Ağa, Şeyh, Devlet, Martin van Bruinessen, İletişim Yayıncılık, Çev: Sabiha Banu Yalkut, İstanbul, 2004
Yüzyıllardır sosyal hareketliliğin hiç bitmediği; çatışmaların, uzlaşmaların ve isyanların sürekli yaşandığı bir coğrafyada iyice karmaşık hale gelen sosyal ilişkiler yumağının haritasını çıkarmaya çalışan Bruinessen, kitabında esas olarak -devletle ilişkileri çerçevesinde- ağalık ve şeyhlik kurumunun siyasi iktidarla çatışan/çakışan "menfaatlerini" ele alırken, diğer yandan da bu iki muktedir güç arasında sıkışan topraklı/topraksız Kürtlerin toplumsal konumlarına dair yaptığı nitelikli gözlemlerini aktarıyor.
Giriş:
1961’de
Irak’taki Kürt savaşına halkın katılımı giderek artmıştı.1960’ların sonunda
çoğunluğu köylü olan birkaç bin Kürt birbirinin ardına iktidara gelen Irak
hükümetlerine karşı gerilla savaşlarına katılmışlardı.1974–75 arası bunların
sayısı 50.000’geçiyordu.Kürt hareketi özellikle de 1966’dan itibaren tutucu
neredeyse gerici bir görünüme büründü. Kürt hareketinin liderleri bölgeye daha da
fazla emperyalist müdahalenin olmasından yanaymışlar gibi bir kanı uyandırıyorlardı.
Molla Mustafa Barzani A.B.D.’ne övgüler yağdırıyor, Kürdistan’ın ABD’ye elli
birinci eyalet olarak katılmasını arzuladığını ve desteği karşılığında ABD’ye
Kürdistan’daki petrolün kontrolünü vermek istediğini söylüyordu.
Haziran
1975’ten Ağustos 1976’ya kadar Türkiye, Suriye ve Irak Kürdistan’ın çeşitli
bölgelerini ziyaret eden yazar çoğu yerde konusunu ilgilendiren şeyleri
doğrudan gözlemleyemez. Antropolojik alan araştırmalarının genelinde olduğu
üzere malzemenin çoğunluğunu da mülakatlar oluşturmaktadır ve bunların birçoğu
geçmişteki olay ve durumlarla ilgilidir. Bu nedenle yazar araştırmasını yoğun
bir yazılı kaynak okuması ile takviye eder.
Çalışmanın
konusunu Alavi’nin (1973) primordial (birincil, asli) bağlılıklar adını verdiği
ilişkileri irdeler. Kürdistan’da birincil ilişkiler (kişinin doğduğu ortamda mevcut
olan ilişkiler) politikada önemli bir rol oynamaktadır. Kürdistan’daki birincil
ilişkilerin başında aileye, aşirete ve aşiret reisine ya da ağaya bağlılık gelir.
Ancak dini önderlere, özellikle şeyhlere ve din kardeşliklerinin (derviş
tarikatları) başında olan tanınmış sufilere bağlılık da eşit derecede güçlüdür.
Yazarın
yararlandığı yazılı kaynakların başında Şerif Han Bitlisi’nin eseri olan “Şeref
name” ve Evliya Çelebi’nin “Seyahatname’si” gelir. Osmanlı tarihine ilişkin
ikinci derece kaynaklar arasında Hammer’in “Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi”
adlı eserinden istifade etmiştir. Minorsky’nin “İslam Ansiklopedisi’ndeki”
‘Kürtler’makalesi
hala büyük değerini ve en temel ikinci dereceden kaynak olma özeliğindedir.
Rich, Layard, Fraser başta olmak üzere Kürdistan’a seyahat etmiş olan
Avrupalıların gezi notları ilginç birinci el kaynak olabilmektedir.
İngilizler
Birinci Dünya savaşında işgal ettikleri ırak da kendi düzenlerini kurmak
istedikleri zaman bölgeye çoğunluğu oryantalist olan siyasi görevliler atamışlardı.
Bunlardan Edmond’un Kürdistan hakkındaki geniş bilgi içeren kitabı (1957)kendi
tarzının en iyilerinden biridir. Ayrıca İngiliz Yabancılar Bürosu’nun arşivlerinde
mevcut 1917–1938 yılların ait Türkiye, Irak ve İran’la ilgili 317 dosyayı
incelemiştir.
Yararlı
kaynakların sonuncusu da çoğunlukla yerel halktan kişilerce yazılmış yerel
tarihi kaynaklardır. Bunlardan çok kullanılanları Fırat(1970)ve
Dersimi’nin(1952)eserleridir. Bahse konu yararlı kaynakların dışında
faydalanılanlar kitabın arkasında ki uzun listede ve dipnotlarda belirtilmiştir.
Birinci
Bölüm: Kürdistan üzerine genel bilgiler
Jeopolitik
durum göz önüne alındığında;Musul,Kerkük ve Hanakin’de çok önemli petrol
işletmeleri vardır ve bu üçünün de Irak
‘ta bulunması tesadüfi değildir.Bunlar Irak’ın İngilizlerce politik bir birim
olarak yaratılmasının asıl nedenidir.Daha küçük yataklar Rumelian’da (Suriye)
ve Batman’da (Türkiye)işletilmektedir.Krom,bakır,demir ve linyit madenleri de
Kürdistan’da mevcuttur.
Kürtlerin
toplam nüfusuna ilişkin verilen sayılar birbirinden çok farklıdır.Bunun birçok
sebebi olmakla birlikte beş farklı ülkede ki toplam Kürt nüfus ve toplam nüfusa oranı şu şekildedir:1975 yılı
için nüfus tahminlerine göre
Türkiye’de Kürt nüfus toplam nüfusun
%19unu,Irak’da %23ünü,İran’da %10unu,Suriye’de % 8.5ini ve son olarak SSCB’de
%1in altında (0.1 milyon) olmak üzere toplam 13,5-15 milyon olarak tahmin edilmektedir.
Ekonomik
faaliyet olarak çiftçilik, mevsimlik yarı-göçerlik, hayvancılığa dayanan
göçerlik alan da geçerlidir. Yaygın imajın tersine Kürtlerin pek azı göçerdir.
Çoğunluğun bir parça hayvanıda olsa da esasen tarımla uğraşırlar.1960’lara kadar
bölgelerdeki köylülerin çoğu yarıcıydı, yani toprakları kendi başlarına işliyor
ve buna karşılık ağa mahsülün belli bir kısmını onlara bırakıyordu. Bu oran
yüzde 10 ile yüzde 80 arasında değişebilmektedir. Diğerleri ise ağanın yâda kâhyasının
gözetiminde düşük ücret karşılığı çalışan tarım işçileriydi.1950’lerden
başlayarak giderek zirai makine kullanımının yaygınlaşması ile yarıcılığın terk
edilmesi eğilimi belirdi. Böylece yarıcılar da, senenin belli zamanlarında iş bulan
tarım işçileri haline geldiler. Bu durum mevsimlik veya devamlı göçü körükledi.
Diğer kazanç kaynakları olarak el işlerini ve ticareti sayabiliriz. Zanaatların
çoğu Kürdistan’daki Hıristiyan ve Musevi azınlıklarca yapılırdı. Köylerde
hiçbir zaman kendi kendine yeterlilik olmamıştır. Diyarbakır, Bitlis, Van,
Erbil, Musul, Sanandaj ve daha birçok kasaba zanaat ve ticaret merkezi olmuştur.
Zanaatların en yaygın olanları silah imalatı, mücevhercilik ve sepicilikti. Bu
zanaat kollarının çöküşüne iki faktör yol açmıştır. Birincisi zanaatkârların
hemen hepsinin yok oluşudur. Birinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen
Ermeni tehciri aynı zamanda diğer Hıristiyan nüfusun da sürülmesine yol açmıştır.
İsrailin kuruluşundan kısa bir süre sonra Musevilerin çoğunluğu da İsrail’e göç
etmiştir. Bunların yerini doldurabilecek, bu zanaatları icra etme yetisine
sahip pek az Kürt vardı. Zanaatların yok olmasına sebep olan ikinci faktörde
uluslar arası ticaretin bölgede gelişmesidir. Karadeniz’in buharlı gemilere
açılışı ve ucuz Avrupa mallarının Anadolu’ya akışı 1830’a kadar gider.1840
civarında misyoner Badger Tokat şehrinde basma bezi atölyelerinin birkaç yıl
içinde Liverpool ve Manchester’dan ithal edilen daha ucuz ve kaliteli mallarla
rekabet edemeyerek bir gecede nasıl battığından notlarında bahseder. Van Moltke
1838’de Karadeniz’de yaptığı bir gemi seyahatinde değeri bir milyon markdan
fazla işlenmiş malın bulunduğundan bahseder. Yeni ticari yolların kullanılmaya başlanmasıyla
eskiden Kürdistan’daki önemli ticaret merkezleri olan Diyarbakır ve Bitlis gibi
büyük kentler önemini yitirmeye başladı. Ulaşım ağının yapısı da bu duruma
sebep olan etmenlerdendir.
Kürdistan’da bir köyden Amsterdam’a ulaşmak bir Kürt
köyünden öbürüne ulaşmaktan daha kolaydır ve bu durum pek çok Kürt köyü içinde geçerlidir.
Bunun sonucu olarak da, birkaç komşu köyden başka bir yer görmemiş olan birçok Kürt
şimdi İstanbul, Almanya ve Hollanda’da çalışmaktadır. Bunlar topraksızlık ve
işsizlik nedeniyle köylerini terk etmişlerdir.
Kürtçe
İran dilerinin kuzeybatı yâda güneybatı grubundandır ve birçok değişik lehçeye ayrılır.
Bu lehçelerden birbirlerini hiç anlamayan ya da az anlayan gruplara ayrılırlar.
1.Kuzey ve kuzeybatı lehçelerine genel olarak
Kırmançi adı verilir.
2.Güney lehçelerin genel olarak Sorani adı verilir.
3.Sineşi(Sanandaji),Kermanşahi ve Leki gibi güneydoğu
lehçeleri. Bu lehçeler diğer iki gruptan daha fazla modern Farsçaya
yakındırlar.
Bu
lehçeler dışında Kürdistan’da iki ayrı
lehçe grubuna daha rastlanır: Zaza ve Gurani(Mackenzie) bunları kuzeybatı İran
grubuna sokmaktadır)Zazaca’nın en az üç alt-lehçesi vardır:(Tunceli, Erzincan,
kısmen Bingöl ve Diyarbakır’ı içine alan )büyük Dersim bölgesi, Siverek lehçesi
ve Mutki lehçesi. Ana dili Zazaca olanların Kırmançi’yi kolaylıkla
öğrenebilmelerine karşın Zazaca’yı öğrenmek anadili Kırmançi olanlara çok zor
gelmektedir.
Kürtlerin
çoğu Ortodoks Sünni’dir ve Şafi mezhebinin takipçileridir. Ancak Hanakin ve
Kermanşah eyaletlerinde pek çok aşiret İran’ın resmi dini olan Oniki İmam Şiiliğini
takipçisidir. İran’daki Şii Kürtler her zaman,1920lerde,1946,1979’da olduğu
gibi kuzeydeki milliyetçi Sünni Kürt kardeşlerinden uzak durmuşlardır. Dini
faktör önemli olmasına rağmen karar vermede belirleyici rolü tek başına oynamamaktadır.
Bunların yanı sıra Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinde eski İran, Semitik dinler
ve aşırı Şiiliğin, heteredoks ve sinkretik inançların takipçilerine rastlanır.
İçlerinde en büyüğü kuzeybatıdaki Alevilerdir. Bunların heteredoksluk
dereceleri yöreden yöreye değişir ve kimileri uzun zamandır Sünni İslamın baskısına
maruz kalmıştır; diğer taraftan özellikle Dersimdekileri Müslüman olarak
adlandırabilmek güçtür. Öte yandan Türkiye’deki Alevilerin çoğunluğu Kürt değil
Türk’tür. Tersine Zazaca konuşanların ancak bir kısmı alevidir. Güney de Ehli
Hakçılar küçük topluluklar halinde bulunurlar. Bunlara Irak’da “kakai” denir.
Aleviler ve Ehli Hak ruh göçü inancını paylaşırlar ve bunların ritüellerinin
çoğu da aynıdır. Üçüncü heteredoks mezhep ‘şeytana tapanlar’olarak nitelendirilen
Yezidiler’dir.(Kürtçe Ezidi)Bu din sadece Kürtler arasında mevcuttur; Yezidiler
Kırmançi konuşurlar.
Avrupa
müdahalesi başlamadan önce Kürtler arasında bu bölgede üç Hıristiyan dini-etnik
cemaat yaşamaktaydı. Biri Arami dili veya Arapça’nın lehçelerini konuşan Süryaniler,
diğeri Arami dili konuşan ancak doğu Hristiyanlığının öteki aşırı ucunu teşkil
eden Nasturi kilisesine mensup Asurilerdir.(Asurlular)Üçüncüsü ise en büyük Hıristiyan
cemaati olan, Kürdistan’ın her tarafında yaşayan, kendi dilleri olan ve
Gregorian adı verilen kendi kiliseleri bulunan Ermenilerdi.17.yy başlarında
Fransız Katolik misyonerler bu Hristiyan Cemaatleri kendi mezheplerine döndürme
faaliyetine başladılar. Birçok Ermeni ve batıdaki Asurların çoğu Katolik oldu.
Asurlu Katoliklere mezhep değiştirdikten sonra Keldani
denilmiştir.1830’larda İngiliz ve Amerikalı misyonerler Nasturi Asurluları
döndürmek için çalışmalara başlamışlardır. Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki
gerilimin artmasına bunun da katkısı olmuştur. Bir kaç yıl sonra vuku bulan
Nasturi katliamı bu olaydan bağımsız değildir.
Kürt milli hareketi ve Türkiye
1920’lerve
1930’larda başarıyla bastırılmış olan Kürt milli duyguları 1960’larda yavaş
yavaş yeniden uyanmaya başlamıştı. Barzani’nin Irak’taki başarısı şüphesiz bu
uyanışın ana etmenlerinden biridir. Ancak Türkiye’deki politik ve
sosyo-ekonomik gelişmeler de bu milliyetçiliğin yeniden ortaya çıkmasına imkân sağladı.
Köylerden batıda ki büyük kentlere göç, pek çok Kürt gencinin okuma imkânı
bularak politize olması ve özgürlükçü1961 anayasasının yürürlüğe girmesi bu
süreci hızlandırdı. Türkiye İşçi Partisi kuruldu. Bu parti doğunun az
gelişmişliği konusunu da ele alıyordu. Marksist klasiklerin okunması ulusların
kendi kaderini tayin hakkını da gündeme getirmişti. Parti eğitim görmüş Kürtler
arasında çok taraftar buldu ve bir süre sonra da yaygınlaşacak Kürt hareketinin
ana kaynaklarından biri oldu. Diğer bir kaynak da 1965’te geleneksel
aristokratik zümreden gelen, eğitim görmüş ve Barzani’nin etkisindeki kişilerce
kurulmuş Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi(TKDP)idi.60’lı yılların sonlarına
kadar bu iki eğilim birlikte çalışarak, çeşitli kültür dernekleri kurdular ve
birçok kitle mitingi örgütlediler.1971’deki askeri müdahaleyi geniş çapta
tutuklamalar izledi ve bu durum dışarıdaki eylemleri yeraltı çalışmalarına
itti.1973’te Türkiye’nin parlamenter demokrasiye yeniden dönmesiyle birlikte
Kürt örgütleri çoğaldı ve hızla radikalleşmeye başladılar.1970’lerden önce
Kürtlerin talepleri, Kürt bölgelerinin ekonomik olarak geliştirilmesiyle ve
Kürtçe eğitim gibi temel kültürel hakları istemekle sınırlıydı.1970’te ise daha
radikal talepler konusunda adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Genelde
ayrılıkçılık doğrultusunda bir eğilim vardı. Merkezi hükümetin görece zayıflığı
sayesinde1975–78 yılları resmen olmasa da fiilen Türk tarihinin en liberal dönemidir.
Bu dönemde en küçük kasabaya varıncaya dek örgütlenildi; politik yazılar okundu
ve tartışıldı. İdeolojik farklılıklar ve özellikle kişisel çekişmeler örgütlerde
bölünmelere yol açtı; on yıl içinde neredeyse on örgüt ortaya çıktı. Bu örgütlerden
Kürdistan İşçi Partisi(PKK) ‘sömürgeciliğe karşı’ savaş ilan ederek ‘devrimci
şiddetini’’Türk sömürgecilerine’ ve onların Kürt ‘işbirlikçilerine’ve ‘vatan hainlerine’yöneltti.
İşbirlikçi ve hain kategorisine aşiret reisleri, politikacılar hatta rakip
aşiret üyeleride dahil edilmiştir. Gariptir ki eskiden aşiret reislerinin
kendilerini önemli kılabilmek için başvurdukları yöntemleri anımsatan, acımasız
şiddet yöntemleriyle PKK bazı bölgelerin denetimini ele geçirdi.1978 yılının Aralık
ayında sıkıyönetim ilan edildi, ancak tüm baskılara rağmen yeraltı eylemleri
azalmaksızın devam etti.12 Eylül 1980’de Türk ordusu yönetime el koydu ve köklü
bir temizlik yaptı. Kitle halinde tutuklamalar ve askeri operasyonlar Kürt
örgütlerinin büyük kısmını yok etti. Ayrılıkçılığı bastırma, zora dayanan
asimilasyon ve (daha az başarılı oldukları)ekonomik özendirme yöntemlerini bir
arada kullanarak askeri otoriteler Kürt milliyetçiliğini yok etmeye giriştiler.
Saddam Hüseyin’in Kürt sorununa getirdiği
çözüm
İran-Irak
savaşının ilk yıllarında Irak tüm askeri gücünü tamamen İran üzerine yoğunlaştırmıştı.
İran ve Suriye’nin desteğiyle büyümüş olan Kürt gerilla
hareketleri(KDP,KYB,SPK)daha serbest hareket ediyor ve kurtarılmış bölgeler
ilan edebiliyordu. Peşmergeler eylemlerini giderek daha yoğun biçimde İran
kuvvetlerinin saldırılarıyla koordine ediyorlardı. Böylece Irak rejimi
sivillere karşı ağır misillemelere girişti.1988 Mart ayında Halepçe katliamı
Iraklı Kürtlerin gördükleri baskı konusunda uluslar arası kamuoyu dikkat kesildi.
Bu olaydan altı ay bile geçmeden vatandaşlarına bir kez daha kimyasal silah kulandı.
İran ile ateşkesin hemen ardından üçüncü ve en kanlı “el Anfal” saldırısı
Ağustos 1988’de gerçekleştirildi. Bu saldırı KDP bölgesine yönelikti ve
binlerce kişinin ölümüne ve diğerlerinin panik içinde kaçmasına neden olan
zehirli gaz kullanıldı. Irak ordusu sınıra varmadan 65.000 kişi sınırı geçerek
Türkiye’ye girdi; sayısı belirsiz pek çok kişi de İran’a kaçtı.
Irak’ın
Kuveyt yenilgisinden sonra Mart 1991 ‘de Kürtler o zamana kadar ki en büyük
kitle ayaklanmasını gerçekleştirdiler. Bu kez ayaklanma partiler aracılığı ile
değil de, o güne dek Baas rejimi ile işbirliği yapmış pek çok şehirli Kürdün
inisiyatifi ile hayata geçirilmişti. Irak tank ve helikopterleri isyankâr kentlere
saldırdı. Fosfor ve sülfürik asit bombardımanı pek çok kürdün moralinin hızla
bozulmasına yol açarak yüz binlercesinin dağlara ve Türk yâda İran sınırına
doğru kaçmalarına neden oldu. Saddam Kürt sorununu komşu ülkelere kelimenin tam
anlamıyla ihraç etmişti.
Türkiye’nin konuya yaklaşımındaki
değişimler
1980’lerin
başlarında Türkiye’de Kürt sorunu bir yana, Kürtlerin varlığı bile kesinlikle inkâr
ediliyordu. 80’lerin sonlarına doğru ise Kürt meselesi en hararetle tartışılan
konu haline gelmişti. Mart 91 de Irak daki ayaklanma sırasında Başbakan Turgut
Özal beklenmedik bir adım atarak Iraklı Kürt önderleri yarı resmi olarak
görüşmeye davet etti. Özal Türkiye için de bunun geçerli olabileceğini ima ederek,
Irak için en iyi çözümün federal devlet olacağını belirtti. Bundan kısa bir
süre öncede Kürt dilinin kullanımına ve Kürtçe yayınların sansür edilmesine
ilişkin yasaklar kaldırılmıştı.
Bu
yaklaşımda ki temel değişim Türkiye’nin AB’ye girme arzusu ve çeşitli aydınların
gayretleriydi. PKK 1980’lerden önce de şiddet eylemlerine karışmıştı. Bundan
sonraki on yıllık dönemde yaratmış olduğu radikal şiddet yanlısı örgüt imajına
sadık kaldı.1984’ten bugüne, PKK çapı giderek genişleyen, çapı ülkenin iç kesimlerine
kadar uzanan bir gerilla savaşı sürdürmektedir. Sonuç olarak PKK Türk ordusuna
karşı somut olarak karşı koyan tek örgüttü. Pek çok PKK’lı eylemci öldürüldü
ancak parti yeni üyeler bulmakta zorluk çekmedi. Sonunda otoriteler basit bir
eşkıyalık sorunu olmadığını, gerçek bir gerilla savaşı verildiğini kabul etmek
zorunda kaldı. 1980’de askeri cunta yoluyla Kemalizmi tekrar hayata geçirme
girişiminden sonra bu ideolojinin toplumun geniş kesimlerince kabul görmediği
açıkça ortaya çıkmıştı. Bu otomatikman Kürtlerin kültürel ve siyasi hakları
anlamına gelmese de, bunların meşru olarak talep edecekleri bir ortam doğdu.
Artık Kürt sorunundan söz edilebilir ve bu sorunun mahiyeti tanımlanabilirdi.
İkinci bölüm: Aşiretler, aşiret
reisleri ve aşiretsiz gruplar
Kürt aşireti gerçek ya da gerçek olduğu varsayılan ortak bir ataya dayanan
ve akrabalık temelinde örgütlenmiş,genellikle toprak bütünlüğü de olan
(dolayısıyla ekonomik)kendine özgü bir içyapıya sahip sosyo-politik bir birimdir.
Akrabalık, aşiret örgütlenmesinin temel prensiplerinden biridir. Özellikle
küçük aşiretlerde insanlar aşiretlerlerine bağlıdır, zira aşiret mensupları
aynı zamanda birbirinin akrabasıdır. Akrabalar arasındaki bağlılık geniş
ailenin veya sülalenin sağladığı ekonomik ve psikolojik güvenceyle açıklanabilir.
Bazı
durumlarda aşiret mensuplarının ortak ekonomik çıkarları vardır, örneğin grup
dayanışmasına temel teşkil eden meraların oluşu gibi… Ortak ekonomik çıkar
anlamına da gelen “ortak mekan”grup dayanışması için anlaşılır bir neden teşkil
eder. Köylerde çoğunlukla bir aşiretin bir bölümü yaşar ya da bunlar aralarında
pek yakın akrabalık bağları olmayan sülalelerden oluşur. Aynı akrabalık
ilişkileri kısmi zıtlaşmada da rol oynar. Eğer aralarında çatışma çıkanlar
akraba ise taraflar en yakın kan bağı esasınca teşekkül eder. Her ikisine aynı
yakınlıkta olanlar çatışmada tarafsız kalır. Böylelikle neredeyse tüm
ihtilaflar kan davası karakteri gösterir. Genelde iki grup arasındaki çatışma,
her iki grup tarafından da otoritesi kabul edilen bir aracı tarafından sona erdirilebilir.
Birimler genişledikçe çatışma ihtimali daha da artar. Küçük aşiretlerde saygı
duyulan biri aşiret reisi olabilir; genel kabul üzerine yönetimini sürdürür ve
ender olarak reisin otoritesini sorgulayan çatışmalar ortaya çıkar. Ancak büyük
aşiretler eninde sonunda kan davası veya başka çatışmalar nedeniyle daha küçük
aşiretlere parçalanırlar. Bu durum eğer otoritesi herkes tarafından kabul
edilen bir aracı olursa önlenir. Bu durum da büyük aşiret reislerinin ve emir beylerinin,
neredeyse hepsinin kendisini aşiret dışından bir kökene dayandırma nedenini açıklar.
Bu iddiaların doğru olup olmaması önemli değildir. Asıl önemli olan etmenler;
aşireti oluşturan birimlere olan yeterli mesafe ve karizmadır. İtibarlı bir
yabancı köken, aşiret reisine her ikisini de sağlar. Aşirete güçlü bir aşiret
reisini gerekli kılan iç ve dış çatışmalardır. Aşiret reisinin aşiret üyelerine
barış ve güvenlik hissi verebilmek için belli bir derecedeki çatışmalara çözüm
bulması gerekir, ancak bunları tamamen ortadan kaldırmamalıdır, zira böyle bir
durum kendisini vazgeçilebilir kılabilir.
Aşiretsiz
Kürtlerin kendilerine ait toprakları olmadığından ya yarıcı ya da topraksız
tarım işçisi olarak yaşamlarını sürdürürler. “Aşiretsiz” teriminin ifade ettiği
gibi akrabalık temelinde bir örgütlenmeleri olmadığı için politik alanda da hiçbir
ağırlığı olmayan, küçük sülalelerden ibarettirler. Aşiretlilere göre iki ayrı
kast vardır; efendiler ve hizmetkârlar. Aşiretliler savaşçıdırlar ve
çalışmazlar. Aşiretsizler savaşmaya uygun olmadıklarından ağaların onların
emeklerini sömürmesi gayet doğaldır. Onlar üretken mallardır, bir koyun
sürüsünden farkları yoktur. Ancak Kürdistan’daki kast engelleri sanıldığından
daha az katı olabilir. Aşağıdaki gözlemler ile aşiretlilik- aşiretsizlik
arasındaki mesafenin her iki taraf için de aşılabilir olduğu sonucuna
varılabilir.
1-Yoksullaşan göçerler maddi ihtiyaçların dayatması
ile yerleşmeye ve tarım yapmaya zorlanmışlardır. Bu yerleşik aşiretler giderek
aşiretsel örgütlenme özelliklerini yitirebiliyorlardı. Özellikle bir başka
aşiretin boyunduruğuna girdiklerinde, sülaleler politik fonksiyonlarını
yitiriyordu.
2-Öte yandan, aşiretli olmayan köylüler bireysel
olarak ya da gruplar halinde, güçlenen aşiretlere katılabiliyordu. Aşiret reisi
savaşçıya ihtiyaç duyduğunda, askerlerin şeceresi konusunda seçici
davranamıyordu.
3-Yaklaşık sekiz yüzyıldan beri süregelen Türk ve
Kürt(ve Arap)aşiretler arasındaki ilişki sırasında, bazı Kürt aşiretleri Türkleşirken,
bazı Türk aşiretleri de Kürtleşmiştir. En dikkate değeri ise Kürdistan’daki Kürt
aşiretleri ile Hıristiyan azınlık arasındaki değiş tokuştur. Birçok gezgin
birlikte yaşayan Ermeni ve Kürtlerin birbirlerine diğer bölgede yaşayan
soydaşlarından daha çok benzediklerini gözlemlemişlerdir. Bu benzerliğe Kürt
aşiretleri arasında Hıristiyanlardan kız kaçırmanın yaygın olmasına bağlanabilir,
ancak önemli miktarda Hıristiyanın Kürtleşme sürecinde olduklarına dair
gözlemler de vardır.Molyneux-Seel’ın(1914)gözlemlerine göre Dersimdeki önemli
miktarda Ermeni, Kürt Alevisi olmuştur.1976’da Siirt’te yazar tarafından kısa
bir süre önce etnik kimliklerini değiştirmiş olan Ermeni topluluklarıyla karşılaşılmıştır.
Sadece Kürtçe ve Türkçe konuşuyorlardı ve Müslüman olmuşlardı. Bazı gençler
aktif Kürt milliyetçisiydiler. Bununla birlikte yazara ilk beş dakika içinde
Ermeni kökenli olduklarını söyleyerek tamamen Kürt olmadıklarını bir şekilde
belirtiyorlardı.
Kürtlerin kökenlerinin heterojen
olduğunda şüphe yoktur. Aşiretli ve aşiretsiz olanlar ve “çingeneler”üç büyük
sosyal katmanı oluşturmaktadır. Her katmanın kendi içinde de hiyerarşik bir
sistem vardır; köylülerin arasındaki hiyerarşinin belirlenmesinde toprakla olan
ilişkileri rol oynar. Göçer aşiretler arasında ise askeri üstünlük ve siyasi
egemenlik belirleyici olmaktadır. Sülaleler halinde örgütlenme göçerler
arasında doğal bir sosyal örgütlenme biçimidir. Yerleşik olup, bir süreden beri
savaşa girmemiş aşiretler arasında sülale örgütlenmesi de zayıflar, özellikle
başka bir aşiretin egemenliğine girdiklerinde de siyasi işlevi kaybolur.
Üçüncü bölüm: Aşiretler ve
devlet
Aşiret
reislerinin kendilerini vazgeçilmez kılmalarının başka bir yolu da devletle
olan tüm ilişkilerde arabuluculuk yapmalarıdır. Osmanlıların ve devletlerin
ardıl iktidar aygıtının nüfuz etme gücü arttıkça aşiret örgütlenmesinin daha
alt mevkilerde olanlarda bile oynadığı politik roller önem kazanmıştır; mirlerden
sonra büyük aşiretlerin reisleri daha sonra da küçük aşiretlerin veya aşiret
kısımlarının reisleri ve nihayet köy ağaları…
19.yüzyılın
ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu üzerinde birbirine zıt iki eğilim etkili olmaktaydı.
Denilebilir ki, aynı anda hem merkezkaç, hem de merkezleştirici eğilimler etkindi.
Böylece bu dönemde, bir yandan Kürt emirlikleri için ölüm çanları çanları çalarken,
diğer yandan iki Kürt emirliği, daha önce görülmemiş bir güce ve ihtişama ulaştılar.
Bir gözü sakat olduğu için Miri Kor(kör mir)diye anılan Rowanduz’lu Mir
Muhammad,1814’te eski güç ve zenginliğini yitirmiş durumdaki Soran emirliğinin
yöneticisi oldu.1814–1847 yılları arasında Irak’ın kuzey kesimlerini fethetmiş
ve büyük başarılara ulaşmış mirin ölümünden sonra Soran emirliğinin sonu geldi;
ondan sonra Rewanduz, Türk görevlilerce yönetildi. Tarihe karışmadan ikinci
parlak dönem yaşayan diğer emirlikse, miri Bedirhan Bey’in yönetimindeki Botan’dı.
Birçok Kürt, onun yönetim ve ayaklanmasını, modern Kürt milliyetçiliğinin ilk
dile gelişi saymaktadır.
Osmanlı
yönetimi sırasında Toprak Yasası’nın uygulanması çok eksik kalmıştı. İngilizler
tapu dairesini yeniden faaliyete geçirdi, çünkü ayrıntılı kayıtlar, bölgeden
gelir sağlamanın başlıca yolu sayılıyordu. İngiliz politikası reisleri
insanlara karşı korumayı yeğlemiştir.1923–1929 arasında Irak Yüksek Komiseri
Sir Henry Dobbs bunu kendi toprak politikasının temel taşı yapmıştı.
Kürt aşiret milislerinin kurulması:
Hamidiye
1891’de
imparatorluğun doğu eyaletlerini denetlemek üzere aşiret reislerinin yönetiminde
bir aşiret milisi, yani bir tür jandarma kuvveti oluşturuldu. Bu milislere
sultanın adı verildi: Hamidiye. Subay olarak atanan aşiret reislerinin yeni
yetkilerle donatılmasının açık sonucu, bu kişilerin gücünün artması ve tabi
bunun da istismara yol açmasıydı. Başka bir sonuç da, bazı aşiretlerin diğerleri
karşısında güçlenmesiyle bölgedeki güç dengesinin değişikliğe uğramasıydı. Bu
da Abdulhamid’in diğer reaksiyoner önlemlerinin birçoğu gibi büyük güçlerin,
özellikle İngiltere ve Rusya ‘nın tehditkâr tavırlarına bir karşılıktı.
Abdulhamid’in kanlı, acımasız, gerici ve zalim bir hükümdar olduğuna ilişkin
Batı’daki imaj o dönemdeki ön yargılı Avrupalılarca yaygınlaştırılmıştır. Başta
Shaw(1977)ve Duguid(1973) olmak üzere yapılan çalışmalarda, birincisi
reformların onun döneminde sona ermediği, aksine artarak sürdürüldüğünü,
ikincisi ise uluslar arası durum ve imparatorluğun içindeki emperyalist
kışkırtmalar veri alındığında aldığı önlemlerin pek çoğunu almaktan başka bir
çaresi olmadığını ortaya koymuştur.
Hamidiye
alayları hem sultana bağlılığı Kürtler için cazip kılmanın bir aracı hem de
doğuda düzeni sağlamanın en etkili yolu olarak görülmelidir. Kürtler padişahı
kendileri için sultanların en iyisi olarak görüyor ona Bave Kurdan “Kürtlerin Babası”diyorlardı. Bir ağanın Hamidiye
komutanlığına seçilmesi aşiret içindeki rakipleriyle olan tartışmaların bir
anda onun lehine kapanmasını da beraberinde getiriyordu. Çünkü komutan yapılan ağa,
aşiret mensuplarını kendi yanına çekmek için dağıtabileceği silah veya yüksek
değer atfedilen bir iş gibi pek çok şeye sahip oluyordu. Üstelik Hamidiye
birliklerini rakiplerinin ve düşmanlarının üstüne sürebilirdi.
Hamidiye
komutanlarından en az ikisi, bu şekilde öyle büyük güce ulaştı ki, sonunda
devlet için tehlike oluşturdular.Miranlı
Mustafa Paşa ;Botan Emireliğinin reisleri arasından sadece o alayın başına
getirilmiş ve paşa yapılmış, diğer göçer aşiretlerin reisleri daha küçük
rütbeler almışlardı.Osmanlı yönetiminin bölgede hatta Cizrede etkinliği
yoktu;her şey Mustafa Paşanın ellerindeydi.Hamidiye komutanlarını koruyucusu
Erzincan’daki Dördüncü Ordu’nun komutanı ve sultanın kayınbiraderi Zeki
Paşa’ydı.Arkasının sağlamlığı ve uzlaşmacı olmayan şiddete dayalı iktidarıyla Mustafa
Paşa eski mirlerin iktidarının farklıydı. Mustafa Paşa adı hala korkuyla anılmakta ve Kuzey
Cezire’de ailesine büyük saygı gösterilmektedir. Milanlı İbrahim Paşa; ünü yöresel boyutları çok aşan başka bir
Hamidiye komutanıdır. Türk ve yabancı yazarlar onu efsanevi bir haydut ,
“Kürdistan’ın taçsız kralı”olarak tanıtıp daha da ünlendirmişlerdir.1863
yılında Milan’ın reisi olan İbrahim egemenlik alanını oldukça genişletti ve
daha büyük bir bölgenin haracını toplar oldu. Böyle güçlü birinin Hamidiye
komutanı yapılması sultanın asıl amacının aşiretleri dengelemek olmadığına işarettir.
İbrahim Paşa sultanına hep sadık kaldı ama sultana karşı ilk protesto eylemi
Diyarbakır da kentin surlarını çevirip sakinlerini rahatsız etmeye başlayınca oldu.
Aralarında Z.Gökalp’ın de bulunduğu gençler kentin postanesini işgal ettiler ve
sultanın Paşayı güneye Hicaz demiryolunu koruma görevine yollama sözüne kadar
da dağılmadılar. Temmuz 1908’deki jöntürk ihtilali Abdülhamit yönetimini sona erdirdi.
Yeni rejimi tanımayan İbrahim Paşa muhtemelen padişahını desteklemek amacıyla
ihtilalcilere karşı bütün Suriye’yi ayaklandırmaya çalıştı. Ancak Türk
ordusunun başarılı harekâtıyla mağlup oldu ve kısa süre sonra da öldü.
Kurtuluş
Savaşı kazanıldıksan sonra Kemalist yönetim, toprak bütünlüğünü korumak endişesiyle,
Kürtleri ve Türk olmayan diğer grupları asimile etmeye yönelik bir politika
güttü.1925 ve 1928-31’deki büyük Kürt ayaklanmalarından sonra bu siyaset hem
hızlandı hem de şiddetlendi. Hükümet, her türlü biçimiyle dolaylı yönetimi bir
kenara bırakıp aşiret reislerinin aracılık konumunu büyük ölçüde ortadan kaldırdı.
Şeyhler yoğun baskı altına alındı ve pratikte oynamakta oldukları siyasal rolü yitirdiler.
Bu durum birçok bölgede kan davalarının ve çatışmaların artmasına yol açtı.
Türkiye’de
ağaların devlet sayesinde güç elde etme girişimleri resmi görevlilerle kurulan
ilişkilerle sınırlı değildir. Hem parlamento hem de yerel yönetim başkanlıkları
için serbest seçimler yapılmaktadır. Ağalar bir kez meclise girdi mi artık
kendi çevresi için yapılacak çok şey vardır. Milletvekilleri ve belediye
başkanlarının konumlarından yararlanarak yerel güçlerini artırma imkânları çok büyüktür.
Bu yüzden seçim dönemi yoğun siyasi mücadele ile geçer, geleneksel rekabet yeni
boyutlar kazanır. Kürt toplumu böyle dönemlerde daha fazla aşiret olma
özellikleri gösterir.
Son beş
yüzyılda Kürt toplumu, genellikle toplumsal evrimin başlıca evreleri olarak
kabul edilen aşamalardan geçmiştir. Aşiret, reislik ve (yarı-)devlet-ama Kürt
toplumu bu aşamaları tam ters yönde yaşamıştır. Kürt siyasal kurumlarının bu gerileyişi,
Kürdistan’ın parçalarının yer aldığı devletlerdeki siyasal kurumların
gelişmesinin doğrudan bir sonucudur.
Dördüncü bölüm: Dervişler, evliyalar
ve politikacılar
İslam
dünyasında derviş tarikatlarının sayısı çok fazladır, ama Kürdistan’da
bunlardan sadece ikisi bulunmaktadır. Kadiri ve Nakşibendî tarikatları. Her
şeyh bunlardan ya birine ya da diğerine bağlıdır. Bu iki tarikat şeyleri
arasında kıskançlık her zaman söz konusudur.
19.yüzyılın
ilk otuz yılında Mevlana Halid’in Nakşibendî tarikatını yaymak amacıyla
giriştiği eylemler neticesinde Kürdistan’da şeyhlerin sayısında artış oldu.
Pozisyonları itibariyle zaten aşiretsel çatışmanın dışında yer alan şeyhler iç
çatışmalara son verebilecek tek otorite haline geldiler. Bu arabuluculuk
eylemini yerine getirirken kendi güç ve zenginliklerini uzlaştırdıkları
taraflar aleyhine artırdılar. Böylece şeyhler Kürdistan’ın en güçlü yerli
kişileri oldular ve açıkça milli duyguların odağı haline geldiler. Tapu
kayıtları da birçok şeyhe dünyevi güçlerini pekiştirmeleri için fırsat vererek
onları resmi toprak ağaları haline getirdi.
Aşiretlilerin
çoğunun şeyhleriyle olan ilişkileri yüzeyseldir. Pek çok şeyh kutsallıklarıyla
yaptığı şöhreti kurnaz bir ticari ve politik kavrayışla bütünleştirir. Zengin
olmak için en emin yol kerametleriyle ün yapmaktan geçer. Birçok şeyhin Allah’a
onlar adına da yalvardığı için kendisine müteşekkir olan zengin müritlerinden
miras kalmış toprakları da vardır. Aşiret reisleri artık köylülerden, feodal
sistemde geçerli, reis için çalışma zorunluluğunu uygulayamazken, şeyhlerin bu
hakkı hala saklıdır ve genellikle emeklerinin karşılığı olarak şeyhin duasından
başka şey almazlar. Tarikatların yasaklandığı Türkiye’de dahil olmak üzere, pek
çok şeyh her yerde toprak sahibi azınlık arasında yer alır ve yerel devlet
otoritesinin temsilcileriyle iyi ilişkiler içindedir. Bu da onların köylüleri
sömürmeye devam etmelerine imkân verir. Çoğunlukla ağa, şeyh ve devlet
memurları karşılıklı ekonomik ve siyasi çıkarları dolayısıyla birbirleriyle iyi
ilişkiler içindedirler. Bu üç gruptan bireyler arasında çetin ihtilaflar ortaya
çıkabilirse de bu kategori içindeki ilişkiler sembiyotikdir, her biri diğerinin
konumunu destekler ve güçlendirirler.
1925’te
tekkelerin kapatılması ve şeyhlerin takibata uğraması etkilerinin azalmasına
yol açan en önemli neden olarak gösterilebilir. Bu önlemler, Atatürk’ün üniter
ve laik bir devlet kurma arzusunu gerçekleştirmesini tehdit eden Kürt
milliyetçiliği ve anti-laik hareketlere tepki olarak alınmıştır. Sosyo-ekonomik
seviyenin artması eğitim düzeyinin yükselmesi de bu etkinin azalmasını gösteren
önemli faktörlerdir. Giderek müritler şeyhlerini kutsal ve en bilgili kişiler
olarak nitelemekten ziyade onları kendilerini sömüren kişiler ya da sıradan üçkâğıtçılar
olarak görmeye başladılar. Din hem burjuvalar hem de proleterler arasında
etkisini kaybetti. Genelde Türkiye’de şeyhlerin nüfuzu dikkat çekecek derecede azalmıştır.
Hem sayıları hem de birkaç istisna dışında, taraftarları azalmış ve son
nesilden birçok şeyh yerine birini atamadan ölmüştür.
Son
olarak Türkiyeli Kürtler arasında bu güne dek en önemli dini hareket Nurculukdur.Bu
hareket değişik nedenlerden kişilerin ilgisini çekiyor gibi görünüyor:
Tasavvufa eğilim duyanlara Risale-i Nur’un önsezisel ve mistik özelliği,dinci
aydınlara eserin modern bilimlere gösterdiği olumlu yaklaşım,Kürt
milliyetçilerine “eski Said”ve tutuculara hareketin anti-komünist yapısı hitap ediyor.
Şimdilerde de-1980’li yıllar- hareket askeri rejimlere gösterdiği muhalefetle
sempati topluyor ve Nurcuların gazetesi askerlerin hazırladığı 1982 anayasasını
açıkça reddettiğinden yasaklanıyor.
Beşinci bölüm:Şeyh Said isyanı
Şeyh Said ayaklanması Kürt milliyetçiliği tarihinde yeni bir dönemin
başlamasına yol açmıştır. Şeyh ve ağaların devlet ile karşılıklı etkileşimine
bir örnek teşkil ettiğinden bu ayaklanma son bölümün konusu olarak ele
alınmıştır.
Mart
1924 ‘te halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte Türk-Kürt kardeşliğinin en önemli
sembolü ortadan kaldırılmış oldu. Artık Ankara hükümetini dinsizlikle
lanetlemek mümkün olmuştu ve hükümetin aldığı diğer tedbirler de bu suçlamayı
haklı çıkartacak nitelikteydi.1924 yılında halkçılık adına Kürt dilinin umumi
yerlerde konuşulması yasaklandı; feodalizmin kaldırılması adı altında yalnızca
Kürt ağaları değil Kürt aydınları da Batı Türkiye’ye sürüldü. Büyük toprak
sahibi Kürtlerin topraklarına el konulması ve Kürdistan’a yerleşecek Türkçe
konuşan göçmenlere dağıtılması mümkün kılındı.
Türkiye
sınırları içinde de 1923’te yeni bir gizli örgüt kuruldu.(Özgürlük) yani Azadi’nin
diğer örgütlerden farkı başkentte değil Kürdistan’da aktif olan ve dolayısıyla
dış gözlemcilerin fark edemeyeceği kadar gizli bir örgüt olmasıdır. Ayrıca diğer
örgütlerden farklı olarak yabancılara yönelik propaganda faaliyetlerine girişmediler.
Azadi üyeleri Türk ordusunda subaydı ve bu subaylar İngiliz soruşturmacılarına
Türk Hükümeti tarafından Kürtlere yapılan muameleye ilişkin uzun bir şikâyet
listesi sunmuşlardır:
1.Türklerin Kürtleri Batı Türkiye’ye dağıtarak,
onların yerini doğuya Türkleri yerleştireceklerinden korkulmuş yani azınlıklara
ilişkin yeni kanun şüphe yaratmıştı.
2. Türk ve Kürtleri birbirlerine bağlayan en son bağ
halifelik kaldırılmıştı.
3.Kürt dilinin okul ve mahkemelerde kullanımı
kısıtlanmıştı.
4.Tüm coğrafya kitaplarından “Kürdistan”tabiri kaldırılmıştı.
5.Kürdistan’daki tüm yüksek hükümet görevlileri Türk
dür.
6.1923’teki T.B.M.M. seçimleri sırasında doğu
illerinde seçimlere hükümet müdahale etmişti.
7. Hükümet sürekli bir aşireti diğerine karşı
kullanma politikası izliyordu.
8.Orduda Kürtlerin kademe ve mevkileri Türklerle eşit
değildi.
9.Türk Hükümeti Alman sermayesinin yardımıyla
Kürtlerin yeraltı zenginliklerini sömürme girişimindeydi.
Türk
ordusundaki birçok subayın milliyetçi harekete sempatileri vardı.
Diyarbakır’daki 7.Ordu’nun subay ve erlerinin en azından yüzde ellisini Kürtler
oluştururken Türk subaylarının çoğunun Kürt hareketine sempati duydukları söyleniyordu.
Bu bilgileri verenlere göre Azadi ‘nin önderleri ordu ya da milis subayı olarak
en az on sekiz yerel kolu daha bulunuyordu. Soruşturmayı yapanlar gerçek bir
örgütün ve hedeflerinin varlığı konusunda fazla bir intiba edinmediklerine dair
yorum ve görüş bildirdiler. İngilizlere yukarıda ki bilgileri verenlerin İhsan
Nuri ve arkadaşları olduğunda şüphe yoktur. İhsan Nuri ve önemli Azadi
üyelerinin bulunduğu 7.Orduya bağlı bir alay ile Ağustos 1924’te Hakkari’deki
Nasturileri cezalandırmak üzere sefere gönderildiğinde ,bu kişiler hükümete
bağlılık duymadıklarını gösterdiler. Sonra ki yıllarda 1929–30 Ağrı
ayaklanmasında İhsan Nuri; “büyük askeri
önder, Kürt hareketinin taktik dehası” olarak tekrar sahneye çıktı.
Türk
hükümeti Kürt milliyetçi hareketinden gelen tehdidin ciddiyetini kavradı. Azadi
üyelerinin tutuklanmasıyla birlikte planların değiştirilmesi gerekti. Bu
durumda da o zamana kadar önemli bir etkisi olan Şeyh Said büyük önder olarak ortaya
çıktı. Şeyh Said ne istediğini biliyordu, insanları ikna etme yeteneğine
sahipti ve diğer gerekçeleri yeterli olmadığı takdirde dindarlığına ilişkin
ününün büyüklüğü işe yarıyordu. Ayaklanmayı koordine etmek ve tutuklanmayı
önlemek amacıyla Hınısı terk ederek Çapakçur-Hani-Lice-Palu bölgesine gitti.
Eğer başarı isteniyorsa öncelikle aşiretler arası ihtilafların halledilmesi gerekiyordu.
Zaza konuşulan bölgeye varmadan Kırmançi konuşan Cibranlı aşireti mensuplarıyla
görüştü. Öncelikle göçer olan bu aşiret şimdi Karlıova, Varto bölgesini başta
Hormek ve Lolan olmak üzere Kürt ve alevi aşiretlerle paylaşıyordu. Şeyh Said
Hormek aşiretini Ankara hükümetine karşı cihada çağırdı. Bu aşiret alevi olduğu
için bu çağrı pek yankı yapmadı ve Cibranlılarla aralarındaki husumetin son
bulmasına bile sağlayamadı. Ayaklanma başladığında da bu iki aşiret jandarma ve
ordudan daha etkin bir biçimde ayaklanmacılara karşı savaştılar. Bu olumsuz
örnek dışında şeyh bu gezisi sırasında birçok ufak tefek ihtilafı çözdü. Bu
gezi güvendiği adamlara yaklaşan ayaklanmaya ilişkin etraflıca bilgi verme imkânı
sağladı. Ayaklanma da askeri operasyonların yürütüleceği cepheler, yerel
koşulları iyi bilen şeyhlerin komutası altında olacaktı:
1.Kuzey/Kuzeydoğu cephesi; Melekanlı Şeyh Abdullah
komutasında olacaktı.
2.Harput-Elazığ cephesi; Gökdereli Şeyh Şerif
komutasında olacaktı.
3.Ergani cephesi; Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim’in denetimine
verildi.
4.Diyarbakır cephesi; doğu kanadı Hakkı Bey, batı
kanadı ise Emeri Faruk’un komutasındaydı.
5.Silvan cephesinin önderliği Şeyh Şemsettin’deydi.
Küçük bir askeri konseyin yardım ettiği Şeyh Said ise tüm operasyonların üst
denetimini elinde tutuyordu.
Diyarbakır’a
saldırı 29 Şubat’ta başladı. Şehir üç-beş bin Kürt tarafından kuşatıldı.2
Mart’ta saldırıya geçildi. Askeri harekât yoluyla şehir ele geçirilemeyince
kentteki Zazaca konuşan Kürtler yardımıyla şehre girmeyi başardılar. Bu arada
diğer cephelerde ilerleme kaydedildi ve birçok başarı elde edildi.
27 Martta
büyük birlikler ayaklanmayı bastırmak amacıyla Diyarbakır’a yaklaştığında
asiler kuşatmayı kaldırdılar ve ovadan kuzeydeki dağlara çekildiler. Asilere
karşı çemberi daraltan Türk ordusu 3–8 Nisan da Genç-Lice bölgesinde yapılan
çatışmalarda Kürtleri hezimete uğrattılar. Küçük gerilla birliği ile bu çemberi
yarıp Murat Nehrini geçerek İran’a doğru gitmekte olan Şeyh Said ve yakın
arkadaşları 27 Nisan’da yakalandılar. Yaygın kanıya göre muhalifleri olan
Cibran aşiret reislerinden Kasım Bey’in ihanetine uğramışlardı. Takriri sükûn
uyarınca mahkemeler kuruldu, ayaklanmayla ilgisi bulunmayan bazı nüfuzlu
kişiler de dahil birçok kişide idama mahkûm edildi.4 Eylül 1925’te Şeyh Said ve
47 Kürt önderi Diyarbakır’da asıldı. Tüm ayaklanma bölgesinin halkı batıya
sürgün edildi. Şeyhlerin ayaklanmada oynadıkları rol dolayısıyla 25 Aralık
1925’te çıkarılan bir kanunla tekkeler, türbeler ve diğer tüm ziyaretgâhlar
kapatıldı.1928’de hükümet genel af çıkardı. Ayaklanmadan geri kalan gerillaların
pek çoğu dağdan inerek af kapsamına alınmayı kabul etti. Türk hükümetinin
tamamen kontrol altına alamadığı tek bölge Celali aşiretinin yaşadığı Ağrı Dağı
bölgesiydi. Af kanununa rağmen kendisini emniyette hissetmeyenler bu bölgeye gittiler.
Bunlara Kuzey Kürdistan’dan Kürt milliyetçilerde katıldı. Suriye’de üslenmiş
olan Kürt milli cemiyeti Hoybun bölgeye adamlarını gönderdi. İhsan Nuri ve bazı
iyi eğitim görmüş subaylar direnişi örgütlediler. Aşiret reisleri bunlara katıldı.
Bir hükümet oluşturuldu. Türk kuvvetleri, ilk çatışmada tamamen hezimete uğratıldı.
Bu başarılar diğer milliyetçilerin de harekete geçmesini sağladı ve 1930’daki
Ağrı ayaklanması Türk hükümeti için Şeyh Said’inkinden daha büyük bir tehdit oluşturdu.
Bu ayaklanmada büyük çapta bastırıldı. Ancak 1938’deki üçüncü büyük ayaklanma
olan Dersim ayaklanmasının bastırılmasına dek Kürdistan pasifize
edilemedi.1938’de büyük insan kayıpları pahasına bu pasifizasyon sağlandı.
Ayaklanma ne tamamen dini ne de
tamamen milliyetçi nitelikteydi. Ayaklanmayı tasarlayanların milliyetçi
motivasyonlarından şüphe olmamasına rağmen bunların arasında da halifeliğin
kaldırılmasından duygusal olarak etkilenenler vardı. Ancak ayaklanmada Şeyh
Said’le yakın işbirliği yapanlardan Fehmi Bilal Efendi, Allah’a karşı gelen ve
dini herkesin önünde alaya alan biriydi. Kapasiteli bir insan ve katıksız bir
milliyetçi olduğundan şeyh onu sağ kolu yaptı. Şeyh Said ve Azadi üyelerinin
ilk hedefi bağımsız bir Kürdistan kurmaktı. Şeyh Said ve diğer önderler öldürüldükten,
tutuklandıktan ya da kaçtıktan sonra hareketin dini görünümünden hiçbir şey kalmamıştır.
Hükümet kuvvetlerine karşı savaş sürdüren gerillaların ve daha sonra ki Ağrı
ayaklanmanın önderlerinin söylemleri dini değil katıksız milliyetçi
söylemlerdir. Gerillalar devletin kanunlarıyla toplumun normlarının çatıştığı
her yerde ortaya çıkan eşkıyalık geleneğini izlediler ki, bu Kürdistan’a özgü
bir olguydu. Bu”geleneksel”itici güçler ayaklanmaya katılanlarda da kesinlikle
rol oynamıştır. Bu yüzyıldaki Kürt milliyetçiliği; her zaman eşkıyalık, politik amacı için savaşma, hükümetin
geleneksellerine tecavüzüne kızgınlık arasında bir yerde durmuştur. Halen de bu
ikisi arasında bulanıklık büyük ölçüde sınır çizgisindedir.
Altıncı bölüm: Sonuç
Ağa
ve şeyhlerin otoritesi Weber’in geleneksel ve karizmatik diye tanımladığı
otorite biçiminin birleşimidir. En yaygın meşruiyet türlerinden biri tipik
olarak gelenekseldir. Ağa ve şeyhlerin atalarını meşhur bir kişiye; ya bir İslam
kahramanına ya da kutsal sayılan bir kişi veya o kadar eski olmasa da savaşçı
bir aşiret reisine dayandırmaları yaygın ve tipik alışkanlıktır. Ancak yine de söz
konusu geleneksel meşruiyet tek başına yeterli değildir. Eğer sözü edilen bir
aşiret reisi ise cesaret, zekâ, cömertlik, şeyh ise ruhani kudret ve başkalarına
örnek olan dindarlık aranır. İmajı çekip çevirmek önemlidir ve birçok ağa ve
şeyhde bunun gayet farkındadır.
Kürdistan’da
sözlü olarak anlatılan ve yenileri yaratılan destanlar Avrupa ilkokullarında okutulan
tarih dersleriyle aynı işlevi görür. Aşiret reislerinin veya şeyhlerin
eylemleri süslenerek ve idealize edilerek var olan durum meşrulaştırılır.
Yönetenlere sevgi ve hayranlık taraftar veya müritlerinin zihinlerine
yerleştirilir.
Modern eğitim sistemi ve radyo
yayınları geleneksel toplumunkinden hayli farklı değer yargıları yaygınlaştırmaktadır.
Özellikle Türkiye’de öğretmen kuşakları ve okul kitapları sürekli olarak
ağaları ve şeyhleri alaya almış, gerici ve anti-demokratik olarak lanetlemiştir.
Değişik nedenlerden de olsa birçok Kürt milliyetçisi aynı tonda konuşmuştur.
Devlete, ümmete, işçi sınıfına ya da Kürt milletine bağlılık gibi yeni
bağlılıklar yaratma çabaları geleneksel bağları daha da zayıflatmıştır. Her
şeye rağmen birincil bağlılıklar dikkate değer bir direnç ve koşullara ayak
uydurabilme yetisi göstermektedir.
Gerçekte
tüm Kürt parti ve örgütlerinin önde gelenleri geleneksel yöneticilerden yani ağa,
şeyh ya da onların yakın akrabalarından oluşuyordu. Sömürülenlerin baş
kaldırarak geleneksel bağlılıkları reddettiklerine ilişkin örneklerde asıl
belirleyici saik ekonomik değişimden ziyade dışarıdan gelen politik etmendir.
kitap içerisinde işlenen tarih yani dönem aralığı nedir ?
YanıtlaSil