Yaşadığım Gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901 – 1962), Türk edebiyatının en önemli şair ve yazarlarından biridir. O, batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş, çok iyi anlamış, ama Türk kültürünün, Türk edebiyatının ateşli bir savunucusu, etkili bir tanıtıcısı olmuş, gerçek bir vatanseverdir. Kendisi milliyetçi bir yazardır, ancak milliyetçiliği doktriner değil, Türk milletine, Türk kültürüne karşı duyduğu derin alaka ve aşktan kaynaklanan bir kültür milliyetçiliğidir. Şimdi özetini arz edeceğimiz eseri, onun bir ömür boyu Cumhuriyet, Ülkü, Ulus, Oluş, vs gibi gazete ve dergilerde yayınlanmış çeşitli konulardaki bilgi, görgü ve görüşlerini ortaya koyduğu deneme yazılarının, kendisi vefat ettikten sonra toplanmasıyla oluşturulmuştur.
Kitap; içindekiler, giriş ve önsözlerin bulunduğu bölüm hariç yedi bölümden oluşmaktadır:
a.    İnsan ve Cemiyet
b.    İnsan ve Ötesi
c.    Üç Şehir
ç.     Paris Tesadüfleri
d.    Türk Dili ve Edebiyatı (mülakatlar)
 f.    Musiki
 g.   Plastik Sanatlar

2.     BÖLÜMLERİN ÖZETİ:
a.    İnsan ve Cemiyet:
Bu bölümde yazarın , insan – toplum ilişkisi, doğu ve batı arasındaki esaslı farklar, kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık, insanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası, aydınların durumu, Bulgar göçmenleri, kitaplardan duyulan korku, edebiyatta bitmeyen çıraklık, Musolini, savaş ve barış, Atatürk’ten alınacak dersler gibi konulardaki görüşleri yer alıyor.
    İnsan – toplum ilişkisiyle ilgili yazısında, insanların fert halinde toplumsallıktan uzaklaştıkça bir zaaflar bütünü olduğunu, cemiyet hayatına yaklaştıkça zaaflardan kurtulduğunu dile getiriyor. Şark  ile garp arasındaki temel farkın yaptığı işi şahsen yaşamak noktasında olduğunu, şarklının her olaya yüzeysel yaklaştığını, garplının ise o işi yaşadığını ifade ediyor. Kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlığı ele alırken büyük bir kültür, sanat ve insan buhranı içinde bulunduğumuzu, on sene sonra daha başka şeyleri de kaybedebileceğimizi vurguluyor. İnsanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası bahsi içerisinde Tanzimattan beri süregelen inkılaplar karşısında insanımızın duruşu ve eski ve yeniye karşı yaklaşımı tasvir ediliyor. Aydınların, bir ağacın köklerinden beslendiği gibi geçmişten güç almasını, bunu çağdaş düşünce ile harmanlamasını tavsiye ediyor. Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan soydaşlarımızın bizim için taşıması gereken manevi değeri ortaya koyduktan sonra, toplumumuzun bu felaket karşısındaki duyarsızlığını eleştiriyor.  Edebiyatta bitmeyen çıraklık konulu yazıda, edebiyatçılarımızın bir türlü halkın nabzına etki edememesinin sebebi olarak, yazarlarımızın hangi kariyere sahip olursa olsun Türk gibi düşünüp Frenk gibi anlatmaları gösteriliyor. İkinci dünya savaşından uzak kalışımızı büyük bir zafer olarak addediyor, Musolini’nin dev bir cüce olduğunu, yeni bir barışın ilk cümlesinin savaşı yasaklaması gerektiğini vurguluyor. Yazarın Atatürk hakkında da bir çok yazısı mevcut, kendisi tam bir Atatürk hayranı olup, bunu her vesile ile ortaya koyuyor.
b.    İnsan ve Ötesi: Önceki bölüme nazaran daha kısa olup, yazarın insanlar ve manevi yönleriyle ilgili, gözlemlerden yola çıkarak duygu ve düşünceleri bu bölümde aktarılıyor.
    “İnsan ve ötesi” başlıklı (bölüm başlığıyla aynı) insan manzaralarının yazarda uyardığı duygular; hiçbir şeyin görüldüğü gibi basit olmadığı, her birinin bir hikayesi olduğu anlatılıyor.
    İkinci deneme olan “Güzel ve Sevgi Arasında” başlıklı yazı, güzel ile sevgi arasında yazarın yarattığı bir diyalog olup, güzelin ne kadar sığ ve geçici, sevginin ne kadar derin ve ebedi olduğunu, ama güzel ve sevginin ne kadar birbirine bağlı olduğunu gözler önüne seriyor.
    “Aşka Dair” ve “Aşk ve Ölüm” başlıklı yazılarda ise, aşkın ruhlarda nasıl yankılandığını biraz da mistizme kayarak anlatıyor.
c.    Üç Şehir: Üç şehir (İstanbul, Bursa ve Kahramanmaraş – özellikle de İstanbul) ile ilgili duygu ve düşüncelerini, tarihi olaylara da telmihler yaparak, halkın nabzından aldığı veriler ve bugünkü durumları da göz önüne alarak ortaya koyuyor.
    “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız” başlıklı yazıda, her mevsimi bir başka güzel olan İstanbul’umuzun yüzyıllar boyu Türk edebiyatında, Türk resim sanatında, Türk musikisindeki yerini biraz da nostaljik ve duygusal bir dille anlatıyor.
    “Karanlıkların Tadı” başlıklı yazıda 1940’larda elektriğin ve sokak aydınlatmasının yeni yeni yaygınlaşmasıyla, bu alışılmadık durumun çağrıştırdığı eskiye ve yolların karanlığına karşı özlem dile getiriliyor.
    “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair” isimli yazıda İstanbul’da yaşanan yoğun bir sis olayının, lodosun ve bu olaylardan etkilenen balıkçıların yazarda uyandırdığı duygular anlatılıyor.
    “Yaklaşan Büyük Yıldönümü” başlıklı bölümde İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümünün uyandırdığı duygular, tarihsel ve sanatsal bir perspektif içinde anlatılıyor, bütün bunları anlatırken de, her cümlesiyle İstanbul’un ne kadar bizim olduğuna dair vurgu yapılıyor, Erzurum, Konya, Van, Bursa ne kadar vatansa, İstanbul’un da Türkün en fazla emek verdiği şehir olarak o kadar vatan olduğu haykırılıyor.
    “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri” başlıklı yazıda ise, İstanbul’un işgali yıllarında yazarın kendisinin de içinde bulunduğu Türk İstanbul gençlerinin duygu ve düşünceleri, yaşanan canlanış, yapılan mücadeleler ve Yahya Kemal’in o zamanki gençlik üz erindeki manevi etkisi yansıtılıyor.
    “Türk İstanbul” ve “İstanbul’un  İmarı” adlı denemelerinde ise İstanbul’un tanzimattan sonraki safhalarda aldığı şekiller, mimari tarzlardaki değişiklikler, günümüzdeki durum ve bunların gönüllerde uyardığı etkiler dile getiriliyor. Bununla birlikte, şehrin imarı için de imarın şehirleşme uzmanları tarafından yapılması, boğazın imarına özel dikkat gösterilmesi, hiçbir çirkinliğe meydan verilmemesi gibi tavsiyelerde bulunuluyor.
    “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi” konulu yazıda, yıkılması tasarlanan İbrahim Paşa Sarayının sahip olduğu güzellikler tasvir ediliyor, Sultanahmet meydanı civarındaki bu sarayın yıkılmasının oradaki güzelliği bozacağı vurgulanıyor.
    “Şehir” yazısında ise, şehirleşme sürecindeki İstanbul’un inkılaplar arasında yapısının bozulması, özünün mahiyetinin değişmesi konusunda bir arkadaşıyla yaptığı diyaloglar anlatılıyor.
    “Kenar Semtlerde Bir Gezinti” konulu yazısında; İstanbul’un kenar semtlerinden birinde dolaşırken yaşadığı hislerini kaleme almış yazarımız. Bunu, “İstanbul’un izbe mahallelerinde dolaşmak kadar öğretici bir şey pek azdır” satırlarıyla ifade ediyor. Oralarda çocukların görünüşleri, oyunları, olası hikayeleri yazarı çok etkilemiş ve bunları yazıya dökmüş.
    Diğer bir yazısı olan “Bursa’nın Daveti” bizlere, Bursa’daki o manevi ortamı anlatıyor. Selçuklu tarihinden başlayıp kendi yaşadığı güne kadar Türk tarihini sanat tarihi açısından ele alıp tartıştıktan sonra; Bursa şehrimizin nasıl bu tarihle, bu sanatla dopdolu olduğunu, Bursa’da ataların nasıl bir manevi ortam yarattıklarını ve bu yönüyle manevi bir merkez oluşunu gözler önüne seriyor.
    Bir sonraki yazısı olan “Bursa Yangını” da Bursa’da Ağustos 1958’de Ulucami ve Kapalıçarşı civarında çıkmış ve büyük maddi zarara ve tarihi eserlerde ziyana yol açan yangınla ilgili düşünceler, tarihe saygı ve muhafaza, şehirleşme konularındaki fikirlerle birlikte aktarılıyor.
    Maraş’ın (şimdiki Kahramanmaraş) kurtuluşunun 26’ncı yıldönümündeki izlenimlerini anlattığı 1 Mart 1946 tarihli yazısında ise, bu kahraman şehrin destanlaşan mücadelesine yaraşır şekilde, o zamanki şehitlerin çocukları ve gaziler tarafından tertiplenen kutlamaların ihtişamı, bu “bayramı” nasıl coşkuyla kutladıkları, nasıl yeniden o kurtuluş günlerindeki gibi yek vücut oldukları, onlardan biri gibi yaşanan bir heyecanla naklediliyor.
    ç.     Paris Tesadüfleri: Yazar değişik zamanlarda çok kereler Paris’e gidip gelmiştir. Fransız kültür ve edebiyatını çok iyi şekilde tetkik etmiştir ve birçok Fransız dostları vardır. Kitabın bu bölümünde Paris anıları ve Fransız dostlarıyla ilgili yazıları vardır. Bu bölümün ilk yazısı olan “Bir Uçak Yolculuğundan Notlar” başlıklı yazıda, 1958’de ömründe ilk kez uçakla Paris’e giderken yaşadığı duyguları, insanlığın medeniyet tarihinden esintilerle birlikte aktarıyor.
    Sonraki yazıları “Paris’te İlk Günler” ve “Dolu Bir Gün” 1954 seyahatindeki ilk günlerini ve Paris’te bulunan birçok dostuyla paylaşımlarını anlatıyor. Paris’te hemen her milletten insanların olması yazarın dikkatini çekmiş. Bu kültür ve sanat şehrinde bulunmaktan tatlı bir sevinç duyduğu da yazdıkları arasında.
    “Bir Dostu Uğurlarken” başlıklı yazısında 2’nci Dünya Savaşı sırasında Paris’ten Türkiye’ye sığınmış, 1955’e kadar İstanbul’da çeşitli kültürel faaliyetler ve Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmış bir Fransız dostunu Paris’e uğurlarken hissettiklerini, kendisiyle dostluğunun temellerini ve anılarını da anlatarak aktarıyor.
    d.     Türk Dili ve Edebiyatı (Mülakatlar): Tanzimat Edebiyatı konusunda akademik kariyer yapmış (Tanzimat Edebiyatı profesörü), batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş ve anlamış, her türlü sanatla ilgili bilgi sahibi, edebiyatımızda ölmez eserlere imza atmış olan yazarımızın Türk Dili ve Edebiyatıyla ilgili çeşitli yayın organlarında yer almış röportajları, konuşmaları bu bölümde yer alıyor:
    İlk röportaj Şahap Sıtkı tarafından yapılmış ve “Varlık” dergisinin 1 Şubat 1947 tarihli sayısında “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum” başlığıyla yayınlanmış. Şiire dair bu röportajda yazar o günkü şairlerin sanatsal özelliklerini, batı ile Türk şiirinin münasebetlerini, edebiyatımızın Tanzimat, Fecriati, Servetifünun devrelerindeki gelişimini kısaca özetledikten sonra, Türk şiirinin geleceğine dair tahminlerde bulunuyor ve ümitsiz bir tablo çiziyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki…” başlığıyla “Yücel” dergisinin Ağustos 1950 sayısında yayınlanan röportajında daha çok sosyal içerikli olarak, köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi, köylerin kalkınması, köy enstitüleri, aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkılarına dair sorulara cevaplar veriyor. Köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi konusunda köye çok önem verilmesi gerektiği ve bunun milli bir görev olduğunu anlatıyor. Köylerin kalkınmasıyla ilgili olarak, iyi bir eğitimin bu konuda yeterli olmadığını, aydınların bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini, devletin de köylünün hayatını kolaylaştırma yolunda çalışması gereğini vurguluyor. Köy enstitüleri için, memleket realiteleriyle yoğrulmamış olduklarını söylüyor. Her yöreye göre ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiğini vurguluyor. Aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkıları ile ilgili olarak, aydın ve üniversitelinin ancak milli davanın hastası olmak şartıyla köye faydalı olabileceğini düşünüyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Bir Konuşma” başlığıyla “Varlık” dergisinin 1 Aralık 1950 tarihli sayısında yayınlanan yazı tamamıyla Türk edebiyatına dairdir. Edebiyatımızın gelişimi için milletini ve dünyayı çok iyi anlamış, milli ve geniş bir ufka sahip edipler gerektiğini anlatıyor.  Edebiyatımızın dünya edebiyatında bir yeri olabilmesi ve dünyaya açılabilmesi için de, kendi köklerine daha fazla bağlı kalması, daha fazla milli olması, mukallitlikten sıyrılması ve kendini yeniden bulması gerektiğini vurguluyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” başlıklı müteakip yazı yine “Varlık” dergisinde, 1 Aralık 1951 tarihli sayısında yayınlanmıştır ve o devrin bir başka yazarı olan Yaşar Nabi’nin edebiyatımızdaki kısırlığı giderebilmek için yapılabileceklere dair anketine cevap olarak yazılmış bir mektuptur. Yazarın buradaki ana fikri şu satırlarıyla özetlenebilir: “O (halk) tutarsa her şey vardır. Devlet ancak bazı şeyleri o isterse ve karar verirse kolaylaştırır. Şunu da söyleyeyim ki, devletin bir edebiyatı tam benimsemesi hiçbir yerde görülmemiştir ve fayda da vermemiştir. Münevverlerimiz edebiyatımıza hiç olmazsa Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerindeki bakışla, o sevgiyle dönerlerse edebiyatımız değişir. Fakat bunun için kendimizi bugünkünden daha başka türlü sevmeliyiz.”
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki” başlıklı yazı “Hisar” dergisinin 1 Mayıs 1953 tarihli sayısında çıkmış. Bu yazıda da edebiyatımızın sorunları tartışılıyor. O günkü şiirimizin en büyük meselesinin gençlerin vezni büsbütün bırakmış görünmeleri olduğunu değerlendiriyor. Şiirin bir milletin öz malı olduğunu, hangi şekilde olursa olsun dilin çiçeği olduğunu ve herkesin malı olan bir ölçü istediğini ifade ediyor.
    Kitabın 315’inci sayfasından 353’üncü sayfasına kadar yazarın yukarıdakilere benzer düşüncelerine dair  muhtelif dergilerde muhtelif zamanlarda yayınlanmış mülakatlar mevcuttur. Birbirine benzer düşünceler olduğundan burada yer verilmeyip “Musiki” bölümüne geçilmiştir.
    f.     Musiki: Yazarın bu konuda da geniş bir dağarcığı olduğunu, edebiyatta olduğu gibi batı müziğini de tanıdığını, ancak Türk musikisinin gerçek bir hayranı olduğunu ve bu konuda da milliliği savunduğunu görüyoruz. Aşağıdaki paragraflarda onun bu husustaki yazılarında yer alan  genel düşünce tarzı anlatılacaktır:
    Bu bölümdeki ilk yazının başlığı “Musiki Hülyaları”. Yazar burada müziğin çeşidini belirtmeden o viyolonsellerin, o flütlerin, o davulların, o piyanonun vs. dinlerken verdiği hazzı her biri için ayrı bir paragraf açarak dile getiriyor. O çalgıların ahenkle anlattıkları her ritmin, her melodinin ruhunda yarattığı dalgalanmayı, her birinin neler çağrıştırdığını tasvir ediyor.
    Bir sonraki yazısı “İstanbul Konservatuarı ve Musikimiz”. Yazar bu yazısında, 1941 yılında İstanbul Konservatuarının tarihi musikimizi unutulmuşluktan kurtarmak maksadıyla uzman sanatçılardan bir heyet teşkil etmesini ve hazırlıklar bitince halk için yerli konserler düzenleyecek olmasını takdirle karşılıyor; tarihte kalan o muazzam hazinenin gün yüzüne çıkarılacak ve halka mal edilecek olmasını mutlulukla karşılıyor.
    Klasik Türk musikisinin son üstadı İsmail Itri Dede Efendi’nin hayatını, sanatını, Osmanlı’daki sanat anlayışını ve sanatkara verilen önemi “İsmail Dede” başlıklı yazısında dile getiriyor. Itri’nin en önemli özelliklerinden birinin halk ağzına, halk hayatına daima açık olması olduğunu, Mesnevi kadar Yunus Divanına da bağlı olduğunu ve ikisinden de beslendiğini, aynı zamanda Tuna boyu ve şehir türkülerini de bildiğini anlatıyor.
    “Yahya Kemal ve Türk Musikisi” başlığıyla kitapta yer alan yazı, birçok şiiri bestelenmiş ve ölümsüzleşmiş olan Yahya Kemal’in ölümünden sonra eserlerinden oluşan bir konser nedeniyle yaptığı bir radyo konuşmasının tam metni. Yahya Kemal‘in bir talebesi olarak, Türk edebiyat tarihinden başlıyor ve Yahya Kemal’in sanatını ve edebiyatımıza katkılarını anlatıyor.
    g.    Plastik Sanatlar: Bu bölümde yazarın resim ve heykel sanatıyla ilgili görüşleri ve çeşitli sanatçılara dair düşünceleri yer alıyor:
    “Anavatan Topraklarındaki Türk Eserlerinin Ortaya Konması” başlıklı yazıda Anavatan topraklarındaki Türk eserlerinin ortaya konması şerefinin Türk sanatkarına bırakılması gerektiğini, bu yapılmadığı takdirde Türk heykeltıraşlığının gelişmeyeceğini, cılız ve çelimsiz kalacağını vurguluyor.
    Bu bölümdeki bir diğer yazı olan “Kendi Kendimize Doğru”; milli tarihimizin hemen hemen hiç uğraşılmamış bir konusu olan Türk tezyinî sanatları hakkında çalışmalar yapmaya başlayan bir şahsa duyulan minnetten bahisle İstanbul’un Fethinden önceki dönemde ve Selçuklu döneminde Türk sanatının ne kadar muazzam olduğunu, o zamanki Türklerin bunlarla ne kadar iç içe olduğunu ve hayatlarının ne kadar normal bir parçası olduğunu dile getiriyor.
    “Resim ve Heykel Müzesi” başlıklı yazı 1938’de kurulan resim ve heykel müzesinin kurulmasının Cumhuriyet tarihimiz açısından önemini vurguluyor. Bu müzenin Türk resim ve heykel sanatına yapacağı olumlu etkileri anlatıyor.
    “Sanatkarı da Hatırlayalım” başlığıyla yayınlanan yazısında ise, sanatı takdir eder izlerken sanatçıyı da hatırlamanın, sanatçıya sevgi ve alaka göstermenin öneminden bahsediyor. Başka ülkelerde böyle yetenekler için neler yapılabildiğini bizdeki gibi alakasız kalınmadığını belirterek bu sevgi ve alakanın sanatımızı geliştireceği vurgulanıyor.
    “Güzel Sanatlar Akademisi Sergisi” başlıklı yazısında yazar, Güzel Sanatlar Akademisi sergisinin Türk güzel sanatlarının gelişimi için ümit verici eserlerle dopdolu olduğunu anlattıktan sonra sanatçının mesajını topluma nasıl ileteceği,  nasıl tüm topluma mal olabileceği konusunda bilgiler veriyor. Bir sonraki “Gençlerin Sergisi ve Sanat Meselemiz” başlıklı yazıda ise, bir başka sergi ile ilgili benzer görüşlere yer veriliyor. Yazının sonunda, sergide yer alan eserleri yaratan sanatçılara takdir olarak “bu memleketin ne parlak, ne doğurgan ne yaratıcı istidatlara gebe olduğunu, bu sergi yarım saatte insana öğretebilir” ifadesi yer alıyor.
    Kitapta sayfa 412’den 449’a kadar yazarın gezdiği çeşitli ressamların sergilerine dair izlenimleri yer alıyor. Sayfa 450’de ise, “Çocuk ve Resim” başlığı altında bir köy enstitüsünde çocukların yaptığı resim sergisiyle ilgili izlenimler yer alıyor. Bu köy çocuklarının tamamına yakınının ressam gibi resim yaptığı ve yazarın bu sergiden çok etkilendiği anlatılıyor.
    “Çocuk Dünyası” başlığı altında ise, yazarın bir yılbaşı etkinliği olarak “Doğan Kardeş” dergisinin tertiplediği resim ve yazı yarışmasının yazı jürisinde yer alması, bu yarışmada görülen güzellikler anlatılıyor. Yazar bu etkinliği çok eğlenceli ve düşündürücü bulmuş. Bu yarışmada gördüklerinden sonra geleceğe dair daha bir ümitlendiğini belirtiyor.
    “Fotoğraf ve Resme Dair” yazısında, fotoğraf sanatının hayatımıza katkıları anlatıldıktan sonra fotoğraf ve resim sanatları arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Fotoğraf ve resim arasındaki farklar, fotoğrafın imkan – kabiliyetleri ve zayıf yanları, resim sanatının imkan – kabiliyetleri ve zayıf tarafları mukayeseli olarak ortaya konuyor.
    Kitaptaki son yazı “Füreya’nın Seramik Sergisi” başlığını taşıyor. Yazar bu yazısında Türk sanatının bütün bir köşesini (seramik sanatı) dolduran dostunun sergisine dair izlenimlerini aktarıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder