A Search For Civilization (Uygarlık
İçin Arayış), John U. Nef, Henry Regnery Company, 1962, ABD
Daha İyi Bir Dünya Kurmak İçin Gerekli Olan Toplum ve Uygarlığın Nasıl Tesis Edilebileceği Üzerine
“A Search For Civilization (Uygarlık İçin Arayış)” adlı bu kitap daha
iyi bir dünya kurmak, yüksek bir uygarlık tesis etmek için gerekli olan uygar
bir toplumun nasıl oluşturulması gerektiğini inceleyen bir kitaptır.
Kitap; içindekiler, önsöz ve dört bölümden müteşekkildir.
Artık günümüzde, kadın erkek tüm insanların birbirlerine bağımlı hale
gelmesi, eğitim ve mesleklerinin gittikçe daha özellikli konu ve ilgi alanlarına
münhasır olması, çağımızın büyük talihsizliklerinden birisidir. Özellikle,
insanoğlunun yaşamının devam etmesinin daha önce hiç olmadığı kadar geriye
dönüşü olmayan kararları alan insanların elinde olduğu bir dönemde, evrensel
düşünce giderek unutulmaktadır.
Yazara göre eski dünya artık
sahneden çekilmektedir ve yine yazarın ifadesiyle “A Search for Civilization
(Uygarlık İçin Arayış)” daha iyi ve yeni bir dünya bulmamıza yardım edebilir
umuduyla yayınlanmıştır.
İçinde bulunduğumuz ve hayatımızı her yönüyle yaşadığımız maddi
dünyamız, tarihte insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı dünyadan tamamen
farklıdır. Günümüzde bir teknoloji tarihi öğrencisi, 1780’lerden beri iki defa
endüstri devrimi gerçekleştiğini
ve şimdi dünyanın bir üçüncüsünün sancıları
içinde olduğunu görecektir. İnsanoğlu, madde dünyasının ortaya çıkış ve
gelişmesindeki hızından, nüfusun hızla artışından, standartlaşmış mekanik ve
otomatik mal üretiminin miktarının büyüklüğünden ve ulaşım hızındaki müthiş
artıştan büyük ölçüde etkilenmiştir.
Fakat insan hayatını büyük ölçüde değiştiren ve insanoğlunun başını
döndüren tüm bu değişimlerin, insanoğlunun bireysel ilişkilerdeki önemli
sorunlarına bir çözüm getirdiği söylenemez. Günümüzde yaşanan tüm karmaşanın
ortasında kalmış insanoğlunun dünyanın her yerinde karşısına çıkan asıl sorun,
karşılıklı anlayış ve saygı temeline dayanan bir birlikte yaşamanın tesis
edilmesi sorunudur. İnsanoğlunun geleceği, tarihte şimdiye kadar hiç
başarılamamış ahenkli ve uyumlu bir dünya toplumunun yaratılmasına bağlıdır.
Acaba böyle bir toplumun yaratılması mümkün müdür? Tarihte şimdiye kadar egemen
olmuş ideal ve ümitlerden daha hassas olan günümüz ideal ve ümitlerinin,
dünyada egemen olan ve birbirleriyle çatışan sayısız dil ve dini öğreti
farklılıkları, maddi zenginlik ve fakirlik, farklı örf ve adetlerin meydana
getirdiği kargaşa ortamından sıyrılarak egemen olması oldukça zor
görünmektedir.
Yazara göre bizim arayışımız, tarihte şimdiye kadar hiç görülmemiş daha
iyi bir toplum içindir. Aradığımız bu toplum, insanlığın maddi ihtiyaçlarını
karşılarken, Tanrı sevgisi, kendini adama ve komşu sevgisi ile insanlığın
manevi olarak da kalkınması için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Eğer
bilgelik bütün toplumlar için aynı değerleri taşıyorsa, ırkları ve milletleri
birleştirerek evrensel bir toplum yaratmaya yetecek bir harç sağlayabilir.
Bilgelik tüm dünyada okullarda ve üniversitelerde kabul gören ve
öğretilen disiplinleri temsil etmez. Bilgelik sınıflandırılamaz, sıralanamaz.
Bir kişinin, bir grubun veya herhangi bir konunun tekeline girdiği anda
“bilgelik” ortadan kalkar. Bu grupların görevi ortak bir anlayışın ve
insanlığın tesisi ve geliştirilip yayılmasıdır ki; bu unsurlar olmadan bütün
uğraşılar boştur. Peki, bu duygular nasıl yayılacak, insanlığa nasıl
ulaştırılacak? Tabii ki bir yerden diğer bir yere bir telaş içinde koşturarak
değil. Yaratmaya çalıştığımız bu grupların üyeleri, içlerinde hissettikleri
dostluk duygularının bir tezahürü olarak, Aziz Augustine’nin dediği gibi, uzun
yolculuklar şeklinde, yönlendirilmiş bir biçimde değil, inandıkları yere,
içlerinde Tanrı’ya karşı hissettikleri sevginin onları çağırdığı yere gitmekle
bu duyguları tüm insanlığa ulaştıracaklardır.
Teoloji ve felsefe genel olarak tehlikeli konular olarak addedilir.
Filozofların evrensel ve önemli sorunlara ilişkin buldukları cevapların tarih
için önemli neticeleri olabilir. Yüksek mevkilerde bulunan insanların iş
yaşamlarında önemli kararlar aldıkları dönemde -kendilerini etkileyen filozof
hakkında direkt bir bilgisi olmadan dahi- düşünüş ve davranış şekillerini
etkileyebilirler. Hiç şüphe yok ki, birçok filozof insan hayatının önemli
konuları hakkında tartışıyorlar, fakat formülleri o kadar karışık, fikirleri o
kadar soyut kalıplarla dolu bir dille ifade ediyorlar ki, insanları aydınlatma
ve rahatlatmadan ziyade insanların fikirlerini dağıtıp huzurlarını
kaçırıyorlar. Modern filozoflar ve onların öğrencileri, büyük klasik
filozofların aksine, sadece belli bir kesime hitap eden ve Yunan fikirlerinin açıklığı
ve berraklığı yerine Yunan harflerinin karmaşıklığını sunan bir kulübe
üyeymişler gibi görünmektedirler.
Yazara göre felsefi araştırma için uygun konu insanoğludur, insanoğlunun
ruhudur, bedeni değil. İnsanoğlu bilimin araştırma alanına giren konulardan çok
daha karmaşık bir konudur. Hatta bilim adamı, felsefi yönü ağır basan ve insan
vücudunu ve onun toplum için değerini araştıran bir biyolog dahi olsa. Eğer bir
filozof araştırmacı, bireyin doğruya, iyiye ve güzele hizmet etmesi konusundaki
potansiyeli ve kapasitesi için kayıtsız kalıyorsa, o filozof ya kötü bir insan
ya da acımasız ve gaddardır. Çünkü filozof, mesleğinin gereği olarak, insanın
seviyesini düşürmekten ziyade yücelten bu değerlerin insanoğlu tarafından
seçimi ve tercihi sürecinde mutlaka kendi varlığını bulundurmalı, tüm bunların
içerisinde olmalıdır.
İkinci Dünya Savaşının öncesinde büyük astronom Edwin Hubble,
Kaliforniya Üniversitesinde, nelerin bilim tarafından ortaya konabileceği ve
nelerin konamayacağı konusunda verdiği bir konferansta bilimi, pozitif bilginin
ortak alanı olarak tanımlamış ve bilimin elini uzatamayacağı, her bireyin
kendine özgü olarak yaşayan ve içinde her bir insanın kendi bilgeliğini kendi
tecrübelerinden oluşturduğu ve kişisel yargıların özel alanı olarak tanımladığı
bir alanın varlığını vurgulamıştır.
İnanç, güzellik ve erdem meselelerine uygun yaklaşım, doğal bilimlerde
kullanılan metotlarda ya da keşiflerde uygulanan yaklaşımlarla değil, bilgelik
iledir. “Din ve Bilim” konusunda kullanılan söylemler, günümüzde felsefe ve
ilahiyat konularının öğretiminde kullanılan söylemlerde olduğu gibi, oldukça
kaba ve tehlikeli bir dil ile yapılmaktadır. Sık sık işaret edildiği gibi,
yaklaşık son yirmi yıldan beri, zamanımızın en büyük ihtiyacı, bütün bu
problemlere bir çözüm getirebilecek kapsamlı bir felsefe ve büyük bir
filozoftur. Durum böyle olsa da, ilahiyat ve felsefenin günümüzde yeni bir
bakışa ihtiyacı vardır. Bir filozofun düşüncelerini günümüzün tecrübelerine ve
gerçek dünyaya dayandırmaya ihtiyacı vardır. Bütün bu meselelere en uygun
yaklaşımın insanoğlunun gönlüne da ve inançlarına daha yakın olan konulardan
geçen yaklaşımdır. Gerçeğe bu tarz bir yaklaşım için fikirlerin, bilim
adamlarının kaçındığı tarz olan daha somut ve gerçek dünyadaki kişisel
tecrübelere dayalı olması ve ayrıca aydınlatıcı ve öğretici bir dille açıklanması
gerekmektedir.
Hıristiyanlığın etkisini yitirmesi hatta sulandırılması ile yeni bir
sevinç ve mutluluk alanı yaratılabilir mi? İnancın yok olması ile birlikte
endüstriyel uygarlığın varlığını sürdürmeye devam etmesi şüphelidir. Doğal
bilimler ile teknoloji, aslında inanca ait olan alanı doldurmazlar.
İnsanoğlu üzerinde çalışan yeni bilim dallarının prensip ve tekniklerini
geliştirmek için ortaya konan çabaların başlangıcı, pozitif filozof Auguste
Comte’a, yani 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar uzanmaktadır. Fiziksel ve
biyolojik evrenin yapısını ortaya çıkarma yolunda uygulanan modern bilimsel
metotlarla gittikçe şaşırtıcı ve sağlam sonuçlar elde edilmiştir. Fakat
insanoğlunun derinliklerinde; inanç, sanat veya moral değerler alanlarındaki
gerçeklerin ve doğruların gözlemlerle ve ölçümlerle veya bir takım matematiksel
formüllerle değerlendirilememektedir. Bu alanlardaki doğrulara yaklaşım,
yetenekli kişilerin insanların içindeki iyiyi ve güzeli fark etme, doğruyu ve
yanlışı birbirinden ayırt etmelerine dayanmaktadır. Bu ayırımın geçerli ve
gerçekçi olması, insanların aynı görüş ve düşünceleri paylaşmaları ile
mümkündür. Kişilerin vicdanlarındaki ortak yol gösterici kaynak Tanrı’dır.
Kendilerine inanç bahşedilmiş ve belli bir disiplin altındaki bütün kadın ve erkeklerin
iç dünyalarındaki yaratıcı ilhamlar için gerekli olan alçakgönüllülük ve
farkındalık seviyesine çıkmak için en değerli yol, kendileri tam olarak
farkında olmasalar da, içlerindeki bu ortak kaynağın rehberliğidir.
Bilimsel ilhamların kaynağı da sezgiseldir. Fakat bu sezgiler mantıksız
ve sapıkça görünür, dolayısıyla, bilimin elle tutulur, somut ve açık kanıtlar
üzerinde ısrarla ilerleyişi, Ortak Kaynağa (Tanrı) olan inanışın altını oyması
gerekirdi. Çünkü Tanrı’nın varlığının deneysel veya matematiksel olarak ispatı
yoktur.
Modern bilimin, inancın insanın sadece kurtuluşu ve selameti için değil
aynı zamanda mutluluğu için de ne kadar önemli ve gerekli olduğunu görememesi,
farkına varamamasının bir sebebi de, belki de bilginin bölük pörçük olması ve
insanoğlunun dinden elle tutulur ve maddesel direkt sonuçlar beklemesi gerçeği
içerisinde yatmaktadır. Bu konuyu doğrular çarpıcı bir örnek de, yakın geçmişte
Hıristiyan kiliselerinin, Hıristiyan dogmalarının ve İsa’nın bizzat şahsının
ekonomik refaha katkılarına göre yargılama ve değerlendirme çabasıdır.
19’uncu yüzyıl boyunca, uzmanlaşmanın artması ve yayılması, doğal
bilimlerin ötesinde bilimsel metotlardaki gelişme neticesinde, ekonomi
tarihçiliği adıyla yeni bir tarih çeşidi ortaya çıkmıştır. Ekonomi tarihçileri,
başlangıçtan itibaren ekonomik gelişmelerle ilgilenmektedirler ve günümüzde
nicel bilimsel metotların büyüsü ile “ilerleme”, “ekonomik büyüme” ile aynı
anlamda kullanılır olmaktadır. Madde dünyasındaki gelişmeler ile ilgili olarak
edinilen yeni bilgilerin sonucunda, madde dünyası ile din arasındaki ilişkiler
açısından, kiliseye göre refah açısından, tarih otoriteleri hangi sonuçlara
ulaşmışlardır?
20’nci yüzyılda ekonomi tarihçilerinin çalışmaları ile Roma kilisesinin
büyümeye ve gelişmeye engel olduğu izlenimi daha belirgin hale gelmiştir.
Aslında bu izlenim ekonomi tarihçilerinin sistematik çalışmalarından daha
eskiye dayanmaktadır.
Dünya değişmekte ve adalet, sevgi ve erdemin durumları da tarihle
birlikte, zamanla birlikte değişmektedir. Günümüzde dünyamız şimdiye kadar hiç
görülmemiş bir hızda değişmektedir. Tüm bu gerçekler, kilisenin kural ve
düzenlemelerinin yeniden ele alınıp değerlendirilmesi ve kiliselerin yeniden
yapılandırılması gerekliliğinin önemini arttırmaktadır. Kilisenin kural ve
düzenlemelerinin değiştirilmesi gerekliliğine öne sürerken yazarın kastettiği
şey doğruların ve Tanrı’nın öğretilerinin değişen dünyanın durumuna ve yeni
kurumlarına uydurulması değil, bu durumların ve bu kurumların günümüzde tarihte
şimdiye kadar olmadığı kadar uzaklaştığı İsa’nın ruhuna daha yakın hale
getirilmesi gerektiğidir.
Yazara göre; günümüzde, ruhban sınıfı için geçmişte olduğundan daha
büyük fırsatlar bulunmaktadır. İhtiyaç duyulan gerekli düzenlemeler ve yeniden
yapılanma; dünya ile ilgili tecrübeye, yaratıcı düşünce ve sevgi ile
bütünleşmiş bir bilgi birikimi ve İsa ile bir bütünleşmeyi gerektirmektedir.
Dünya insanları İsa’ya ihtiyaç duymaktadırlar. Geçici heves ve merakın, sahte
dinlerin kol gezdiği bir çağda insanlar dini birleşmeye ihtiyaç duymaktadırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder