Tarih
yapan milletlerden biri olarak biz Türkler tarih bilincine ne derece sahibiz?
Geçmiş belgelerimize ne kadar yakın, ne ölçüde uzağız? Prof. Dr. İlber ORTAYLI
derin vukûfiyeti, benzersiz üslubuyla bizi tarihimizle tanıştırıyor,
yüzleştiriyor ve tarih yapan bir milleti geçmişiyle buluşturuyor.
“Tarihimizi
okudukça kendimizi daha çok sevecek ve geçmişimize daha çok ısınacağız!”
Toplumsal
bilinci şekillendiren en önemli unsur, geçmiştir. Bu sebepten kimliğin en
önemli parçası, en vazgeçilmez unsuru olan tarihi iyi bilmemiz gerekiyor. Uygar
milletler, özellikle XVIII. Asırdan itibaren tarih eğitimine son derece önem
vermişlerdir. Oysa Türkiye’de tarih bilincinin henüz inşa halinde olduğunu
kabul etmeliyiz. “Bizim tarihimiz Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlar.” yorumu, bizim tarihsel ve toplumsal
kimliğimizin oluşumunu izah edemez. 700 yıllık Osmanlı tarihini görmezlikten
gelemeyiz. Fatih’in imparatorluğu, Bosna’dan Doğu Anadolu’ya kadar uzanmakta,
Deşt-i Kıpçak ve Ukrayna ovalarına kadar Kırım’ı içermekte; güneye, Suriye
sınırına dayanmaktadır. Ondan sonraki 50 yılın içerisinde bu sınır, ikiye
katlanır.
Türkler,
arasında üç büyük dine mensup insan vardır. Karaylar Yahudi, Gagavuz Türkleri
Ortodoks Hıristiyanlardır. Bizim Çanakkalemiz vardır. Her ülkenin tarihinde
böyle zaferler yoktur. Bize Rumeli’yi kaybettiren Balkan Harbi sonrasında gelen
muhacirler bugün Türkiye’deki nüfusun en az dörtte birini oluşturuyorlar.
Türkiye
tarihî bir ülkedir, maalesef tarihçi bir ülke değildir. Türkler tarihi yapan
uluslardan biridir ama Türkiye tarih bilimine gerekli özeni göstermiş bir ülke
değildir. Bunun yanında bu bölgedeki hiçbir kavmin tarihini Türklersiz
incelemek mümkün değildir. Türkçe bilmekse, Osmanlıca belgeleri okuyabilmek
demektir. Bilim âleminin gözünde Türkçe biliyor sayılmanız için belgeleri
okuyabilmeniz gerekir. Eskiden tarih, antropoloji, uluslararası ilişkiler gibi
dallarda doçent olmak için Osmanlıca imtihanından geçirilirdi. Ne yazık ki
Türkiye’deki sosyal bilimcilerin 70-80 sene önceki metinleri okumamak, bunlarla
ilgilenmemek konusunda büyük bir ısrarı var. Aynı şey diğer coğrafyalar için de
geçerlidir. Latince bilmeden Macar tarihi çalışılmaz mesela. Ya da orta
Yunancayı bilmeden Bizans tarihçisi olunamaz. Bu anlamda ülkemizde ciddi bir
filoloji uzmanı eksikliği var. Oysa tarih bilimi, filolojiyle yapılır.
Türkiye’de filolojik yanı şiddetle tamamlamak lazımdır, hiç kaçarı yok, yüklü
bir filolojik malumatınız olacak ve okuyacaksınız.
Filoloji
bakımından kuvvetli olmayan bir kavim, Batı medeniyetine girmiş değildir. Batı
medeniyetini diğer medeniyet çevrelerinden tefrik eden iki vasıf vardır:
Bunlardan bir tanesi filoloji, diğeri musikidir. İslam Orta Çağı’nda büyük
İslam âlimlerinin çoğu İbranca ve Aramca bilirdi. Mesela ünlü hadis âlimi
Buhari, İbranca bilirdi ki İsrailiyat’ı bu sayede tefrik edebilirdi. Yine de
tam manasıyla filoloji yapanlar, Batılılardır. Örneğin, XVII. asırda 14 yaşında
iki Fransız çocuk, hayatta Türkiye’ye gelmemelerine rağmen Türkçe öğreniyorlar.
Gene XIV. Louis devrinin bilim adamlarından biri, Çin metinlerini okuyup
içinden Türklerle ilgili bölümleri çıkarıyor. Bir Fransız, Sinoloji[1]
çalışıyor, Türklerle ilgili bölümleri ayırıyor; bizse onun yaptığı neşriyatı
Hüseyin Cahit tercümesi sayesinde öğreniyoruz. Tarihi komşumuzun bizim
hakkımızda yazdıklarını tetkik etmek çabamız yok. Gene mesela Arabica, Persica
diye Hafız’ı, Sadi’yi tercüme ediyorlar. Hatta Friedrich Ruckert, İran
şairlerini çevirmekle de kalmıyor, çevirisini Almancada aruz vezni kullanarak
yapıyor. Oysa Doğu’da hiç kimsenin oturup Titus Livius’u, Vergilius’u,
Homeros’u vs. çevirdiği yok. Ta ki Tanzimat dönemi geliyor, Fransızca üzerinden
tercüme ediliyor bu metinler. Bir devir ve bir medeniyet düşününüz ki, bir yan
da Scubert’ler, Beethoven’ler, bir yanda Ruckert’ler… ve bütün bunlara eşlik
eden felsefi birikim. İlginçtir, Engels diyor ki: “Hammer denen Alaman –tabir bu- çıkıp da Osmanlı tarihini yazana kadar
bizim diplomatların haberi bile yoktu o medeniyetten, bize bir şey vermediler.”
Musul
konusu ileri sürülüyor ve deniyor ki, “Bizim
Musul’da çok yüksek haklarımız var.” Ama ne tür hakları olduğunun farkında
bile değiller. Mesela “havass-ı hümayun” dediğimiz imparatorluk hasları vardır.
Padişahın özel mülkü görünen şeylerdir bunlar. Onların statüsünü etüt etmeden,
ne olduğunu bilmeden kulaktan dolma sözlerle konuşuyoruz.
Türkiye’de,
İnönü Ansiklopedisi ve İslam Ansiklopedisi dışında gerçek anlamda ansiklopedi de yoktur. Çoğu
çok hızlı çevrilmiştir, telif edilirken vahim hatalar yapılmıştır. Dolayısıyla
ansiklopedilere bakarak tez ileri süremezsiniz.
“Tarih nasıl yazılır?” dediğinizde genelde söylenen şudur: Osmanlı’daki “vakayiname”ler vardır,
bu kronikleri okursunuz. İkincisi, vergi defterlerine bakarsınız. Mahkeme
kayıtlarına bakarsınız, toprak kayıtlarına bakarsınız, bu böyle gider. Nihayet
denir ki: “mektuplara bakarsınız.” Bizde böyle bir şey maalesef tam
anlamıyla söz konusu değildir. Constantin, İstanbul Şehrini bir Seramoni ile
kurdu. 13 Mayıs 332 gününe “Uğurlu gün” dendi. Ama Osmanlı Beyliği böyle
bir tarih düşünülerek kurulmuş değil. Yalnız kuruluşu betimleyen bazı vakalar
var: Bir tanesi, süzeren statüsünde tabi olunan hükümet tarafından gönderilen
sancak. 1440’lara kadar bu devletin kroniği, yani olayları günü gününe yazan
vakayinamesi yok. Bu devri anlatan kroniklerin hepsi II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet devrine ait. “Yahşi fakih”
diye, o devirleri görüp sözlü olarak nakleden, bize meçhul bir tarihçi var.
Bizans kronikleri epeyce etüt edilmiş vaziyette. Ve tabii Cenova, Venezia gibi
İtalyan devletlerinin kayıtları. Osmanlı tarihi bakımından bunların hiçbiri
doğru dürüst araştırılmış değil. Vatikan devlet arşivleri (papalığın
arşivleri), dünyanın en eski düzenli arşivleridir ve 1135’ten itibaren düzenli
ve zengin raporları vardır. Bütün bu kaynakların hepsini incelemek, bir arada
değerlendirmek, maalesef Türk tarihçiliğinin iktidarı dâhilinde olmamıştır. Hiç
unutmayalım ki, bu kaynakların bundan sonra tarihçiliğimize dâhil olmaması için
bir sebep yoktur. Türkiye bunu yapamıyorsa, bunun sebebi nesillerimizin tarih
şuurunun eksik olmasıdır.
Hiçbir
Türk tarihçisi o devrin Latincesini öğrenip de gidip o arşivleri okuyup
araştırmış değil. Türklerin Dede Korkut Destanı’nın en iyi yazımı bile İtalya’da
Vatikan kütüphanelerinde bulundu. Bu, memleketimizin tarih yazımının hazin
görüntüsüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nu aşağı yukarı 150’nci yahut 140’ıncı
kuruluş yıldönümüne kadarki vesikalardan etüt etmekten aciziz. En eski tahrir
defterimiz ve en eski kadı sicillerimiz de gene 15’inci asrın 2’nci yarısına
aittir. Daha da tuhaf olanı, en eski tahrir defterimiz, bugünkü Türkiye’ye
değil, Arnavutluk’a aittir, yani Fatih Sultan Mehmet devrine. Bunu Halil
İnalcık neşretmiştir, Halil Hoca’nın böylece Arnavutluk’un milli tarihine
yaptığı katkı eşsizdir.
Zamanımızın
Avrupa münevveri de maalesef iyi yetişmiyor. Eski kuşağı, İkinci Cihan
Harbi’nden evvelkileri hatırlıyorum. Mesela bizim hocalarımızdan biri daha
liseyi bitirdiği zaman, Almanca ve Fransızcanın yanında Yunanca ve Latinceyi de
tam biliyordu. Hatta daha dinî ağırlıklı liselerde yetişen bazıları İbranca da
öğreniyordu. Arabistanlı Lawrence, Hitit dönemi kazıları, Arab edebiyatı
bilgisi dallar yanında İngilizcedeki en iyi Iliada ve Odiseus çevirisini yapmıştır. Neticede
bugün Osmanlı tarihçiliği maalesef Şark’ın diğer dallarına göre büyük
talihsizlik içindedir.
Zaman
içinde Diyar-ı Rum’a ‘Anadolu’[2] dedik. Balkanlar’a geçtikten sonra,
bu sefer Balkanlar’a ‘Rumeli’[3] dedik. Balkan ismi de Türklerin
bıraktığı bir coğrafi tabirdir. Bugün bu ismi kaldırmaya çalışıp Balkanlar’a ‘Güneydoğu Avrupa’[4] diyorlar. XII. Asırda insanlar bizim yurdumuza artık Türkiye demektedirler. İtalyan
kaynaklarında bunu görüyoruz. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
bugünkü Trakya bölgemiz, kuzey Yunanistan, güney Bulgaristan, doğu Sırbistan,
Türk devlet idaresi olan Osmanlı’ya katılacaktır. İşte buradan itibaren
Avrupa’daki Türkiye diye bir tarihî mesele ortaya çıkmıştır ve bugün de devam
etmektedir.
En son
Todor JİVKOV döneminde, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti 300 bin Türk’ü bir anda
sınırlarının dışına atmış; Edirne’de sınır kapısının önüne yığarak, ‘Gelin, halkınızı alın’ demiştir. Şüphesiz ki bu tür göç dalgaları devletler için büyük sıkıntı
yaratır. Ancak bugün tarihçi gözüyle baktığımızda, Türkiye’nin bu gibi göçleri
birçok ülkeye göre daha ustalıkla karşıladığını söyleyebiliriz. XIX. Yüzyılın sonlarında Avrupa’daki Türkiye’nin oluşumu bitmiş, sınırlar
artık tespit edilmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu,
Avrupa’daki topraklarını geri vermiştir.
Balkanların
her köşesinde Osmanlı izleriyle karşılaşmamız mümkündür. Mesela Bulgaristan’da
Mithat Paşa gibi büyük bir valinin varlığını ve icraatını anlarsınız. Osmanlı,
askerî bir imparatorluktur. Ama askerî amaçlarla kurduğu tesisler, iktisadî
anlamda da önemli olmuştur. Çünkü imparatorluk askerî gelişmeleri ve yeni
teknikleri anında uyarlamak zorundaydı, zira yaşamı buna bağlıydı. Devletin
temel unsuru Türklerdir, dili Türkçedir, ordusu Türk dilini kullanmayı ve bu
karakteri benimsemeyi sürdürmüştür.
Devşirme
dediğimiz sistemle ordunun sadece çekirdek kısmına asker temin edilmiştir. Bürokrasi
için de aynı durum geçerlidir. Türk tarihçiler, insanların devşirme usulüyle
Türkleştirilmesindeki sürat ve yoğunluğu incelemiş değildir. Bunu daha çok
yabancı tarihçiler ve Balkanlılar incelemiştir. Türk evlerine verilerek
kendilerine din ve dil öğretilmiş, acemi oğlan olarak yetiştirilmişlerdir.
Yönetici olup üst sınıfı teşkil etmek üzere alınanlar ise, Enderun mektebinde,
imparatorluğun kültürüne ve ideolojisine göre yetiştirilmişlerdir. Devşirme 2-3
yılda bir yapılır. Sayısı birkaç bin kişi ile sınırlıdır. Bunun da kuralları
vardır. Devşirme eminleri, son derece ciddi memurlardır. Seçilecek kişileri,
simalarından tanırlar, karakter okurlar. Şehir çocukları devşirilmez.
Devşirilenlerin en iyileri Enderun’a kaydırılıp büyük devlet adamları olarak
yetiştirilirler. Türk çocukları da bu devşirme kurumunun muhatapları olmuştur.
Mesela, Kuzey Afrika’daki dominyonlara gidenler, kul sınıfından Anadolulu
çocuklardır, Türklerdir. Bunu götürdükleri kültürel öğelerden biliyoruz.[5]
Devşirmeler, alındıkları ordu içinde tamamen merkezî dile, dine ananeye göre
yetiştirilirler. Kimse burada Sırplı, Moralı, Bulgar veya Gürcü olarak kalmaz.
Ayrıca belirli sınıfların ve bölgelerin insanları devşirilir. Kapadokya yöresi
ahalisi inşaat işçiliğinden iyi anladıklarından İstihkâm sınıfı diyebileceğimiz
mimarî sınıfı bunlardan devşirilir. Eğer devşirilen çocuk etnik grubunu
hatırlıyor, biliyor ve devam ettiriyorsa da bu mesele edilmez.[6]
Vezirlerimizden Hıristiyan bir Arnavut olan Ayas paşa çevresini tanımıştır.
Devşirme müessesesi için şu husus bilinmelidir: Bu bir dönemdir ve XVII. asrın ortalarında biter.
Osmanlı
ilerleyişi nasıl bir süreçtir? Bu, çağdaş tarihçiler için büyük bir meseledir.
Bu konuyu, batı tarihçiliği de halletmiş değildir. Bunun elbette bir sebebi de,
yakın ve yaşayan bir tarih olmasıdır. Tarih kesintiye uğramaz; bir sonraki
kuşağın hayatında devam eder.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Batı’daki ilerlemesi üç safhada olmuştur. Birinci safhada anavatanımız kurulmuştur. Sultan II. Murat’ın II. Kosova Savaşı’ndan ve Kosova’daki
başarısından sonra Osmanlı Devleti artık yıkılmaz bir imparatorluktur.
Türklerin Avrupa’daki hâkimiyetinin çözülüşü açısından, hiç şüphesiz ki II. Viyana Kuşatması sonrası dönem, önemli bir başlangıç noktasıdır.
Nihayet XIX. yüzyılın sonundan itibaren,
bilhassa Rumeli’deki vatan topraklarının kaybıyla, Türk İmparatorluğu’nun
parçalanması süreci başlamış, bu durum gittikçe belirginleştirmiştir.
Haçlı
seferlerinin arkasındaki en hırslı amacı, Akdeniz’in en parlak ve zengin kenti
olan İstanbul’dur. Yani Haçlılar Hıristiyan kardeşlerinin başkentine göz diker.
En trajik ve utanç vericisi dördüncü Haçlı seferidir. 1204 yılının 12
Nisan’ından itibaren 50 yılı aşan bir süre karanlık bir dönemdir. Şehirde
yağmalanmadık eski eser kalmadı, insanların ırzı çiğnendi, kadınlar ve çocuklar
öldürülüp sokaklara yığıldı. O gün Doğu medeniyetinin en önemli parçası olan
Ayasofya gibi bir mabet bile yağmadan nasibini aldı. İstanbul’dan Batı’ya
mukaddes emanetler ve heykeller taşındı. Venedik San Marco Meydanı’ndaki dörtlü
tunç heykeller, o günkü yağmada çalınan sanat eserlerindendir. Bu seferle
Ortodoks elit şehirden atıldı. İmparator ailesinden Komnenoslar[7],
Trabzon’a sığındılar. Bu seferlerde Haçlıların Müslümanlarla ilişkileri kötü
olduğu gibi, Hıristiyanlarla da iyi geçinmemişlerdir. Haçlıların
geçinebildikleri tek Hıristiyan grup, Lübnan’da yaşayan ve o tarihte Katolik
inancına bağlı olmayan Marunîlerdir. Bu yüzden Marunîler Doğu Hıristiyanlarının
nefretini kazanmışlardır. Bilindiği üzere bir müddet sonra Lübnan Marunîleri
Bat kilisesine tabi olmuştur. Ortodoks dünyasında, Rusya’da ve bu yıkıma maruz
kalan Helen dünyasında Haçlılık ve Katolisizm, cahil halka kadar inen bir batı
nefreti yaratmıştır. Mesela Yunanlılar, hâlen bu dünyaya soğuk bakarlar.
Yunanlı vatandaş ve din adamı, Batı kilisesine karşı şüpheler besler. Bu durum
Rusya’da ve Slavlar arasında daha da yaygındır.
Haçlıların
Bizans’a saldırmasından sonra Doğu Ortodoks dünyası artık Batı dünyasına iyi
bakmaz. Neticede 1430’ların sonunda toplanan Floransa Konsili’nde Ortodoks
âlemini temsil eden Bessarion, birleşmeyi savunur. Fakat Doğulular burada
alınan kararı tanımazlar. Çünkü onlar için Katolik; “gaddar, kan içici, barbar”
insan demektir. İstanbul’daki ruhbanların ve aristokratların büyük çoğunluğu “Bunlarla mı birleşeceğiz? Biz burada Kardinal mitrası görmektense Türk
sarığını tercih ederiz. Bu Batılılar mı bize ekmek vereceklermiş? Onların
vereceği ekmektense Türk kılıcı evladır” diyerek karşı çıkarlar. İşte Türkler bu durumdan istifade
etmeyi bilmişlerdir. Osmanlı, Katoliklere karşı Ortodoksları himayesine almış,
Ermenilerden yana tavır izlemiştir. Fatih’in ilk yaptığı iş, İstanbul’da bir
Ermeni Patrikliği ihdas etmek olmuştur. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda
Ermenilerin ruhanî lideri, ama bilhassa milletbaşı (etnark) İstanbul Ermeni
Patriği olmuştur. Avrupa tarihinin en bilge hükümdarı Fatih, Ghennadius’u
çağırıp, büyük bir tören ve iltifatla kendisini Roma-Ortodoks Patriği olarak
tayin eder. Bütün Ortodoks milletler ve topluluklar kendisine tabi
olacaktır. Bu döneme biz hukuk tarihinde
Türk idaresi dönemi (Turkokratia) diyoruz. Kısacası, Türk İmparatorluğu’nun
varlığı sebebiyle, İtalya merkezli Roma-Katolik kilisesi ile Ortodoks
kilisesinin birleşme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bab-ı Âli, din adamlarının ve
kilisenin başını tayin ederken, mahallî çevrelerin ve grupların taleplerini
dikkate alırdı; aziller konusunda da itirazları göz ardı etmezdi.
Haçlılık,
Müslümanlığın yediği son darbedir ve buradan sonra, Ortadoğu’da yeni bir kuvvet
olan Türkler, Haçlı Seferleri’nin yarattığı dağıtıcı ve bozguncu havayı
düzeltmek için yeni bir fütuhata ve direnişe geçeceklerdir. XIII. asırdan sonra bütün Ortadoğu’da bir Türk ağırlığı hissedilmeye
başlanmıştır. Daha sonra, XV. asırda Granada düşer ve Kurtuba
elden çıkar. Bu, Endülüs’teki Müslüman hâkimiyetinin sona ermesi anlamına gelir
ki üç dine de mensup insanın birlikte yaşayıp üretebildiği Endülüs’ün elden
çıkması, beşeriyetin ortak tarihi bakımından büyük bir kayıptır.
Osmanlı
İmparatorluğunun doğuya doğru ilerlemesinde çok önemli bir rol oynayan iki
savaştan biri olan Otlukbeli savaşında, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı yenen
Fatih Sultan Mehmed, Doğu Anadolu bölgesinin bugüne kadar uzanan kaderini
çizmiştir. Otlukbeli, iki Türkmen devleti arasında geçmiş bir kavgadır. Ancak
hiçbiri Osmanlı’nın karşısında duramamıştır ki bu önemlidir. Memluklular
karşısındaki zaferler de aynı şekilde açıklanır.
Memluk
devleti ve askerî yapısı yabana atılmamalıdır. Çünkü Hulagu’nun kan içici fakat
ok gibi ordularını, Moğolları durduranlar memluklulardır. Böyle savaşçı bir
geleneği olan, Çerkez ve Türk asıllı idarenin hükmettiği bir Mısır devletini,
Yavuz Sultan Selim Ridaniye’de ve Mercidabık’ta nasıl ortadan kaldırıyor?
Doğrudan doğruya üstün askerî bir teknoloji ile… Unutmayalım ki, Birinci Cihan
Harbi’nin çetin günlerinde romantik Kanal Seferi’ne çıkan Cemal Paşa, Sina
Çölü’nü, Yavuz Sultan Selim kadar kolay ve kayıpsız geçemedi, çok kayıp verdi.
Mevsimi ayarlayamadı; kum fırtınası zamanıydı ve kum gözlükleri olmadığı için
askerlerimizin bir kısmı kör oldu, susuzluk çekti. Mısır Seferi, Osmanlı askerî
teknolojisinin ama bunun yanında çevre bilgisinin de gelişmişliğini
göstermektedir. İran-Osmanlı çatışması, bizim bugünkü İran-Türk gerilimine
benzemez. Zira iki tarafta da Türkler yer almaktadır. İran’ı idare edenler,
Türkmen Oğuzlardır. Anadolu’ya ve Suriye’ye hükmeden kuvvet, İran’la çatışmak
zorundadır. Şah İsmail Türk edebiyatının hürmet edilecek büyüklerinden biridir.
Aruz vezniyle tertemiz şiirler yazmıştır. Yavuz Sultan Selim’in şairliğindeyse
böyle bir kaygı yoktur. O, İran kültürüyle yetişmiş bir Türk hükümdarı olarak
Farsçayı çok sevmektedir. Divanı da öyledir.
Osmanlı
Suriyesi; Filistin’i, Lübnan’ı, Antakya’yı ve Şam’ı içerir. Roma devrinde
Antakya, bundan kopuk bir parçadır. Bugün olduğu gibi, Araplar diğer kısımlara
“Bilad’uş Şam” derler. Şam demek, sadece Şam vilayeti değildir; Halep dışarıda
olmak şartıyla bütün Suriye’dir. Antep ve Urfa, Halep’in ayrılmaz
parçalarıdırlar. Nitekim Osmanlı döneminde de, daha önceki imparatorluklar
zamanında da Halep ile bu kısım bitişiktir. Bu bölgelerin etnik yapısı çok
farklıdır. Tipik Suriye’yi Lübnan ile ve Ürdün’ün bir kısmıyla düşünmek
gerekir, bu ayrı bir bölgedir. Bu bölgeler, Türkmenlerin yönetiminin hâkim
olduğu bir bölge olup Araplaşma faaliyeti tamamlanamamıştır. Bugünkü Arap
siyasî coğrafyası, bu tarihin kültürel realitelerine pek uymaz. Bu sınırlar
cetvelle çizilmiş bir yapı söz konusudur. Birinci Cihan Harbi’ne girmeseydik,
bu bölgeler daha bir süre bizde kalacaktı. Çünkü Balkanlar’ın aksine, buradaki
ulusçuluk o derece örgütlü ve silahlı değildi. Çok ilginçtir, bu bölgeler,
merkezi hükümetin politikalarıyla, iktisadî, siyasî, içtimaî sistemleriyle
Balkanlar kadar iç içe olmamıştır. Ancak kanuni Sultan Süleyman devrinde ve
sonraki asırlarda, burada bir Osmanlı mimarisi görülmeye başlar. Bunu bilmekte
fayda vardır.
Kanuni
devrinden niye İmparatorluk diye bahsediyoruz? Çünkü onun devrinde imparatorluğun
vasıfları görülür. Kanuni devrinde bütün bir mimari tek elden çıkmış gibidir.
Sadece askerleriyle ve kanunlarıyla değil, mimarisi ve sanatıyla da karşımızda
bir Osmanlılık vardır. Bu Karlofça’ya kadar devam eder. Tarihi, antlaşmalarla
ve harplerle belirleyip bölümlemek, her zaman isabetli değildir. Ama tarihçimiz
için bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Osmanlı, hukukî açıdan, uluslararası
ilişkiler açısından kendini değiştirir, romanist bir sistem içine girer.
Uluslararası alanda devletler sistemine ve Grotius hukuku’na geçmektedir artık.
Bu ne Hıristiyan hukuk anlayışıdır ne de Müslüman… Klasik Roma hukuk
anlayışının ürünüdür.
Osmanlı
Devleti, Balkanlar’da fethettiği yerlerde köylülerin ve şehirli esnafın
vergilerini azalttı. Öncelerde Balkanlar’da bu anlamda bir gelişme yoktu.
Osmanlı’nın geçişinden sonra nehirlerin üzerine köprüler[8] yapıldı.
Yollara önem verildi. Bu yollar sebebiyle Balkanlar’da ticarette, ziraat ve
hayvancılık ürünlerinde gelişme meydana geldi. Bu çok önemli bir şeydir.[9]
Anadolu’nun geri kalmasına sebep olsa da, geçen asırlar içerisinde Rumeli’ye daha
fazla yatırım yapılmıştır. Bu, XIX. Asırda Balkanlar’daki toprak
kaybına kadar böyle devam etmiştir ki bu devir Sultan II. Abdülhamit dönemine rastlar.
Roma
döneminde, Balkanlar’da en önemli alt yapı, Arnavutluk kıyısındaki şehirlerden
Selanik’e uzanan kara yoludur. Bu, Romalıların bulduğu esaslı bir çözümdür. Bu
sayede, Balkanlar’da, deniz yolunun kuzeyinde kalan kara yolundan ulaşım ve
asayiş birlikte sağlanmaktadır. Osmanlı işte bu yolu Edirne üzerinden, Tekirdağ
yolundan İstanbul’a kadar getirmiştir. İkinci bir kol ise Balkanlar’dan
geçmekte, Makedonya’yı içermektedir. Bu sağ ve sol kollar askerî yollardır.
Balkanlar’dan
Orta Avrupa’ya kadar iktisadî ve idarî bir sistemin kurulması işte bu sayede
sağlanabilmiştir. Aynı şey Anadolu için de söz konusudur. Orta Anadolu’dan
geçen yollar, bir yandan Doğu Anadolu’dan Tebriz’e, öbür taraftan Haleb, Şam ve
Arabistan’a doğru uzanmaktadır.
Balkan
tarihi mevzuu epey sorunludur. Taraflar objektif değildir, kaynaklar kıttır ve
bilimsel verilerin incelenmesinden çok, büyük ölçüde spekülâsyonlara dayanır.
Başta, yanlış çizilmiş haritalar tarihçileri yanlış yorumlara
götürebilmektedir.
Osmanlılık,
Katolisizm karşısında gerileyen Ortodoksluğun desteklenmesidir; Sırplar
karşısında eriyip dağlara çekilen Arnavut’ların desteklenmesi ve tekrar
Kosova’ya yerleştirilmesi demektir.
Osmanlılık,
vergi ve angaryayla ezilen köylülerin bir dönem için rahat bırakılması
demektir.
Osmanlılık,
büyük feodallerin Balkanlar’da ortadan kaldırılıp, küçük feodallerin toplumla
bütünleşmesine fırsat tanınması demektir.
Osmanlılık, İtalyan
şehirlerinin kendi aralarındaki Doğu Akdeniz rekabetinden istifade etmektir.
Osmanlılık,
değişik dinlere ve dillere fırsat verilip, bunların birbirine karşı
kullanılması demektir.
İşte
bunlar Osmanlı’nın ilerlemesinde çok önemli unsurlar olmuştur.
Osmanlıların
Balkanlar’daki hâkimiyeti yaklaşık beş asra tekabül eder. Osmanlı ve Türklük,
1354’te Edirne’nin alınmasıyla, Rumeli’ye adım atmıştır. Rumeli bundan sonra
bir vatan olarak inkişaf etmeye başlamıştır. Selanik iki kere fethedilmiştir.
1912 kışının tatsız bir gününde de bütünüyle Yunan ordularına terk edilmiştir.
Şimdi Selanik, Yunanistan’ın bir parçasıdır. Oysa Selanik Yunanlı değildi.
Orada Helen unsur, en az olanıydı; hâkim unsur Yahudilerdi.[10] 1912’de
Selaniğe giren Yunanlılar önce Yahudi mahallesinde etnik temizliğe
başlamışlardır. Rumeli’den çekilme de bize ağır bir bedel ödetmiştir. Bu
bakımdan Osmanlı inkişafının tarihini çok iyi bilmek zorundayız. “Nasıl bir coğrafyaya adım attık ve o coğrafyadan nasıl çekildik?” sorusunun cevabı önemli. Çünkü
Rumeli hâkimiyeti, Türk tarihinin en çok çarpıtılan kısmıdır. Bunun için
Türkler Balkan dillerini, Bizans ve Slav tarihini, bu kültürlerin ve Ortodoks
Kilisesi’nin tarihini çok iyi bilmek durumundadırlar. Zira ilk kez, Balkanlarda
iki ayrı medeniyet, Doğu ile Batı bir araya gelmiştir. Tarihte belki de bu
ilktir.
Toparlarsak;
Balkanlar’daki hâkimiyetimiz, Ortadoğu’daki hâkimiyetimizden daha uzun ömürlü
olmuştur. İkincisi, Osmanlı hâkimiyetinin yapısı ve bünyesi Balkanlar’da daha
kuvvetlidir. Mesela Osmanlı, Arap ülkelerinin birçoğunda, merkezî idarenin
unsurlarını o kadar kuvvetle yerleştirememiştir. Buna karşılık Bulgaristan’da,
Makedonya’da, Trakya’da, hatta Orta Yunanistan’da Osmanlı hâkimiyeti çok tipiktir;
idarî yapının bütün unsurlarını içermektedir. Bu yüzdendir ki Balkanlar’da
Osmanlılığın izleri silinemiyor. Bunun için, çok daha uzun bir zaman vandalca
gayretler gerekiyor. Gerçi bu kısmen yapılmaktadır.
Türk
Devleti, XII. asırdan beri sistem dışı dinî
hareketler e son derece kuşkuyla
bakmaktadır. Çünkü burada devlet hayatı ön plandadır. Mesela Hurufîler… Ne
zaman ki devletin içine sızmaya başlamışlardır, işte o zaman Sadrazam Mahmut
Paşa buna dayanamamış, Hurufîleri toplayıp yakmıştır. Bu ceza da İslam’dan
hareketle verilmemiş, büyücü olarak değerlendirilip cezalandırılmışlardır.
Aslında Sadrazam, eski bir Hıristiyan ve ruhban ailesinden gelmektedir.
Hurufîlere karşı uyguladığı sert ceza, herhalde buradan ileri gelmektedir. Din
bilginleri, Dürzîleri şiddetle İslam’ın dışında bir inanç grubu olarak
değerlendiriyorlar. Ancak, aynı şey Yezidîler ve Nusayrîler için söylenemez,
zira devletin şiddetine maruz kalmamışlar. Demek ki devlet, reel siyasî duruma
karşı gizli bir yapılanma içine girenlere sert davranmıştır. XIX. Yüzyılda ise,
devletle problem yaşamış gruplar görmezlikten gelinir. Mesela Ahmet Cevdet
Paşa, Anadolu Alevîliği’nden söz etmez. Bu, daha çok, geçmişte yaşanmış bir
yarayı, aile içi bir bölünmeyi örtme çabası olarak okunabilir.
Hilafete
ısrarla sahip çıkanlar, XVII. ve XIX. Yüzyıllar
arasındaki padişahlardır. Hilafetten maksat, İslam dünyasında bir öncü olarak
algılanmaktır ve Hicaz’ın hâkimi olmak gibi bir niyet, hilafeti önemli kılmış
ve XVI. asırda yavuz Selim’in seferleriyle bu gerçekleşmiştir. Doğrusu hac
işleri, o günün şartları içinde bugünkü Suudilerden çok daha başarılı bir
şekilde yürütülmüştür.
Şark ve
Türk tarihinde evlilik yoluyla toprak genişletme bir istisna dışında pek
görülmez. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr…[11]
Diyebiliriz ki Şark devletleri, Avrupa’nın aksine bilhassa Türk-Osmanlı Devleti
fütuhatla büyür, evliliklerle değil. Evliliklerle genişlemenin tipik örneği
Avusturya’dır. İspanya’dır. Macaristan’dır.
XVII. yüzyılda Girit’in alınmasıyla ancak Akdeniz’in doğusu bir Türk gölü
haline gelmiştir ki bu hâkimiyet, aşağı yukarı XIX. yüzyılın
sonuna (son çeyrek) kadar devam etmiştir. Akdeniz adaları korsan deniz
üsleriydi; Osmanlı donanmasının yayılmasını ve deniz ticaretini
engelliyorlardı. Bunun için, Akdeniz’in Türk gölü haline gelmesi gibi bir hüküm
üzerinde ihtiyatla durmalıyız. Bu Akdeniz gölü, bütün Akdeniz anlamına
gelmiyor: Malta, Sicilya, Korsika gibi üsler hiçbir zaman elimizde olmadı.
XVI. yüzyıl boyunca Avrupa, muntazam daimî ordulara sahip değildir.
Avrupa’nın son muntazam daimî ordusu Macar Krallığı’nındır.[12] Ağustos
1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde, bu devlet ve ordu ortadan kalkmıştır.
Mukaddes Roma Germen tacını giyen o büyük Macaristan bir anda yok olmuş yerini
Türkler almıştır. Macar tacının üzerinde hak iddia eden Avusturya Büyük
Dukalığı ve arkasındaki Alman İmparatorluğu bu konuda Türklerle uzun bir
çatışmaya girecektir.
XVI. yüzyıl boyunca, Orta Avrupa’da hâkim bir kuvvet durumundadır. XVI. yüzyıla geçerken Osmanlı’nın askerî gücü ve teknolojisi henüz üstün durumundadır.
Bu hâkimiyeti, ateşli silahları çok iyi kullanan teknolojisiyle
gerçekleştirmiştir. Afrika devletleri, o dönemde Osmanlı tarafından
yönetildiklerini bile ileri sürmektedirler. Niçin? Çok açıktır. Demek ki İslam
dünyası, Türklerin hanedanı ile aynileşmiştir. Bu dönemde Hilafetin Türklere
ait olamayacağı Kureyşlilere ait olduğu görüş Arap kaynaklı bir görüştür.
Pratikte fazla taraftar bulmamıştır. Çünkü kılıç ve kuvvet Osmanlı’nın
elindedir.
Kanuni
sonrası Osmanlı hâlâ üç kıtadadır ve Avrupa devletleri ile ilişkilerde taviz
vermeye yanaşmayan bir diplomasiye sahiptir. Osmanlı, Fransa ile Bourbon ve
Habsburglu arasındaki kavgayı ustalıkla körüklemektedir. Ayrıca, XVI. yüzyıl Avrupası’nı saran Protestan-Katolik çatışmasında Osmanlı,
Protestanlar lehine bir kışkırtıcılık yapmaktadır. Macaristan’ın geniş kısmı
olan Erdel’de Lutherci mezhebe hamilik siyaseti izlemektedir. Bu dönemde
bloklar arasındaki çatışmayı körüklemek, Osmanlı politikasının şiddetle
kullandığı bir tekniktir.
Osmanlı
İmparatorluğu’nu XVI. ve XVII. asır
boyunca meşgul eden iki olaydan birisi, Avusturya savaşları; ikincisi de meşhur
İran harpleridir. Osmanlı, Sultan III. Mehmet devrinde Tuna’yı aşmış, bugünkü
Çekya’nın sınırlarına dayanmıştır. İran harpleri; Osmanlı ordusu için son derece
yıpratıcı olmuştur. Çünkü bu savaşlar, çok sorunlu bir coğrafyada cereyan
etmiştir. Tarihimizde Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, bilhassa IV. Murat hakikaten zor şartlarda, uzun harpleri, seferleri yürütebilen
önemli mareşallerdir. Maalesef bizim tarihimizde, bu hükümdar portreleri
yeterince ciddiyetle çizilmiyor. Daha da kötüsü şu: Büyük edebiyatçılar,
romancılar bu anlamda tarih çalışmıyorlar. Oysa bu çok önemli tarihî
şahsiyetler, edebiyatın o incelmiş diliyle, romanın o derinlikli dünyası içinde
verilebilir, tarihî bir şahsiyet olarak portreleri çıkartılabilir. Tarih,
tiyatromuz ve sinemamıza yeterince konu olamıyor, istenen derinlikte ve
sahihlikte işlenmiyor. Bunun büyük bir eksiklik olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Otuz Yıl
Savaşları’ndaki orduların yağmacılığının yaşandığı ortamda, Avrupa’da Türk
ilerleyişi daha anlaşılır hale gelir. Çünkü Türk ordusu menzillerinden bir
disiplin içinde geçmektedir. Geçtikleri yerleri yağmalamak gibi bir huyları
yoktur. Köylüler, Osmanlı ordularının ihtiyaçları için, bir vergi şekli olarak
“sürsat” dediğimiz sorumlulukla mal pazarlar. Bunu bölgenin kadınları düzenler.
Ayrıca ordunun yanında, bir ordu esnafı takımı yürür; bunlar kayıtlı, defterli,
disiplinli ve sorumlu insanlardır. Ordunun disiplini ve konaklayacağı yer
bellidir. Güzergâhtaki köprüler ve suyolları tamir edilir. Bizim bugün
bilmediğimiz askerî bir teknoloji kullanılır.
Osmanlı
savaş düzeni, padişahın da muharebeye gitmesini öngörüyordu. Padişahın olmadığı
yerlerde mutlaka aksaklıklar çıkmıştır. Başkomutanın yetkileri sonsuzdur. Para
basma yetkisine bile sahiptirler. Viyana’da taktik ve stratejik hatalar
sebebiyle yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Başta Osmanlı ordusu geri çekilmeyi
(ricat) bilmiyordu. Bunu yani düzenli geri çekilmeyi ancak İstiklal Savaşı
yıllarında yapabilmiştir.
Viyana
Kuşatması yıllarında Avusturya, Alman İmparatorluğu’nun bir parçasıdır ve
söylendiği gibi bu yüzden tarih boyunca Almanya ile bir dostluğumuz da yoktur.
Türk ilerleyişine karşı Avrupa’da propagandist bir edebiyat geliştirilmiştir.
Avrupa tarihinde ilk kez el ilanları ve küçük risaleler basılıp dağıtılmıştır.
Matbaa, ilk kez Türk ilerlemesine karşı yaygın bir şekilde kullanılmış, adeta
kitle iletişim aracına dönüştürülmüştür. “Türkler nasıl çocuk
keserler, kadınları nasıl öldürürler, adamları nasıl kesip kızartırlar” gibi uyduruk gravürler
kullanılmıştır.
Anti-Türk
edebiyat, Protestanlarda Lutherci bir görüşle başlamıştır. Protestanlar
anti-Türklük ve anti-Müslümanlık söylemiyle Katolikleri bastırmışlar; bu üslubun
başını da Luther çekmiştir. Unutulmasın ki, Luther anti-semitizmin babasıdır.
Luther kadın karşıtı bir din görevlisidir. Almanca konuşulan bölgelerde, müthiş
bir anti-Türk edebiyatı yerleşmiş, bir Türk tipi çizilmiştir. XVIII. yüzyıl Avusturya halk resimlerinde görülür. Türk; çok kurnaz, çok zeki,
şeytan gibi biridir. İspanyol aslana, İngiliz ve Alman ata, Rus Moskof’u eşeğe,
Türk ise tilkiye benzetilir. Daha da ilginci, böyle bir tabloda Türk ile Yunan
aynı kişilikte görünürler. Halk kitleleri, Yunan ile Türk’ü ayırt
edememektedir. Ortodoks kilisesine atfedilen birtakım unsurlar ve karalamalar
Müslümanlık için de söz konusu olmuştur. Müslümanlık Türklük ile bir
görülmüştür.
Viyana
Kuşatması, Doğu-Batı arasında onulmaz ayrımlar oluşturmuştur. İşte bu yüzden
Batılılaşma konusu son derece zor bir meseledir. Türkiye, Batı karşısında nasıl
bir vaziyet alacak, hangi safhalardan geçecek, kültürel değişimini nasıl
tamamlayacak? Politik bakımdan bunu nasıl tamamladı? Bu soruların cevaplarını
aramalıyız. Batı hukuk sistemine geçiş, aynı dünyada yaşıyor olmanın
gerektirdiği uyumluluk şartlarından biridir. Batılı da doğulu da bunu yapmak
zorundadır. Özellikle de ticaret bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla Osmanlı
Batılılaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu konuda İslam dünyasının Türkiye’ye karşı
geliştirdiği tenkitler asılsızdır, hiçbir geçerliliği yoktur. Türk
batılılaşmasını “sömürgeleşme” ve “hainlik” ile yorumlamak ucuz bir yorumdur. Bu şekilde ne yazık ki
kitleler, tutarlı bir toplum ve tarih analizinden uzaklaşıyor.
Bizim
topraklarımız, tarih boyunca mültecilerin sığındığı bir yer olmuştur. Macar
bağımsızlık hareketinin önderi Ferenc Rakoçi’nin kuvvetleri de bize
sığınmıştır, Büyük Petro’dan kaçanlar da. Kars ve Balıkesir civarında Rus
köyleri olduğu biliniyor. Batı’dan gelen kadrolar Türkiye’de neler yaptı?
Mesela 18 asırdan beri, hasetsen XIX. yüzyılda Macarlar ve 1848 ihtilali
esnasında Osmanlı’ya sığınan Polonyalı mülteci kalabalıkların tarihi
ayrıntılarıyla incelenmelidir. Mısır Valisi Mehmet Ali paşa’nın oğlu İbrahim
Paşa komutasındaki kuvvetlerin Kütahya’ya kadar ilerledikleri zaman Osmanlı
kendisine sığınanları geri vermiyor. Sığınmacılar bu fedakârlığı görüyorlar.
Bundan olsa gerek, derin bir bağlılık hissi içinde kendilerini bu topraklara
adıyorlar ki bunlar, koyu Macar ve Polonya milliyetçileridirler, bunun için
Avusturya’ya başkaldırmışlardır. Adeta kendileri için yapılmış fedakârlığı
karşılıksız bırakmamak babında Türklük için Müslümanlığı kabul ediyorlar. İşte
Osmanlı bu sayede, sayısını bilmediğimiz nitelikli insanlar, modernleşmesinde
vazife alacak kalifiye elemanlar bulmuş oluyor. Tesis edilen Macar ve Polonya
köyleri modern ziraatı geliştirmiştir. Mesela Mithat Paşa gittiği
vilayetlerdeki başarısını bu adamlar borçludur. Bu insanlardan teknisyen olanları,
kanalların inşasını idare ediyor, yolları yapıyorlar. Rumeli’den gelen çalışkan
ve bilgili muhacir kitleler, demiryolu hattına yerleştirilmekte, Anadolu tahıl
ambarı haline gelmektedir. Bu sayede Yunan muharebesinde Türkiye ilk kez kendi
ürettiği Anadolu buğdayıyla askerini besleyecektir. Bu sığınmacılar sayesinde
Osmanlı birden bir teknotrat sınıfı bulmuştur. Macar ve Polonyalı olan bu
insanlar, haritacılıktan topçuluğa, kimyagerlikten ressamlığa kadar Osmanlı
cemiyetinin ihtiyacı olan kadroları meydana getirmişlerdir. Bu, Osmanlı için
bir talih olmuştur.
Mültecilerden
bir kısmı Müslüman olmuş ama hepsi Osmanlı toplumuna intibak etmişlerdir.
Mesela Polonya’dan iltica eden General Jozef Bem, Müslüman olmuş ve Murat Paşa
adını almıştır. Generallerden Kosiyevskyi Sefer Paşa adını almıştır. Çok önemli
albaylardan biri olan Konstantin Borzecky, Mustafa Celaleddin ismini almıştır
ki Nazım Hikmet’in dedesi olan bu zat, sonradan general, yani paşa rütbesiyle
Karadağ muharebesinde şehit düşmüştür. İltica etmiş bu insanlar, Osmanlı
cemiyetinde yeni bir sınıfın ve yaşam tarzının gelişmesine de ön ayak
olmuşlardır. Şair Nigar hanım, Macar Süleyman Paşa’nın kızıdır. Kadınlı-erkekli
salon geleneğini geliştirmiştir. Ignacz Kunoş gibi bir Macar Türkolog bile,
Nigar Hanım’ın bu yöndeki rolünü ortaya koymaktadır. Medreseden gelme Ahmet
Cevdet Paşa’nın kızları –en başta Fatma Aliye Hanım- tıpkı Nigar hanım gibi
edebî ve ilmî faaliyetlerin içinde olmuşlardır.
Türk
Batılılaşmasının özelliği, ordunun ve sivil bürokrasinin etrafında gelişmiş
olmasıdır. Batılılaşmaya gönüllü girişmiş sivil ve askerî bürokrasi bu süreci
temellendirmiştir. Bu mevzuda bize benzeyen iki ülke daha vardır: Uzakdoğu’daki
Japonya ve yanı başımızdaki Rusya.
XVIII. asırdasınız, ordularınız Avusturyalılarla ve Ruslarla kavga ediyor,
karşınızdaki ordular modern dönemin kışlalarına, bitişik harp nizamına,
topçuluğuna ve mühendisliğine sahip. Bunlarla baş etmeniz ancak bir şekilde
mümkün: O ordulardaki mühendisliği, tıp ve cerrahlığı, veterinerliği benimsemeniz
yoluyla. O dönemde Osmanlı’da tıp okulu olmasa da tıp ekolü vardır. Mühendislik
ise zaten okullaşmıştır. Okullaşan mühendislikle birlikte matematik,
trigonometri, sonra fizik kuralları, kimya ve yabancı dil, yabancı dilde okunan
eserler ve arkasından aileye yabancı eğitmenler gelmiştir.
Görülüyor
ki XIX. yüzyıl Türk batılılaşması, dışardan, sonradan
kendini Türkleştiren bir unsurdan yardım görüyor. Bu önemli bir unsurdur.
İkinci unsur; memleket içindeki gayrimüslim cemaatlerin ve milletlerin
durumudur. Osmanlı ülkesinde milliyetçilik, çok yönlü, çok düşmanlı, çok
çatışmalı olarak devam edecek ve yüz yıl geçmeden bütün ülke bir yangın yerine
dönecektir. Yangının, bugün bile söndüğünü iddia etmek kolay değildir. Bu
yüzyılda medreseleri iyi değerlendiremedik. Bu kurum gerilemiş ve yerinde
sayıyor olsa da orta çağlardan kalma bir geleneğe sahipti. Mesela iyi bir
filoloji ve mantık eğitimi veriyordu ki bunun temeli Eski Yunan felsefesine,
mantığına dayanıyordu. Ortaçağların Doğusu’nda filolojik metotlar, gramer ve
metin tetkikleri son derece gelişmişti. Batılılaşma ile birlikte bu damar epey
hasar gördü. Batılılığımızın ve Batı eğitimimizin en büyük zaaf noktası
buradadır. Ne Batılılaşmayı savunanlar medreselerin bu tarafını gördüler, ne de
medreseler Batı’daki gelişmelerden haberdar oldular. Batıcılar ve medreseliler
birbirlerini gırtlaklayarak yollarına devam ettiler. Bu konuda başka türlü
duranlar da vardır. Mesela Elmalılı Hamdi (YAZIR) gibi bir ilahiyatçımız bu
şekilde Batı dilini öğrenir, Batı tipi bir felsefî yöntemi takip etmeye kalkar
ve Kur’an tefsirinde[13] dirayet
tefsiri dediğimiz çok etkili yöntemi geliştirir.
Osmanlı
modernleşmesi, sadece Türklerin tarihi açısından değil, bütün dünya tarihi için
özgün bir olaydır. Çağdaş Türk aydını, Tanzimat aydınıyla aynı gruptandır.
Bugünün Türkçesi, esas itibariyle Tanzimat döneminde oturmuştur. Bürokrat ve
edipler sade Türkçe ile yazmaya başlamışlardır. Zira onlar da bugünkü
aydınların tartıştığı meseleleri tartışıyorlar; geleneği veya modernleşmeyi
savunuyorlardı. Dolayısıyla onları okumak ve bilmek zorundayız.
Osmanlı’nın
klasik yönetim şeması askerî bir hiyerarşiye sahiptir. Beylerbeyi, vilayetlerin
başıdır. Merkezde ve sarayda birtakım görevler yine böyle askerî bir hiyerarşi
içindedir. Fakat aynı zamanda sadaretin, defterdarlığın, hatta askerî
kurumların içinde medreseden gelme insanlar bulunmaktadır. Bu çok enteresan bir
yapıdır. 12–13 yaşlarında mahalle mektebinde okuma ve yazmayı söken bir çocuk,
doğrudan kaleme çırak olabilmektedir. Böylelikle zeki çocukların, çok genç
yaşta devlet memuru olarak yetiştirilmesine başlanmaktadır. Çoğu zaman bu
çocuklar fakir bir ailenin içinden gelirler ve tahsillerine ancak bu sayede
devam edebilmektedir. Nitekim 1860’ta Tanzimat’ın zeki ve akil adamları
Mekteb-i Sultani’yi, bugünkü Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Böylelikle
Fransızca eğitimin en iyisine, Türkçe de ihmal edilmeden devam edildi.
XIX. yüzyılda mühendislik okulları, ziraat mektepleri, kız çocukları için
mektepler açılmıştır, bugünkü düzeyimizi onlara borçluyuz. O günlerde Türk
toplumu kendini yeniliyor ve geliştiriyor, Avrupa ile ticaretini artırıyor.
Şark ile de ticaret yapılıyor. Mesela Osmanlı-İran ticaretine bakıldığında,
Osmanlı payının daha yüksek olduğu görülecektir. Ordudaki merkeziyetçilik, bir
nevi sanayi merkantilizmini meydana getiriyor. Ordunun ihtiyacına yönelik
dallarda sanayi inkişaf ediyor. Türkiye sanayinin ve teknolojik bilgisinin
esasını teşkil eden askerî fabrikalar; cam, porselen ve kumaş fabrikaları;
mesela Safranbolu’da dericilik, birtakım yerlerdeki baruthaneler bu sayede
inkişaf ediyor.
XIX. yüzyıl sanayi ve ekonomisinin en önemli zaaf noktalarından biri, tarıma
dayalı olmamasıdır. Arazilerin mülkiyetinin düzenlenmesi ancak 1858 tarihli
Arazi Kanunnamesi ile sağlanıyor. Ziraî üretimle sınaî üretim ve planlama at
başı gitmemektedir. Ziraata dönük sadece alkol üreticiliği gibi bazı
imalathaneler vardır.
XIX. yüzyılda Sultan Abdülhamit dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin henüz
merkezî bütçesi yoktur. Bu yüzdendir ki reformlar sürekli yavaşlamış, idareye
bile yansımıştır. İflas eden maliye ve kurulan Düyun-ı Umumiye[14]
neticesinde, maliye teşkilatı yeniden düzenlenmiştir. Bütün bunlar, modern
maliyemizi teşkilatlandıracak bilgileri Düyun-ı Umumiye’de edinen Mehmet Cavid
Bey gibi bir seçkin maliyeciyi ortaya çıkarmıştır. İşte bakın: II. Mahmut memurların derecelerini tespit ediyor; orduda, mülkiyede, yani
sivil idarede ve ilmiyede bunları birbirine eşitliyor. Fakat maliye henüz
bunlara standart maaşlar vermeyi bilmiyor, çünkü maaş verecek durumda değil. Bu
iş 100 sene sonrasına, yani II. Meşrutiyet’e kalıyor, Mehmed Cavid
Bey Maliye Nazırı oluyor ve bu işi düzenliyor.
Türkiye’nin
XIX. yüzyıldaki Batılılaşması; Rusya’da olduğu gibi, kavgası
yapılmamış, teorisi ve ideolojisi kurulmamış bir harekettir. İş ne zaman ki
gündelik yaşamımızı düzenlemeye gelmiştir, işte o vakit dananın kuyruğu
kopmuştur. Batıcısı, İslamcısı ve milliyetçisi, bir kör dövüşün içinde
birbirlerine girmiştir. Bu da Türk
Batılılaşmasının kendine has tarafıdır.
Bu
yüzyılda edebiyat başlamış, romanlar yazılmıştır. İlginçtir, ilk romanı ve ilk
oyunu bir Arnavut milliyetçisi (aynı zamanda Türk milliyetçisi) olan Şemsettin
Sami (Fraşeri) yazmıştır. Şemsettin Sami Bey, hem de Arnavutçaya hizmet
etmiştir. Neticede bir Osmanlı kültürü, Osmanlı kültür adamı ortaya çıkmıştır.
Çok dilli bir matbuat dünyası, okuyucu kitlesi doğmuştur. Ahmet Mithat Efendi; “İstanbul insanı sokakta üç dil öğrenir.” diyor.
Osmanlı’da
siyasi muhalefet; kahve ve hamam dedikodularından, yeniçeri ve ulema sohbetlerinden
çıkmıştır. Muhalefet ve particilik, bir tür komitacılık faaliyeti olarak
başlamıştır. Maalesef particilik, dayatmacı bir zihniyete “Ben olmazsam olmaz. Tek doğru benim” anlayışına dayanmaktadır. Bunun için Türk demokrasisi, XIX. yüzyılda ve XX. yüzyıl başlarında iyi bir başlangıç
yapmamış, o dönemden beri hırçın bir gelenek teşekkül etmiştir.
İmparatorluk,
reformlarını, kendi klasik imparatorluk anlayışına göre yapmaktadır. Bugünün
tarihçisi bunu anlamıyor. Avrupa tarihçisi ise hiç anlamıyor. Onların Türkiye
tasviri herhangi bir Avrupa ülkesine benzemektedir. Oysa bu yanlıştır, oradaki
Katolik Alman, Hırvat, Çek ve Macar aralarında çatışırdı. Buna karşı Osmanlı
memalikinde Müslüman etnik unsurlar arasında böyle çekişme görülmezdi. İşte bu
nedenle yorumlarda metodik bir yanlışlık yapılmaktadır.
XIV, XV, XVI. asır boyunca kilise, Türklere aleyhinde yoğun bir
propaganda yapmıştır. Türkler için korkunç hikâyeler anlatılmıştır. Bunlar
matbaa ve tiyatro kanalıyla yayılmıştır. Bugün de benzer önyargılar belli
kalıntılarla devam etmektedir. Bu yüzden, Batılı kaynakları da ustalıkla
kullanarak Türk tarihini yeniden yorumlamak gerekmektedir.
Topraklarımızı,
Osmanlı Devleti’ni ve onun selefi Selçuki İmparatorluğu’nu, daha çok yabancı
seyyahların yazdıklarından öğreniyoruz. Bu seyahat notları önemli
kaynaklardandır. Seyyahların 1135’ten itibaren sistematik olarak devam eden,
Türkiye’ye dair raporlarını bugün Vatikan arşivlerinde bulmak mümkündür.
Venedik ve Cenova arşivleri de, bu gibi bilgileri içermektedir. Sadece XIX.
yüzyılda, Osmanlı coğrafyasına yapılan gezilerle ilgili seyahatnamelerin adedi
5000’i geçmektedir. Türkiye üzerine en eski Fransızca-Almanca seyahatnameler,
Osmanlı öncesine kadar uzanmaktadır.[15] Şark’ın
seyyahlarına gelirsek, Evliya çelebi Seyahatnamesi önemli bir Türkoloji
kaynağıdır. Çelebi’nin yazdıkları, incelemekle bitmeyecek bir coğrafya ve
kültür kaynağıdır. Evliye Çelebi gibisi daha evvel ve daha sonra ne bizde
çıkmıştır ne de Avrupa’da…
O günün hayatı içinde konuşulan dilleri, lehçeleri kaydetmiş gibidir. Çoktan kaybolup gitmiş Kafkas dillerinin bazı izleriyle onun seyahatnamelerinde karşılaşılabilir. Bu yüzden Kafkasyalılar için vazgeçilmez bir kaynak haline gelmiştir. XX. yüzyılın Türk seyyahı ki başlarında Falih Rıfkı Atay gelir, dış dünyaya nasıl bakmıştır? Balkanlar’a, komünist Rusya’ya, faşist İtalya’ya ve o zamanki Britanya Hindistan’ına…
O günün hayatı içinde konuşulan dilleri, lehçeleri kaydetmiş gibidir. Çoktan kaybolup gitmiş Kafkas dillerinin bazı izleriyle onun seyahatnamelerinde karşılaşılabilir. Bu yüzden Kafkasyalılar için vazgeçilmez bir kaynak haline gelmiştir. XX. yüzyılın Türk seyyahı ki başlarında Falih Rıfkı Atay gelir, dış dünyaya nasıl bakmıştır? Balkanlar’a, komünist Rusya’ya, faşist İtalya’ya ve o zamanki Britanya Hindistan’ına…
Bu
bakımdan seyahatnamelerin derhal Türkçeye çevrilmesi, çeviri yoluyla
kazanılması gerekmektedir. Oysa bizler bunu yapmak bir yana seyahatname yazan,
hem de iyisini yazan kendi ecdadımızınkini eski harflerden yenisine
aktaramadık. Osmanlı Türklerinin muhteşem tarihi, Avrupa Tarihi’nin oluşumunda
vazgeçilmez bir parçadır. Avrupa milletlerinin %80’i bugün Osmanlı tarihini
ciddi bir şekilde etüt etmektedir. Bütün Balkanlar ve Orta Avrupa ülkeleri için
böyle olduğu gibi, doğrudan Osmanlı hâkimiyetine girmemiş komşu ülkeler için de
böyledir. Mesela Avusturya, İtalya ve Polonya da bu tarihin bir parçasıdır.
Çünkü tarihleri boyunca, bütün askerî ve dış politikaları ve medeniyetleri
bununla temas edip şekillenmiştir. Durum böyleyken, başkaları Osmanlı tarihini
sağlıklı bir şekilde okurken, biz bunu yapmamakta, kendi tarihimizi
çalışmamaktayız. Bizde iyi bir Osmanlı tarihi yazılmamış, büyük sentezler
ortaya konulmamıştır. Bunun yanında, halka indirgenmiş, vülgarize edilmiş bir
tarih yazımı da yoktur. Mesela okul kitaplarındaki tarih, ihtiyacı
karşılamaktan uzaktır. Oysa keyfiyet bütün uluslar için geçerlidir; tarih ancak
okullarda öğrenilebilir. İtiraf etmeliyim, 12 ciltlik Tarih-i Cevdet[16] bugünkü Türkçe Latin harflerine
doğru dürüst çevrilememiştir. Yüz sene evvel hayatımızın içinde olan bir dil
ile yazılmış bu eseri bugün anlayamıyoruz. Bu çeviriyi yapacak bir yazarımız
yok. Fuat KÖPRÜLÜ’yü bile okuyamıyor, dolayısıyla tanımıyoruz. Tamamen yeni
harflerle yazmış Ömer Lütfi BARKAN’ı bile tam anlamıyla bilmiyoruz. Halbuki
bunlar, üslupları ve metotları itibarıyla modern Türk tarihçiliğinin
öncüleridir.
Türkiye’de
ihtisas müzeleri teşkil ettirilmesi son derece önemlidir. Artık elimize geçmiş
bulunan, ama aşırı yük sebebiyle Topkapı Sarayı gibi bir yerde teşhir
edemeyeceğimiz, Ayvazovskiler’i ve Picassolar’ı koyabileceğimiz bir millî
müzeye ihtiyaç vardır. Louvre ve British Museum gibi veya Hermitage Müzesi gibi
bir müzemiz yoktur henüz. Bu bir eksikliktir. Bu eksiklik derhal giderilmeli,
ihtiyacımız olan müzeler kurulmalıdır.
Türkler
tarih yapan uluslardan biridir. Yerkürede Türklerin adının geçmediği hemen
hemen hiçbir kompartıman yoktur. Almanya, Fransa, İspanya, özellikle Orta
Avrupa, Rusya ve Ortadoğu tarihini Türksüz okumak mümkün değildir. Türkler
hakkında; Çince, Hintçe ve Pahlavi denen eski İran kaynaklarında bilgi vardır.
Filoloji ve tarih alanında ortaya konulan düşük icraat ise, Türk milletinin
büyük noksanlarından biridir. Tarih yapımında bu kadar aktif olan bir ulus,
tarihçilik alanında emeklemektedir. Biz bazılarının telkin ettiği gibi bir
mutluluk ve ilerleme safhasından geçmiyoruz. Mücadelenin en derin, yaralı ve
sıkıntılı safhasından geçiyoruz. Bunun üstesinden nasıl geleceğimiz konusu
beşer tarihinin en önemli meselesidir. Bütün ahlakî sorunlarımız ve toplumsal
tahlillerimiz bu eksenin etrafında toplanmaktadır.
[1] Sinoloji; yaklaşık 300 yıllık, bir geçmişe sahip ÇİN
Uygarlığını, dili, kültürü, dünü ve bugünüyle araştıran bilim dalıdır. Dünyada
Sinoloji araştır-malarının tarihi 16. yüzyıla kadar uzanır. Ülkemizde ise Çin
kültürü üzerine araştırmalar Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlar.
1935’te kurulan DTCF’nin ilk kürsülerinden biri de Sinoloji’dir. Ardlarında pek
fazla yazılı metin bırakmamış İç Asya Türklerinin Tarihi, onların komşuları
olan Çin-lilerin tuttuğu kayıtlarda bulunmaktadır. Hunlar, Uygurlar, Göktürkler
gibi Türk kavimlerinden bahseden kısımlar bu kaynaklarda bolca bulunur.
[2]
Anatolia, bilindiği gibi Yunancada “doğu”
demektir.
[3]
Rumeli, Roma ülkesi anlamına gelen bir
isimlemeydi.
[4]
Bize göre niye Güneydoğu Avrupa olsun ki?
[5] Mesela bugün Tunus’ta Milli Kütüphane olan eski
kışladaki odaların üstüne “odabaşı” olan zabitlerin lakapları kazınmıştır.
Gelenlerin nereli olduğunu ve köklerini buradan öğreniyoruz.
[6]
Mesela Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa,
ailesiyle irtibat kurmuş, kardeşini bir ara Sırp Patriği yaptırmıştır.
[7] Uzun Hasan, bilindiği gibi Trabzon Komnenos hanedanının
torunudur. Bizans İmparatorluğu ailesinin, dolayısıyla Gürcü hükümdarlarının
kanını taşır. Bu soy, ilerde Şah İsmail’in şahsında etkisini gösterecektir. Şah
İsmail, Uzun Hasan ile Erdebilli Şeyhlerin çocuğudur.
[8]
Ivo Andriç, “Drina Köprüsü” [Na Drina Cuprija]
adlı romanında bunu veciz bir şekilde anlatır.
[9]
Ünlü Bulgar tarihçisi Nikolai Todorov, “Balkan
Şehri” [Balkanski Gorod] isimli eserinde bunu çok iyi ifade etmektedir.
[10]
Bilindiği gibi Osmanlı, İspanya’dan ve Avrupa’nın
muhtelif yerlerinden göç eden Yahudi nüfusu Selanik’e yerleştirmiştir.
[11] Sultan Murad, çok akıllı bir politika güder ve Germiyan
hükümdarının kızı Devlet Şah Hatun’u oğlu I.Beyazid’e nikâhlatır. Böylece
Germiyan Beyliği Osmanlı’ya çeyiz olarak gelir. Bu; Kütahya’nın merkez olduğu,
Simav, Emet, tavşanlı gibi civar kazaları içeren geniş ve verimli bir toprak
parçasıdır. Fatih Sultan Mehmet, iki kuşak sonrası itibariyle, bu evlilikten
dünyaya geliyor ki Osmanlı tarihi açısından bu çok önemlidir. Diyebiliriz ki
Osmanlı hanedanına, devlet Şah Hatun ile Yıldırım Beyazid Han, annelik
yapmaktadır.
[12]
Bunlara “karakartallar” denirdi ki Macar
varidatını, hazinesinin kökünü kurutan bir ordudur.
[13]
Bu tefsir Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından
yaptırılmıştır.
[14]
Osmanlı Borçlar İdaresi
[15] Hatta Hans Schiltberger, eserinde Tatarca, yani Kırım
Kazan Çağatay Türkçesiyle dualar kaydetmiştir. Bu çok enteresan bir olgudur.
Demek ki misyonerler daha o zamandan Türk halklarına yönelik propaganda
metinlerini bu halkların kendi dillerinde hazırlamaktadırlar. Bu Vatikan’ın
tarihi ve dünyevi konumunun gücünü gösterir.
[16]
Ahmet Cevdet Paşa; XIX. asır Türk iyesi’nin, Türk
edebiyatı ve hukukçuluğunun dehası ve bizim ilk büyük tarihçimizdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder