının devlet yapısı, tarafsız bir gözle ve normal şekilde anlatılıyor.
    e.       Beşinci Bölüm – Tarım, Sanayi ve Ticaret:
        (1) Tarım: Tarım arazileri bol miktardadır, çok da elverişlidir, ancak iyi işletilememektedir. Tarım sadece yerleşim yerleri çevresinde yapılmaktadır, buna rağmen belli bir bolluk hakimdir. Ayrıca ülke, madenler yönünden de çok zengindir ve işletilememektedir.
        (2) Sanayi: Tarımdaki bolluğa karşın sanayi pek geridir. Eskiden bu topraklarda imal edilen her şeyin bugün Avrupa’da çok daha ucuza ve kaliteli bir şekilde üretilebildiği ve bu nedenle zaten geri olan sanayinin batma noktasına geldiği anlatılıyor. Yahudilerin bütün Avrupa’daki fonksiyonlarını burada da icra ettikleri, Beyrut’un gelişmekte olduğu, finansman ve ödemelerin nasıl yapıldığı da burada işlenen temalar arasında.
        (3) Ticaret: Ticaretin şeklini, esaslarını 1838’e kadar kapitülasyonlar belirlemektedir. 1838’den sonra imzalanan ticaret anlaşmasıyla, Türkiye’de tarıma bir darbe vurulduğu itiraf ediliyor. Daha sonra yapılan 1866 Ticaret Anlaşmasıyla yine birilerine daha fazla ayrıcalıklar tanınıyor. Bu anlaşmaların, Osmanlıya karşı güçlendirilmek istenen unsurların lehine, Osmanlının genel olarak aleyhine nasıl hiç hissettirilmeden düzenlendiğini, buralarda dönen entrikayı bu bölümde anlatıyor. 1866 Anlaşmasını madde madde kime ne menfaat sağladığını anlatıyor.
    Önemli merkezler olan Şam, Yafa, Beyrut, İskenderiye’nin ticari vaziyetleri, kime ne hacimde ihracat ithalat yapar tek tek inceleniyor. Tuna Prenslikleri ve Sırbistan ayrıca ele alınıyor. Liman istatistikleri sonuçlarından olarak, o dönemde en yüksek tonajda yükün Yunanistan bandıralı gemilerle taşındığı görülüyor.
    İngiltere, Fransa, Avusturya ve Belçika ile ticaretin durumu, Galata borsası başta olmak üzere ticari kuruluşlar, ülkede bulunan başlıca iskeleler ve deniz ulaştırmacılığı da bu bölümde işleniyor. Dikkati çeken, Avrupalıların bu konularda son derece aktif olduğu, tüm imkânlarını gayrimüslimlere açtığı, daha çok onlarla çalıştığı ve 1860’lar itibariyle iyice kökleştiği hususudur. Türk – Müslümanlar bu esnada varsa tarım ve hayvancılık, yoksa askerlik ve hamallık yapmaktadırlar.
    f.   Altıncı Bölüm – İmar İşleri:
    Yollar yönünden Avrupa’da Türkiye’den daha zayıf bir ülke yoktur. Bu konu tarım ve sanayi başta olmak üzere her şeyi olumsuz etkilemektedir. Devletin bu zamanlarda çeşitli ülkelere yol ve demiryolu yaptırabilmek için büyük imtiyaz sözleşmeleri hazırlığı içinde olduğunu görüyoruz. Yazar bu bölümde çeşitli yol projeleri üzerinde tartışıyor. Olası bir Avrupa – Hindistan demiryolunun bütün taraflara sağlayacağı faydalar, bu demiryolunu kurmasını tasarladığı kuruluşun yönetim yapısı (Türk – İngiliz – Fransız hükümetlerinin gözetimi altında Uluslar arası Asya – Avrupa Ulaşım Kumpanyası) bunların yapımında karşılaşılacağı değerlendirilen güçlükler (güvenlik gibi) üzerinde çeşitli fikirler ortaya konuyor.
    g.   Yedinci Bölüm – Maliye:
    Osmanlı maliye sisteminin çağa ayak uyduramayışını, geri kalmışlığını, adaletsizliğini bu bölümde eleştiriyor ve olabilecek çözüm yollarını gösteriyor. Tanzimat fermanı ve Gülhane Hattının ilerlemede büyük adımlar olduğunu, ancak yetersiz olduğunu, maliyeye de büyük bir neşter vurulması gerektiğini vurguluyor. İmparatorluğun farklı yerlerinde farklılıklar arz eden uygulamalar, farklı vergi oranları, her tarafta hâkim olan rüşvet ve iltimas, savurganlık gözler önüne serildikten sonra, Avrupa’nın bu ülkenin kalkınması için yaptığı fedakârlıklar (!), ve bu “canayakın (!)” eğilimlerin devamı için devletin üstüne düşen görevler, gelecekte ortaya çıkacak olan “Düyunu Umumi” ye giden basamaklar – sanki bizi çok düşünürmüş gibi – anlatılıyor. En çok da yabancıların Türkiye’de mülk edinebilmeleriyle ilgili talepler var.
        (1) Vergi sistemi büyüteç altına alınmış ve hukuki temelinden başlayarak, evveliyatı da dahil olmak üzere tepeden tırnağa ayrıntılı olarak incelenmiş, tespit edilen yanlışlıklar anlatılmıştır. Belli eyaletlerin vergi gelirlerini arttırabilmek için olabilecek tedbirler, üretim, ihracat ve ithalatları göz önüne alınarak tavsiye edilmektedir. Bu konuda İzmir’de Ali Nehab Efendi’nin yaptığı bir çalışma övülüyor ve tavsiye ediliyor, yine söz döndürülüp dolaştırılıp yabancıların Türkiye’de mülk edinebilmeleri hakkının bir an önce yürürlüğe konmasına dayandırılıyor.
        (2) Bütçe konusu üzerinde de ayrıntılı olarak durulmuş. Verilerin kesin olmaması ve kayıtdışılık o dönemde de önemli bir sorun. Kırım savaşının olumsuz etkilerinin birçok konuda olumsuzluklara yol açtığı belirtildikten sonra o yıllara ait bir gelir – gider tablosu konulmuş. Burada en büyük gider kaleminin yaklaşık % 41’lik oran ile orduya ait olduğu görülüyor. Bir başka dikkat çeken, yazarı da rahatsız eden konu, “vakıflar yönetimine yardım” adı altında gösterilen giderler. Vakıf mallarının koruma altına alındığından hareketle, zenginlerin mallarını korumak için vakfettiklerini iddia ediyor, ayrıca vakıflar idaresinin Osmanlıdaki tüm taşınmaz malların ¾’ünün ismen sahibi olduğunu yazmış.
        (3) Para sistemini anlatırken, Sultanın zaman zaman kurlarla oynamak ahlaksızlığını gösterdiğini iddia ediyor. Zaman içinde basılan paraların durumlarını ayrıntılı olarak inceliyor.
        (4) İç ve dış borçlar da bu bölümde inceleniyor: 1453’ten 1853’e kadar borçsuz olarak her türlü giderini karşılayabilen Osmanlının Kırım savaşından sonraki borç batağına düşüşü anlatılıyor. Bu borçların (yaklaşık 760 milyon frank) İngiltere’nin (20 milyarın üzerinde) ve Avusturya’nın (5 milyar) borçları karşısında çok küçük olduğunu ve devletin itibarı için süratle ödenmesi gerektiğini vurguluyor. Düyunu Umumi uygulamalarına kadar götüren yolun aşamaları, 1858 borçlanması, Mirés borçlanması (1860), Devaux borçlanması (1861), 1862 borçlanması, 1863’te Divan-ı Muhasebat’ın (Sayıştay) kurulması, aşama aşama anlatılıyor, her bir borç verilirken ortaya konan şartlar ve o zamanki yönetimin bütün bunları kabul edişi anlatılıyor. Osmanlının nasıl acınacak hallere düştüğü burada görülüyor.
    ğ.   Sekizinci Bölüm – Eğitim:
    Eğitim sistemi kabaca anlatıldıktan sonra geri kalmışlık, dine dayalılık konusu haklı olarak eleştiriliyor. O devrin yüksekokullarında bilim adamı, teknik personel değil, din adamı yetiştiriliyordu. Dışarıdan insanların başında bulunduğu özgür (!) basın övülüyor. Bu bölümün sonundaki şu paragraf, durumu şöyle özetler: “İstanbul’da oldukça çok kitaplık vardır, ama buralarda ancak dini kitaplar ve birkaç Avrupa kitapları çevirisi bulunur. Tıp, VIII’inci yüzyıldaki Arapların tıbbından çok daha geridir (bu sözünü ileriki bir bölümde yalanlıyor), cerrahlık fazla ilerleme yapmamıştır. Bilindiği gibi resim ve heykel yasaktır. Müzik aletleri Yunanlılardan (!onlardan miras aldık ya!) beri çeşitlenmemiştir. Son olarak seyirlik sanatlar kuklalar ve utanmazlıklarıyla dikkat çeken gölge oyunundan ibarettir.” Yazar her ne kadar satır aralarında Türklüğe hakaretler etse de, bu konuda haklı noktalara temas ediyor.
    h.   Dokuzuncu Bölüm – Sosyal Yardım:
    Sosyal yardımlaşmanın iyi şekilde olduğu, insanların ve devletin bu konudaki gayretleri konusunda takdirli ifadeler var. Ancak bu konunun organizasyonundaki bozuklukları haklı olarak eleştiriyor. Türk yardım kuruluşlarının tüm insanlara açık olduğunu, azınlıklara ait olanların sadece kendilerine hitap ettiğini satır aralarından çıkarıyoruz. Avrupa’da olmadığı kadar sosyal yapının sağlam olduğunu, sokağa terk edilen çocukların olmadığını, kadınların daha az çılgınlığın pençesine düştüğünü, akıl hastalarının, ihtiyarların, evsizlerin, fakirlerin gerekli bakımı gördüklerini ifade ederken satır aralarında bunlara da kulplar yakıştırmaktan geri kalmıyor.
    ı.   Onuncu Bölüm – Ordu ve Deniz Kuvvetleri:
    Osmanlı ordusunun genel tarihi safhalarını anlattıktan sonra o günkü duruma dair tahminler yapıyor. Kayıtlara göre yedekler dâhil olması gereken asker sayısının 400.000 olduğunu, ancak bu rakamların abartılı olduğunu, gerçek rakamın yaklaşık 150.000 olması gerektiği tahminini yapıyor. Orduda; Taburdan üst birlik seviyesinde koordineli bir harekâtta bulunma yeteneğinin bulunmadığı, subayların mesleklerinin temel konularını bile bilmedikleri, generallerin yetiştirilerek değil de, vezirlerin yakınlarından – hiçbir askerlik tecrübesi olmasa bile – seçilerek atandığı, sadece kâğıt üzerinde, ama maaş alan taburlar bulunduğu, sistem diye bir şeyin olmadığı gibi gerçekleri belki biraz da abartarak yüzümüze vuruyor. Askerlik görevini yapmak üzere evinden ayrılan askerlerin ailelerinin yaşadığı trajedi, bu zafiyetten beslenen gayrimüslim tefecilerin giderek zenginleşmesi ve arazi sahibi oluşları, bu milletin o zamanlarda da hangi merhalelerden geçtiğini gözler önüne seriliyor.
    Bahriyenin 1853 itibariyle çok zayıf durumda olduğu, çoğu eski, arızalı veya silahsız 86 gemiden ibaret olduğu, Kırım savaşında 13’ünün Sinop’ta harap olduğu, gerisinin de müttefikler tarafından taşıma işlerinde kullanıldığı da bu bapta anlatılıyor.
    i.   On birinci Bölüm – İslam Hukuku ve Adli Örgütlenme:
    İslam hukukunun medeni hukukla çelişen yönleri, kaynakları, Kur’an ve Sünnet, kişi hak ve hürriyetleri, mülkiyet, camilerin malları, ceza hukuku açılarından incelenerek objektif değerlendirmelere yer veriliyor. Ancak cezalar konusunda haksızlık yapılıyor, fethedilen yerlerdeki gayrimüslimlerin alışkanlıklarından olan ve tarihte devşirme yeniçeriler tarafından gayri resmi olarak nadiren uygulanmış olan idam cezasının farklı infaz şekilleri (kazığa oturtma, başın havanda ezilmesi, çengel veya kanca, sakat bırakma) İslam Hukukunun veya Osmanlı Adalet Sisteminin bir parçasıymış gibi eleştiriliyor.
    Adli örgütlenme konusu da çok fazla eleştiri getirilmeden, hatta biraz da övgüyle ele alınıyor, ancak yeniliğe, elastikiyete açık olmayışıyla Osmanlının sonunu hazırladığı gerçeğinin altı çiziliyor.
    j.   “Sonuç” Bölümü:
    Reformlar yapan devlet adamlarından övgüyle bahsediliyor ve daha yapılması gereken reformlar anlatılıyor; adli, mali, askeri daha çok reformlar gerektiği vurgulanıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder