At Sırtında Anadolu, Fred Burnaby

At Sırtında Anadolu, Fred Burnaby, İletişim Yayıncılık A.Ş., 2005, İstanbul
1886'da Anadolu'yu beş ayda gezen İngiliz bir subayın gezi notları.
Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkların durumuna ilişkin Avrupa kamuoyunda ortaya atılan iddiaların gerçeklik durumunu anlamak, Anadolu’da olan bitenleri kendi gözleriyle görmek isteyen İngiliz subayı Fred Burnaby, 1876 yılında, Anadolu’yu baştanbaşa dolaşır, izlenimlerini bu kitapta toplar.
Frederic Gustovus Burnaby, 1842 yılında doğmuş, 1885 yılında 43 yaşında iken Sudan’a sefere giderken bir mızrak darbesiyle ölmüştür. Howard Kolejinde eğitim görmüş, 16 yaşına İngiliz Ordusunda süvari subayı olarak göreve başlamıştır. 1881’de Alay Komutanı olmuştur. İzin sürelerinde çeşitli gazetelerin özel muhabiri sıfatıyla savaş bölgelerini gezmiştir. 1876 yılında aynı şekilde Hive’ye yaptığı seyahati aktardığı “At Sırtında Hive’ye Yolculuk” adlı eseri best-seller olmuştur.
Fred Burnaby, Anadolu’yu beş ayda gezmiş, yaklaşık 3200 kilometre yol kat etmiştir. Gezinin zamanlaması olarak 1877 Osmanlı-Rus Harbi öncesine denk gelmiş olması sebebiyle, çıkacak savaş hakkında pek çok görüşmelerde bulunmuş, halkın, komutanların, yabancıların bu konuda düşüncelerini aktarma şansı bulmuştur. Ayrıca, yazar, 1876 Kanuni Esasi’nin ilan edildiği günlerde de Anadolu’dadır.
Yazar, Anadolu’ya gitmesinin nedenleri olarak, Avrupa’da Türkler hakkında söylenenlerin, medyada yazılan haberlerin ve bilhassa İngiliz medyasında yer alan Bulgaristan katliamının aslını öğrenmek, Anadolu’yu yerinde keşfetmek olarak belirtmiştir.
Yolculuğuna başlamadan evvel Osmanlı hükümetine ziyaretini bildirmiş ve olumlu yanıt almıştır. Osmanlı hükümeti bir pasaport hazırlatarak yazara göndermiş ve Anadolu’da her bölgeyi gezebileceği, mülki makamların bu konuda yardımcı olacağı belirtilmiştir.
İngiltere’den gemiyle yola çıkan yazar İzmir’e gelir. Ertesi gün İstanbul’a geçer. Çeşitli görüşmelerden sonra sırasıyla Üsküdar-Maltepe Mah.-İzmit-Sakarya Nehri-Geyve Köyü-Taraklı Köyü-Mudurnu-Nallıhan-Beypazarı-Ayaş Köyü-İstanoz Nahiyesi-Ankara-Sivrihisar-Kızılırmak-Maden-Yozgat-Sivas-Zile-Pazar-Tokat-Erzurum-Divriği-Malatya-Erzincan-Fırat Nehri-Ağın-Kemah-Erzurum-Beyazıt-Ağrı Dağı çevresi-Van-Erciş-Aksaray-Patnos-Murat Nehri-Malazgirt Nehri-Aras Nehri-Kars-Ardahan-Çoruh Nehri-Livane-Miradet-Batum-Trabzon-İstanbul güzergâhını takip etmiş ve Londra’ya dönmüştür.
Yazar, gezisi sırasında her gittiği şehirde, günlük yaşamdan, seyahatte yaşadığı güçlüklerden, halkın durumundan, tutumundan, örf ve adetlerinden, isteklerinden yöneticilerin duruşlarından, özelliklerinden ve tarihe yönelik yorumlardan bahsetmektedir.
Örneğin Nallıhan’da Kaymakamla yediği yemekte, kişilerin servetlerine göre yerlerini aldığını söyler. Serveti çok olanın kaymakamın yanına, fakir olanın ise kapının dibine oturduğunu gözlemlemiştir. Halk demiryolu istemektedir. Türk yataklarının ilkel olduğunu, karyola kullanmadıkları, çarşaf ve battaniye yerine yorgan kullanıldığını söylemektedir.
Bir erkeğin vefatından sonra mal varlığının nasıl dağıtılacağına ilişkin Türk yasasının bir hayli tuhaf olduğunu, kız ve erkek evladın farklı uygulandığını aktarmaktadır.
Yemeklerin elle yenildiğini ve bu durumu yadırgadığını belirtmektedir. Ermenilerin giyim tarzının Türklere çok benzediğini, kadınların dışarı çıktığı zaman sımsıkı peçe taktıklarını, çoğu durumda bir Ermeni’nin evlenmeden önce karısını görmesine izin verilmediğini ifade etmektedir.
Osmanlı kanunlarına göre Türkün şahitliğine karşı, bir Hıristiyan’ın şahitliğinin kabul edilmediği belirtilmektedir.
Konukseverlik, Fatih zamanındaki gibi yaygın bir özellik olarak, Türklerin en büyük erdemidir demektedir.
İstanbul’da iken yaptığı görüşmelerde, Sultan Abdülaziz’in intihar veya suikast sonucu öldüğü konusundaki belirsizlik olduğu, Sultanın Rus büyük elçisi İgniyatev’in oyuncağı haline geldiği geçmektedir. İstanbul’da basın özgürlüğünün olduğu, gazetelerin diledikleri gibi yazdığı, hükümeti gönüllerince yerden yere vurduğu ama herhangi bir baskı görülmediği belirtilmektedir.
O sıralarda Osmanlı, Rus ve diğer Avrupa devletlerinin de katıldığı bir konferans devam etmektedir. Rusya’nın konferansı askeri hazırlıkları tamamlamak amacıyla kurnazca kullandığı, İngiltere’nin ise Rusya’yı gözden düşürüp diğer devletlerle arasını açmaya çalıştığına inanılmaktadır. Ermeni’lerle yaptığı görüşmelerde yazar, Ermeni’lerin Rus uyruğuna girmeyi kesinlikle istemedikleri; girdikleri takdirde kendi dillerini kullanmasına izin verilmeyeceği, mezheplerinin değiştirilmesi için baskı uygulanacağı fikrinde olduklarını belirtmektedir.
Yazar, doğanın İstanbul’u savunmak için yaratıldığını tepelerin İstanbul’u koruduğunu belirtmektedir. Yazar İstanbul ‘dan 8 Aralık 1976 yılında seyahatine başlar. Gemi ile Üsküdar’a geçer ve gezisine başlar.
Ermeniler çeşitli önemli kamu görevlerinde de bulunmaktadırlar. Örneğin İzmit telgraf müdürü bir ermenidir. Yozgat telgraf müdürü de bir ermenidir.
Yazar gittiği şehir, kasaba ve köylerde halkın her kesimiyle görüşmektedir. Ancak Ermenilerle mutlaka muhatap olmaktadır. Geceyi geçirdiği yerler genellikle ermeni aileleridir. Eğer şehrin valisi veya kasabanın kaymakamı davet etmişse bu davete icabet etmektedir. Gittiği hemen hemen her yerleşim biriminin en büyük mülki amiriyle, kimi zaman kendi teşebbüsüyle, kimi zaman mülki amirin daveti üzerine görüşme fırsatı bulmuştur.
Yazar, Ermeni’lerle ve diğer yabancılarla her muhatap olduğunda, Türkler aleyhinde abartılmış katliam, işkence ve cezaevi söylentilerine muhatap olmuş, doğruluk derecesini anlama isteği, yazarın söylentilerin geçtiği yörelere gitmesinde ateşleyici faktör olmuştur. Her defasında söylentilerin yalan ve abartılmış olduğunu, bu nedenle Ermenilere bu türlü konularda inancını yitirdiğinden bahsetmektedir.
Yazar kitabında çeşitli askeri konulardan da bahseder. Ateşli silahlar bakımından her türlü çağdaş donanımı benimseyen Türk askeri otoritelerinin kılıç yapımı konusunda yetersiz kalmasına şaşırdığını, kabzasız kılıç kuşanmış bir süvarinin, İngiliz ağır süvarisiyle göğüs göğse mücadele şansının çok zayıf olduğunu ifade etmektedir.
O dönemde Osmanlı devletinde bir Rus harbine karşı askeri bir hareketlilik vardır. Gittiği bazı yerleşim birimlerinde İstanbul’a ya da doğuya intikal eden askerlerin ev ve hanlarda kaldığından bahseder. Gezileri esnasında Türk tabur ve alaylarını talim yaparken gördüğünü beyan etmektedir. Çoğu kışla, tabya, top mevzii ve sayıları ile istihkâm mevzileri bizzat komutanlar tarafından gezdirilmiştir. Dolayısıyla yazar bilhassa doğu illerdeki bu türlü askeri bölgeleri sayılarıyla ve savunma durumları ve imkânlarıyla bize bahsetmektedir.
Geçtiği arazilerin çoğunun boş olduğunu, hiçbir şey ekilip biçilmediğini gözlemlemiştir. Bunun sebebini ise nüfusun azlığına, rençper yokluğuna bağlamaktadır. Oysa İngiltere’nin tamamına yetecek kadar buğday yetiştirmeye uygun arazilerin hep nadasa kaldığını belirtmektedir.
Yolculuğu boyunca Müslümanların, gerek Ermenileri gerekse Rumları hiç sevmediklerini gördüğünü, Hıristiyanlığın doğudaki neferlerinin, tek gerçek dinin (!) adını böylesine kötüye çıkarmış olmalarının çok yazık olduğunu belirtmektedir.
İstanbul’da bir anayasanın ilan edildiğine dair haberi Ankara’da iken alır. Ancak anayasanın işlemeyeceği, konuşulmaktadır. İngiltere gibi bir yönetimin Osmanlı’da uygulanmasının zor olduğu, halkın çok eğitimsiz olduğu, eğitimsiz halkın seçtiği, yarı eğitimli bir parlamentonun başarılı olması için zamana ihtiyaç olduğunu belirtir. Ulaşım araçları yeterli olsa, insanlar yolculuk edebileceğini, yaşadıkları yerlerin uzağında pek çok öğrenebilecek husus olduğunu fark edebileceklerini belirtmektedir. Hatta bir paşanın, demiryoluna kavuşmanın, elli anayasaya bedel olduğunu belirttiğini aktarmaktadır.
Sivrihisar’da olan bir olayı aktarır. Sivrihisar’da büyük bir yangın çıkmıştır. Ermenilerin çoğu evsiz kalmıştır. Türkler, Ermenileri misafir etmede isteksiz davranmışlar, konukları gittikten sonra gâvurların vücutlarıyla kirlendiğini söyleyerek kullanılmış döşekleri pencerelerin dışarısına attıklarını aktarmaktadır. Yazar daha sonra Ermenistan’ı ziyareti sırasında Türklerin çok haklı olduğunu, Ermenilerin vücutlarının çok pis olduğunu, Türklerin aksine çok temiz olduğunu ve yıkanma konusunda titiz olduğunu aktarmaktadır.
Yöneticilerin çok sık değiştiğinin bunun da davaların sonuçlanmasını geciktirdiğini aktarmaktadır.
Maden’de iken yörede maden olmasına rağmen Türklerin böylesine az yararlanmalarına şaşırdığını, Anadolu’nun maden zenginliğini keşfedecek zeki mühendisler sayesinde Türkiye’nin, borçlarını ödeyip kısa zamanda dünyanın en zengin ülkelerinden biri olabileceğini ifade etmektedir. Şekerin zenginlerin bile alım gücü ötesinde çok pahalı olduğunu, ancak niye üretim yapılmayıp İstanbul’dan getirildiğine de hayretlerini ifade etmiştir. Bütün bunların sebeplerinden en önemlisi nüfusun yetersizliği olarak ifade etmektedir.
Anadolu’da konuşulan bütün dilleri anlamak için pek çok dil bilmek gerektiğini, Türkçenin yanı sıra, Ermenice, Rumca, Çerkezce, Kürtçe, Tatarca, Farsça, Gürcüce ve Arapça yaklaşık iki yüz kilometre çapında bir alan içerisinde duyulabilecek diller olduğunu ifade etmektedir.
Yazarın gözlemlerine göre, Ermeni bir bayan hiç eğitim almamıştır. Hareme hapsedilir. Kocasının kölesidir, onun için her türlü bayağı işi yapmak zorundadır, ayaklarını yıkar, kurular, yemek yerken ona yardım eder. Evlendiklerinde, Türkler çok kolay boşanabilirken, bu kadınlar erkek istemezse boşanamazlar.
Ermenilerin orduda askerlik yapmadıklarını askerlik hizmeti yerine Osmanlı Devleti’ne her erkek evlat için doğumundan ölümüne kadar yılda bir miktar para ödediklerini, Çerkezlerin de orduya katılmak gibi zorunlulukları olmadığından bahseder.
Hıristiyanlar, din veya mezhep değiştiren kimselere karşı Türklere oranla, çok daha hoşgörüsüzdürler. Bir türkün Hıristiyanlığı kabul etmesi pek ender görülen bir durumdur. Oysa Anadolu’daki Amerikan misyonerlerinin pek çok Ermeni’yi Protestanlığa döndürdükleri söylenmektedir.
Kiliseleri kadınlar doldurur, erkeklerin yokluğu dikkat çekicidir. Türkiye’de camiye gitmemezlik eden bir erkeğe çok ender rastlarsınız, gitmemeye niyetlense bile batıl inançları nedeniyle camiye gitmemezlik yapamaz.
Yozgat’ta yaşayan Ermeni’ler ve Rumların çoğu kendi dillerinin alfabelerini kullandıkları halde bu dillerde yazamazlar, hemen her zaman aralarında Türkçe konuşurlar.
Tokat’ta birkaç Ermeni Okulu vardı. Türklerle Hıristiyanlar çok iyi geçiniyorlardı. Birkaç yıl önce Rus yetkililer, Çerkezlere isteyen herkesin imparatorluk topraklarından ayrılıp başka yerlere gidebileceğini bildirmişken, buna yeltenen tüm Çerkezleri katlettiği söylenmektedir. Yazar, hamile kadınların ve çocukların hunharca Ruslar tarafından katledildiğini İngiliz Konsolosunun resmi raporundan doğrulandığını ifade etmektedir.
Adam kayırmaya dayalı terfi sistemi, Türkler arasında köklü bir yere sahip olduğunu belirtmektedir.
Çiftlik Köyü ermeni köyüdür. Yazar, Sivas’tan bahsederken Küçük Ermenistan’ın başkenti olarak bahseder. Sivas için Asya tarafındaki yarım adanın kilit noktasıdır demektedir. Anadolu’nun Rus tehdidi altında olduğu bir dönemde bu yer mutlaka tahkim edilmelidir. Aksi takdirde, Kars ve Ardahan ilk savunma hattını geçebilecek Ruslar, Erzurum’u alırlarsa Üsküdar’a kadar müstahkem bir şehir kalmayacaktır.
Yirmi beş yıl öncesine kadar Türklerle Hıristiyanların çok iyi geçindikleri, Kırım Savaşı ile birlikte Rusların Ermeni azınlığını kışkırtmaya başlamasıyla beraber ilişkilerin bozulduğunu ifade etmektedir.
Sivas’ta ise şeker pancarı ekiminin yapıldığı ancak, fabrikanın olmadığı, bu yüzden şekerin İstanbul’dan geldiğini, oysa fabrika kurulmuş olduğunda ulaşım masraflarının en aza indirilebileceği ve şekerin daha ucuz satılabileceğini belirtmektedir.
Anadolu’daki askeri birliklere tedarik edilen barutun tamamının İstanbul’dan gönderildiğini, doğu bölgesinde tek bir barut imalathanesinin olmadığını, bu nedenle bir Rus harbinde kullanılacak barutun yüzde 50 daha pahalı olacağını ifade etmektedir.
Yazar, bir Ermeni’nin, kaymakama hiç duraksamadan ve korkmadan problemini aktarabildiğini, hatta verilen kararda kadıya suçlayabildiğini, ama mülki yetkililerin sabırla dinlediğine şahit olduğunu, bununda Ermenilerin dediği gibi baskının olmadığının bir işareti olduğunu beyan etmektedir.
Malatya’nın 12 bin nüfusu içerisinde üç bin Hıristiyan olduğunu aktarmaktadır.
Ağın’da bir Protestan kilisesine gittiğinde papazın dinleyicilere çıkacak bir savaşta Osmanlıya destek verilmesi gerektiğini, padişah uğruna kanların son damlasına kadar akıtılmasını öğütlediğine şahit olduğunu söylemektedir.
Erzincan’da uğradığı bir postal imalathanesinde iki ay önce 40 bin postal üretilip gönderildiğini, Erzurum’a 12 bin postal daha gönderilmesinin emredildiğini, imalathanenin tertipli ve düzenli olduğunu müşahede ettiğini, üretimde kullanılan ipliklerin İngiltere’den geldiğini öğrendiğini beyan etmektedir.
Kendisine ulaştırılan bir haberde Rusların, kendisinin yaptığı geziden çok endişe duydukları, hatta Rusya’ya girmesi halinde tutuklanması için resminin sınır karakollarına gönderildiğini öğrendiğini ifade etmektedir.
Eski Rus İmparatoru Nikola’nın şimdiki imparator Alexandr’ı bilgilendirmek amacıyla yazdığı mektuptan alıntı yapan yazar, Rusların Kafkasya’ya çok önem verdiğini ifade etmektedir.
Erzurum’daki incelemesinde, bir taburu atış talimi yaparken gördüğünü, subayın atış komutuyla askerlerin tüfeğini mümkün olduğunca çabuk boşaltmaya çalıştıklarını, bir savaş ortamında böyle yapılması durumunda mühimmatın çabucak biteceğini, subayların bunu desteklediklerini, nitekim Delibaba’daki ilk çarpışmada bu durumun meydana geldiğini aktarmaktadır.
Erzurum ve civarındaki geçitlerde yapılması gereken istihkâm mevzilerinden bahsetmektedir. Erzurum askeri paşasının Erzurum’un savunmasının zayıf olduğunu ve kuşatmaya karşı direnemeyeceğini düşündüğünü aktarmaktadır. 
Delibaba geçidinden bahseder. Burada bol cephaneyle donanmış bin cesur askerin,  yüz misli bir güce meydan okuyabileceğini, ancak tahkim etmek konusunda bir şey yapılmamış olduğunu belirtmektedir. Ona göre “Kış bitince..”, “Bugün olmaz yarın…” lafları bir Türkün daima dilinde dolaşan yanıtlar olduğunu söylemektedir.
Gittiği bir İran köyünde evlerin Kürtlere göre çok daha temiz olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Gezisi esnasında birkaç yezidi köyüne de uğramıştır. Yezidilerin inanışında iki tanrı vardır. Birisi iyi birisi kötü; iyi olana bir şey yapmaya, korkmaya gerek yoktur, zaten iyidir. Onlara göre asıl olan kötü tanrıdan korkmak, ona yalvarmaktır. Kötü tanrı şeytandır. Ancak şeytan lafını asla ağızlarına almazlar.
Bazı kürt köylerinin Rusya ile işbirliği yaptığını, bu nedenle kendisine zorluk çıkarttıklarını söylemektedir. Birkaç Nasturi köyüne uğradığında, bunların Kürt köylerinden daha pis olmakla nam saldığını aktarmaktadır. Çerkez köylerinin temiz olduğunu, bütün evlerin ahşap olduğunu aktarmaktadır.
Kotur’da bulunurken, Kotur kaymakamının Rusların bölgeyi ele geçirmesinin istemesinin altında bu bölgede madenlerin bulunmasının yattığını söylediğini aktarmaktadır.
Doğu bölgesindeki sağlık uzmanlarınca, sürekli tifo ve benzeri salgın hastalıkların çıkmasından ve bilhassa havaların ısınmasıyla birlikte gerekli önlemlerin alınmaması halinde bu türlü salgınların çıkacağına kesin gözüyle bakıldığından bahsetmektedir.
Kitapta çok fazla tarih geçmemesine karşın, Van’da bulunduğu sırada tarihin 7 Mart olduğunu beyan etmektedir. Van Erciş hakkında bahsederken, Erciş’in 200 haneli bir ermeni köyü olarak bahsetmektedir.
Ardahan’ın savunma amacı bakımından kötü bir yer olduğunu, Rus sınır istasyonları Akellaki ve Akiska’dan gelen yolların Türk sınırlarına hakim önemli mevziler sunduğundan bahsetmektedir. Ramazan adlı tepeyi ele geçiren düşman, şehrin en güçlü savunma mevzii Manusa Kalesine kolayca hakim olacak ve Ardahan’ı ele geçirebilecektir. Bunu oradaki Türk istihkâm subayına söylediğinde kış bitince tahkim edileceği şeklinde cevap alır. Bunun üzerine yazar, Türk yetkililerinin en büyük kusurunun, askeri konularda ağırdan almaları olduğunu düşündüğünü ifade etmektedir. Bu bağlamda kendi İngiliz hükümetini de aynı konuda elştirmektedir.
Batum’da deniz tarafından ağır silahlarla donamış çok sayıda batarya bulunduğunu, suyun derinliği nedeniyle, gemilerin kıyıya 30 metreye kadar yanaşabildiklerini belirtmektedir. Batum’da 8000 asker bulunduğunu, bu askerlerin o zamana kadar gördüklerinden daha iyi eğitimli, disiplinli ve teçhizatlı olduğunu müşahede ettiğini belirtmektedir.  O sıralarda tarih 26 Mart 1877’dir. Daha sonra geri dönmeye karar verir ve deniz yoluyla Trabzon ve İstanbul’a oradan da 8 günlük bir yolculukla İngiltere’ye geri döner.
Yazar, İngiltere’de Türklerin ıslahının olanaksız ilan edenlerin, Türk dilini öğrenip padişahın topraklarında yolculuk etmelerinin daha iyi olacağını açıklıkla ifade etmektedir. Yazar, “İngiltere’de Türk milletinin onurunu lekeleyen, onları dünyanın bütün kötülüklerine sahip olmakla suçlayanlar, broşürler yazmayı bir kenara bırakıp, biraz Anadolu’da dolaşsalar iyi ederler. Kendilerini Hıristiyan addeden yazarlar pek çok konuda Anadolu’daki Türklerden ders alabilirler.” demektedir.
Yazar’ın Londra’ya dönüşünden birkaç hafta sonra Osmanlı-Rus harbi başlamıştır. İngiltere Rusya’ya savaş açmamıştır. Ancak yazar, İngiliz hükümetinin deniz gücüne güvenmekle hata yaptığını, Rus’ların İstanbul’u alması halinde kara gücüyle Rus’ların buradan çıkartılamayacağı, sadece Osmanlı’ya yardım için değil, Hindistan ve Hindistan’a giden yolun güvenliğinin sağlanabilmesi için Rus’lara savaş açılması ve Osmanlı Devleti’nin yanında yer alınması gerektiğini ifade etmekte ve kendi hükümetini şiddetle eleştirmektedir.
Yazar kitabın ekler bölümünde, kitapta yaptığı yorumları desteklemek maksadıyla bazı belgelere atıf yapmaktadır. Rusya’daki Hıristiyanlık anlayışı, Rus uygarlığı, Rus ajanları ve Bulgaristan’daki katliamlar, Osmanlı Parlamentosu, Rusların Türkleri Hıristiyan yapma yöntemi, Katliam öğretmenleri, Çerkezleri kurtarmalı mıydık? Katliam dersleri, Çerkez temsilcilerinin Kırım Savaşı’na ilişkin açıklamaları, Ermeni kamu görevlilerinin yolsuzluğu, Kadın haydutlar, Anadolu ile Fırat ve Dicle’den geçen yollar, Suriye’nin askeri önemi, İstanbul’un savunma mevkilerine ilişkin bir not, Çekmece savunma hatları adlı eklere, kitap içerisinde pek çok yerde atıf yapmaktadır.

2 yorum:

  1. Zevkle okuduğum ve benzeri kitaplar bulsam da okusam dediğim bu kitap hakkında bir şeyler yazmayı düşünürken bu kapsamlı özeti bulunca çok memnun oldum. Elinize emeğinize sağlık. Gençler eğer bu kitabı okurlarsa Barnaby'nin ülkemizden ayrıldığı günlerde başlayan savaşın 93 harbi denen Nene Hatun'la simgelenen Erzurum'un kızının kızanının nacağı alıp Aziziye Tabyalarında ölüm kalım savaşı verdiği, Balkanlarda büyük kayıplarla sonlanan Osmanlının çöküşünü hızlandıran ve Berlin Antlaşması ile sonlanan savaş olduğunu kavrarlar sanırım.

    YanıtlaSil
  2. AT SIRTINDA ANADOLU kitabını Taha AKYOL'un Türk - Ermeni ilişkilerine dair Ortak Acı isimli kitabının kaynakları arasında gördüm. Temin ederek okudum. Şunu açıkça ifade etmeliyim. 19. YY Anadolu insanını ve Türk - Ermeni ilişkilerini yorumlayıp anlayabilmek için bu kitap ortaöğretim sınıflarında okutulmalıdır. Bu kitabı biraz geçmişi merak ediyorsanız, MUTLAKA OKUYUN. Pişman olmayacaksınız.

    YanıtlaSil