Yunanistan ve “Doğudan Gelen
Tehlike” Türkiye, Alexis
Heraclides, İletişim, 2003, İstanbul
Türk-Yunan ilişkileri üzerine
(1)
Yunanistan’da Türkiye İle Karşıtlığı Öngören Bakış Açısı: Genel Bir Eleştiri
Yunanlılar, Türkleri daimi bir
düşman olarak görürler. İki ülkenin tarihsel ilişkilerini seçmeli bir biçimde
ve önyargıyla yorumlarlar. Birbirlerine yakınlaştıkları dönemlerde bile bu
anlayışta bir farklılık olmamıştır. Bu algılamalar, özellikle ateşli
vatanseverler yetiştirmek amacı güden Yunan eğitim sistemi ile kuşaktan kuşağa
geçmiştir.
Yunan aydınlarının ve akademisyenlerinin
çalışmalarıyla şekillenmiş olan bu ilişkilerde dört eğilim dikkati çekmektedir:
- Katıksız milliyetçilik : İlk ve en
geleneksel eğilimdir. İlk öğretimdeki tarih eğitimi ile gerçekleştirilmektedir.
- Dinsel-kültürel milliyetçilik:
1974’ten sonra ortaya çıkmış, din ve kültürel alandaki farklılıkları ortaya
koymaktadır.
- Savaş jeopolitiği görüşü:
Jeopolitik dengesizliği gidermek için savaşı kaçınılmaz kabul etmektedir.
- Güç stratejisi: Türk tehdidinin,
diplomasi ile durdurulmasını öngörmektedir.
Bu eğilimlerden birincisi olan
milliyetçilik ile ilgili hususlar şu şekildedir:
Milliyetçi ekole göre Yunanistan iyi
niyetlidir.
Türkler ise barbar ve geçimsiz bir millettir. Yalnız barışçı Yunanistan’ı değil, tüm diğer komşularını da tehdit etmektedir. İki millet arasındaki anlaşmazlık aşılamaz. Bunun temelinde de Yunanistan’ın tarihsel deneyimleri yatmaktadır.
Türkler ise barbar ve geçimsiz bir millettir. Yalnız barışçı Yunanistan’ı değil, tüm diğer komşularını da tehdit etmektedir. İki millet arasındaki anlaşmazlık aşılamaz. Bunun temelinde de Yunanistan’ın tarihsel deneyimleri yatmaktadır.
Yunan milli tarihi oluşturulurken,
Yunan tarihinin 4000 yıllık süre boyunca kesintisiz devam ettiği fikri adım
adım benimsetilmeye çalışılmıştır. Bu fikrin yaratıldığı dönemin Avrupa’nın
Helenizm’e hayranlık duymaya başladığı dönemle kesişmesi ise ayrıca bir durum
üstünlüğü sağlamıştır. Yunanlıların Helenizm’den geldiklerini iddia etmeleri
için önemli dayanakları bulunmaktadır: Antik Yunan dili ve Helenizm’in beşiğine
yakın bir yerde bulunmaları bu dayanakların başlıcalarıdır.
Yunanistan’ın uygarlığın beşiği
olduğu inancı, Yunanlıların diğer ülkelere karşı kibirlenmelerine sebep
olmuştur. İlk ve orta öğretimde, bu konu ayrıntılı olarak öğrencilere okutulmaktadır.
Yaşları ilerleyen Yunanlıların akıllarında tek kalan husus bu olmakta ve
ileriki yıllarda, bu düşünce daha büyük yer etmektedir.
Bu kibirlilik ve diğerlerini
aşağılama çerçevesinde gelişen görüşler, Yunan dış politikasını etkilemiştir.
Bu sayede ele alınan konular iktidar oyunlarına alet edilmiş ve halkın
hisleriyle oynanarak en mantıksız fikirleri bile kabullenmeleri sağlanmıştır.
Buna en güzel örneği belki de Kıbrıs
sorunu oluşturmaktadır. Enosis düşüncesine ilişkin olarak o yıllarda dışişleri
bakanlığı yapmış olan Averof, bunun ne kadar olanak dışı olduğuna değinmiş ve
bu düşüncelerin halka milli konular olarak gösterilmesi sağlanarak halka
benimsetildiğini ifade etmiştir. Yakın dönemde Arnavutluk, Sırbistan ve
Kürtlerle ilgili tutumları da buna ilişkin diğer örnekleri teşkil etmektedir.
(2)
Dinsel Milliyetçilik: Neoortodoksluk
Evrensel dinlerin milli kimliklerde
temel bir öğe oluşturmuş oldukları bir gerçektir. Pek çok durumda din
“öteki”den farklılığını gösteren ana ayırım öğesini oluşturmaktadır. Dinsel
milliyetçilik tabiri farklı görüşlerin aksine yazar tarafından yalnızca dinsel
bir kimliği bir millete ya da devlete tamamen yada her şeyin üstünde, kabul
ettirmeye çalışanlar için kullanmıştır. Neoortodoks görüş; din ,teoloji ve din
felsefesi alanındaki yaygın tartışmalarda varlığını duyurur ve Ortodoks
Hıristiyanlık’ın özüyle, felsefi ve ahlaki söylemi konusunda yapılmakta olan
diyalogda kayda değer Yunan katkısını oluşturur. Bu husus iki açıdan ele
alınmıştır. Birinci olarak Ortodoksluk diğer iki mezhebe göre Hristiyanlığın
ortaya koyduğu dogmayı daha doğru ve saf olarak dile getirmiştir. Diğer bir
görüş ise Ortodoksluk Hıristiyanlığın tamamlanmış biçimidir, aslında bir din
değil Kilise’dir. Bu kilise “Tanrı’nın Kilisesi”dir.
M.S
4 ve özellikle 8’inci yüzyıldan günümüze dek Batıyla Doğu birbirinden tamamen
farklı iki ayrı kültürün dünyasıdır. Batı da toplum değil kişi, maddecilik,
hukuk görünümlü kuru bir akılcılık, Hırıstiyanlık’ta Tanrı Kilisesi düşüncesi
yerine din adına din düşüncesi egemendir. Bütün bunlar kaçınılmaz olarak bir
ideolojik mutlakçılığa ve insan yaşamının her yönüyle bağımlı olmasına yol
açmıştır. Gerçekte Batı’da bir anti Hırıstiyanlık ve Yunan’a karşı sönmek
bilmeyen bir kin vardır.
Neoortodoks
girişim, Rus Ortodoksluk’unun 19. yüzyıl başlarındaki “Kutsal Rusya”
düşüncesini anımsatmaktadır. Yunanlıların Ortodoksluğu bir “Helen teorisi”
olarak kendilerine mal etme çabaları “ tarihe karşı” ve “tarih dışı” bir
çabadır. Bir taraftan antik Helenizm’le Bizans aynı şey olarak algılanmakta,
diğer taraftan ise Ekümenik Ortodoksluk’un saf olarak Helen kökenli olduğu
ileri sürülmektedir.
Bizans
İmparatorluğu, aydınlanma döneminden 19. yüzyıl başlarına kadar Batı Avrupa’da
savunulduğu oranda otokrat ve adaletsiz olmasa da, despot bir devletti.
Teokratik bir devlet örneğiydi ama tek bu değildi. “Hıristiyan Ekümen” yani
yeryüzündeki tüm hıristiyanların devletiydi. Bizanslılar, “ dünya üzerinde
Tanrı’nın gökteki kentinin canlı bir resmini veren” devleti kurmuş olduklarına
inanıyorlardı. İmparatorluk “ebedi Kudüs’ün” imajıydı. İmparator herhangi bir
devlet lideri değil, “Tanrı’nın yeryüzündeki naibidir”. Yine Bizanslılar
kendilerini Tanrı’nın seçkin halkı ilan etmişlerdir.
Bizanslılar
kendilerini “Helen” olarak değil “Romeos” olarak nitelemişlerdir. Bizans’ta “
Helen” putperest anlamına gelmekteydi. Ancak 1350 yılından sonra Helen kelimesi
yavaş yavaş bir toplu kimlik dile getirmek için putperest anlamı dışında
kullanılmaya başlandı. Bu dönüşümde Osmanlı ve Venedik egemenliğinin tesiri büyüktü.
Yazara
göre Ortodokslar için Osmanlı Serüveni, ne Türkler’in bugün öne sürdüğü gibi
mutlak uyum ve hoşgörü ile dolu bir ömür ne de “dört yüzyıllık esaret ve
hapis”ti. Bu durum Balkan Savaşları’na kadar egemen müslümanlarla egemenlik
altındaki hıristayanların en olumlu bir arada yaşama örneklerinden sayılabilir.
Neoortodokslar
ise bu görüşün aksine esaret vahşet ve barbarlıktan bahsetmişlerdir. Yazara
göre Yunan Aydınlaması; dini karşısına almamış, Babıali’nin sadık işbirlikçisi
olan, milli toplumun Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmasını istemeyen,
böyle bir ayaklanmaya izin vermeye bile yanaşmayan Patrikhane’nin boğucu
kıskacına karşı çıkmıştı. Yunanlı temsilciler Aydınlanmayı Yunanlılık’ın ana
öğesi sayıyorlardı.Yine yazar eğer Rumlar millet durumuna gelmeyip de, Yunanca
ya da Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyan olarak kalsalardı daha sonraları
gelişmelerinin ne biçimde olacağı kestirilemezdi şeklinde fikir belirtmiştir.
Neoortodoksluk,
belli bir amaca hizmet eden ulusmerkezci bir söylem olarak, aslında
eleştirmekte olduğu bilimsel analiz ve rasyonel söylem alanlarına katılmakta
zorluk çekmektedir. Bu kapsamda kendisine yöneltilen suçlamalara karşı üç
savunma hattı izlemektedir.
- Birinci savunma hattı siyasi amaçlıdır.
- İkinci savunma hattı post modernizme
dayanır.”Her şey geçerlidir”, güvenilir tek bir bilimsel teori yoktur.
- Üçüncü savunma hattı ki ana savunma
hattıdır, Ortodoksluk teolojisi dar
anlamlı bir bilimsel analiz/araştırma oluşturmamaktadır. Gerekli olan salt
bilgi yada mantık bilinci değil doğrudan yaşanan deneyim ya da yaşanmış olmanın
tadıdır.
Köktencilik
(fundamentalism) belli alanlarda yani siyasette ya da dinde temel ve köklü
yenilikler ya da tutumlar izlemek eğilimidir. Son yıllarda Batı dünyasında
kastedilen ise dinsel köktenciliktir. Burada esas olan kendi dünya ve tarih
görüşünü paylaşmayanlara karşı hoşgörüsüzlük ve saldırganlıkla hareket ederek
isteğini Tanrı adına şiddet kullanarak kabul ettirmektir. Geçmişe yönelik olup
yenilikçi her şeyi kuşku ve düşmanlıkla karşılar, özellikle Aydınlanma’dan
gelen çoğulcu moderniteye karşıdır.
Sonuçta; neoortodoksluk yazara göre barışa, güvenliğe,
uluslararası işbirliğine ve iyi bir komşuluk yaratılmasına katkıda
bulunmamaktadır.
(3)
Jeopolitik ve Savaş
Jeopolitik
devletlerin uluslar arası davranışlarını ve uluslar arası politikayı saha ve
coğrafya boyutları açısından araştırmaktadır. Yunanistan’da Türk Yunan
ilişkileri konusunda en iyi bilinen jeopolitik görüş Panayiotis KONDİLİS
(1943-1998) ’in tezlerinde görülür. KONDİLİS’e göre “Nüfus Patlaması” gösteren
ülke jeopolitik açıdan güçlü algılanmakta, sınırları dışında tarihsel ve
siyasal hedeflerinin olmaması ülkeleri pasif konuma itmekte ve jeopolitik
daralmaya sebep olmaktadır. Yunanistan’ın pasif politikalarla geriye doğru
gittiğini, bunun asıl sebebinin doğurganlık oranının düşmesi olduğunu,
Türkiye’nin ise jeopolitik potansiyelini arttırdığını, Yunanistan’ın iki katı
olan nüfusunun bugün altı katına çıktığını savunmaktadır. Türkiye’nin diğer bir
avantajının ise, ABD’nin Türkiye’ye verdiği önem olduğunu söylemektedir.
Barış
için Yunanistan’ın uydu konumuna düşeceğini, bu durumun Yunanistan için yıkım
anlamına geleceğini, bunu engellemenin yolunun Sırbistan ve Bulgaristan gibi
devletlerle ilişkilerini geliştirmesi yada olası bir Türk Yunan savaşında
“düşmanın gafil avlanarak” ilk darbenin vurulması olduğunu vurgulamaktadır.
Kondilis
“Ratzel”, “Haushofer”, “Raymand Aron” ve “Carl Schmit”in görüşlerinden
etkilenmiştir. Ortak görüşleri devletlerin yaşayan organizmalar olduğu, bir
ölüm kalım savaşı vermelerinin gerekli olduğudur. Kondilis, caydırıcılığı
etkili bir ilk vuruş olarak tanımlamakta birlikte, Türkiye güçlenirken
Yunanistan zayıfladığını, ilk saldırganın Türkiye olacağını, hedefleri olmayan ülkelerin gücünü kaybedeceği,
barışın Yunanistan için uydu ülke olmak savaşın ise egemenliği kaybetmek
anlamına geleceği ve, günümüzde, savaşı devletlerin meşru bir davranışı olarak
görmektedir.
Caydırıcılık
yola gelmek istemeyene uygulanacak yaptırım olarak tanımlanır.Türkiye’nin büyük
bir savaştan ziyade küçük bir çatışmayı seçmesinin daha akla yakın olduğu,
Türkiye’nin en saldırgan eylemlerinde bile uluslar arası dayanak arama
eğiliminde olduğunu vurgulamaktadır.(Kıbrıs’ın işgali, Güvenlik kuşağı, Kürt
sorunu)
Kondilis’e
göre barış amaç değildir. Acı çekmeye, feda olmaya değer, barıştan daha önemli
değerler vardır. BM tüzüğüne göre bir devletin bağımsızlığına ya da toprak
bütünlüğüne karşı şiddet tehdidinde bulunmak ve kullanmak yasaklanmıştır. BM tüzüğü tarafından bir devlet silahlı
saldırı karşısında “öz savunma hakkı”
doğal hakkı olarak sayılmıştır. Uzmanlara göre bu hakkın kullanılabilmesi için
saldırının başlamış olması gerekmektedir. Caydırıcı ilk vuruşu, BM tüzüğünün
51. maddesindeki, “doğal hak” cümlesine dayandırmaktadır. Şiddet kullanmada
oran konusunun, İkinci dünya savaşında sonra pek çok durumda korunduğu
görülmektedir. Daha önce uğranılan zararlara misilleme anlayışı, günümüzde
benimsenmemektedir.
Uluslar
arası hukukta “İrredantizm” yasa dışı sayılmaktadır. Özellikle Kıbrıs sorunuyla
(1955-1974) Yunanistan’da İrredantizm’in alevlendiği söylenebilir.
Yunanistan’ın
savunma amaçlı bir çatışma dışında yapacağı bir saldırı durumunda haksız duruma
düşeceği ve kamuoyu desteğini alamayacağı kesindir. Yenilgi Yunanlılar için
dayanılmaz bir aşağılanmaya neden olacaktır. Yunan inisiyatifiyle girişilecek
bir Türk Yunan savaşı, etik, hukuk ve pratik yönden düşünülemez. Yunanistan’ın
Türkiye’nin uydusu konumuna düşmesi, bilimsellikten uzak ve bilimsel bir
analize dayanmamaktadır. Yunanistan daralmamış, aksine 20. yüzyılda sınırlarını
iki kat arttırmıştır. Diğer bir iddia olan nüfus yoğunluğuna bakıldığında iki
ülkede de kilometrekareye 80 kişi düştüğü görülmektedir.
Sonuç
olarak; Kondilis hukuk kurallarına değer vermemektedir. Önerisi bir Türk Yunan
savaşıdır. Uydu olmak ve boyun eğme tehlikesine karşı, toplu bir ilk vuruşa
dayanan Türk Yunan savaşı teziyle Yunanistan ve Yunanlıları farkına varmadan
Türkiye ile bir savaş mantığına yönlendirmek istemektedir.
(4)
Gerçekçilik, Milli Strateji ve Caydırıcılık
Uluslar
arası ilişkilerde iki temel politika
vardır : Liberalizm/enternasyonalizm ve gerçekçilik.
Yunanistan
1974’den sonra Megali İdea’cı düşünceden mevcut durumu sürdürme politikasına
geçmiştir. Türk-Yunan ilişkilerinde güç ve caydırıcılık stratejisi ekolüne göre
iki ülkenin yakınlaşması doğa dışı sayılmaktadır. Türkiye ile diyalogun
desteklenmesi tehlikeli bir iç düşmandır. Türkiye ile askeri ve jeopolitik güç
dengesinin sağlanması için aşağıdaki hususlar önerilmektedir :
Dışta
dengeleme : Türkiye’yi çembere almak için Türkiye ile sorunu olan ülkelerle
işbirliği yapmak ve Türkiye’nin etki sahasını daraltmak,
Büyük
güçlerin Türkiye hoşnutsuzluğundan istifade etmek,
İçte
dengeleme : Askeri açıdan nitelik ve nicelik üstünlüğü sağlamak,
Caydırıcılığın
inandırıcılığı : Türkiye ile bir kriz durumunda misliyle mukabelede bulunarak
tehlikeleri hesaplamadan saldıran taraf olma ününe kavuşmak.
Kıbrıs
ile askeri açıdan ortaklık
Güç
Stratejisi aşağıdaki konularda eleştirilmektedir :
-Caydırıcılık yönüyle; baskı sonucunda karşı
tarafın eyleme geçme gereği ortadan kalkarsa caydırıcılık başarılı sayılır.
Düşmanın cesaretinin kırılmasıdır. Araştırmalar sonucunda caydırıcılığın
nadiren başarılı olduğu görülmüştür.
-Güç dengesi ve eşitliği yönüyle; bu strateji
barışın korunması için en etkili reçete sayılmaktadır. Ancak eşit güçler
arasındaki çatışmalar çok sert olmakta ve savaş olasılığı artmaktadır.
-İttifaklar, güç birliği ve eksenler yönüyle;
ittifak yolu ile tehdit edeni dengeleme ve caydırma klasik gerçekçi geleneğin
en önemli politikasıdır. Ancak, bu yöntem çatışmaları tetiklemekte ve
muhtemel bir çatışmaya yönelik hazırlıkları artırmaktadır.
-Silahlanma ve askeri harcamalar yönüyle;
“Barış istiyorsan savaşa hazır ol” düşüncesine dayanmaktadır. Ancak, bu politika gerginliği ve tehdit
altında bulunma duygusunu güçlendirmekte ve rakibe sorunları askeri zor
kullanarak çözmek istediğimiz mesajı
vermektedir.
-Aksiyon-reaksiyon mantığı içerisinde
silahlanma rekabete yol açmaktadır. Silahlanma yarışı kontrolden çıkan bir
kısır döngüye girerek yarışı başlatan tarafı zor duruma sokmaktadır.
Stratejiden
Güvenliğe: Strateji kavramı yerine güvenlik kavramı ön plana çıkmaktadır. Geleneksel stratejide; çevresine
ön yargılı bakan, gerçeği çarpıtan ve bilimsel yaklaşımı kısıtlayan aşırı
milliyetçilik egemendir. Güvenlik, askeri güvenliğin ötesinde bir anlam
taşımaktadır. Ekonomik, siyasal toplumsal ve çevreci yönleri bulunmaktadır.
Sonuç
olarak, güç ve çatışma stratejisi devletleri
hasmane tutumlara sürüklemekte ve savaşı güçlendiren davranışa neden
olmaktadır.
(5) Ege’deki
Anlaşmazlıklar: Yunan ve Türk Tezleri
Kıta
Sahanlığı
Yunanistan
şunları savunmaktadır:
-Adalar
uluslararası hukuk temelinde kıta sahanlığına sahiptir,
-Kıta
sahanlığı sınırının çizilmesi için en uygun yöntem, Doğu Ege'deki Yunan
adalarıyla Türk kıyıları arasındaki (yani iki ülkenin ana kara kıyılarının
değil) orta çizgidir.
-Kıta
sahanlığı konusunda uluslararası hukukun ilgili genel kuralları geçerlidir Türkiye'nin taraf devlet olmadığı deniz
hukukunu ilgilendiren diğer ilgili antlaşmalar da olduğu gibi. (kıta sahanlığı
konusunda 1958 Cenevre Antlaşması ve Deniz Hukuku konusunda 1982 Montego Bay
Sözleşmesi).
Türkiye'nin
hukuksal argümanları şunlardır:
-Doğu
Ege Adaları Anadolu'nun doğal jeolojik uzantısıdır, Türk topraklarının doğal
uzantısındaki deniz dibinin çıkıntılarım oluşturmaktadır ve bu nedenle kıta
sahanlığında hakları yoktur,
-"Özel
durumlar" (special circumstances): Doğu Ege Adaları Türk kıyılarına çok
yakın olduğundan orta hattın uygulanması olanaksızdır. Uygulanırsa, bu denizde
geniş "cephesi" olan diğer ülke durumundaki Türkiye çok dar bir kıta
sahanlığıyla sınırlı kalacaktır ve böyle bir durum açıkça haksızlıktır,
-Bu
özel koşullar altında orta çizgi, Yunanistan'la Türkiye'nin anakara toprakları
temelinde çizilmelidir,
-Ege
yapısı ve adalarının durumu bakımından yarı kapalı bir deniz olduğundan özel
düzenleme gereklidir,
-Türkiye
ilgili uluslararası sözleşmeleri imzalayan devletlerden olmadığındankıta
sahanlığını ilgilendiren kurallar Türkiye için geçerli değildir. Son olarak,
Türkiye bu koşullar altında uygulanacak prosedürün, hem Uluslararası Mahkemece
alternatif çözüm yolu olarak kabul edilen hem de kıta sahanlığı konularında
kullanılmış bulunan (örneğin Kuzey Denizi kıta sahanlığının çizilmesinde)
hakkaniyet (equity, ex equo et bono) ilkesine dayandırılması gerektiğini
savunmaktadır.
Karasuları:
Kara
sularını on iki mile çıkarmakla, Yunanistan Ege sularındaki egemenlik alanını
hemen hemen iki misline çıkarmaktadır. Bu günkü (altı mille) % 35, % 63,9'a
ulaşmaktadır. Türkiye için aynı genişletme, yani on iki mile çıkarma, % 8,8'den
% 10'a yani önemsiz bir artışa neden olmaktadır. Genişleme ile, Ege'deki
uluslararası sular da % 56'dan % 26,1'e düşmektedir.
Hava
Sahası:
Türkiye
tarafından ilk karşı çıkmalar 1975 yılında dile getirilmiş ve daha sonra Türk
savaş uçaklarının ek dört millik alanın üstünden uçmasıyla eyleme de
dönüştürülmüştür. Türk tezi, varolan uluslararası hukuka, hava trafiğiyle
ilgili 1919 Paris Antlaşması'na ve 1944 Chicago Anlaşması'na dayanmaktadır.
Hava sahası için ayrıca, bir ülkenin topraklarının ve kara sularının üstündeki
sahadan oluştuğunu belirten teamül kurallar da geçerlidir. (Bunun ötesindeki hava
sahası uluslar arası hava sahasıdır.). Türkiye ayrıca Yunanistan'ın bu hakkını
kötüye kullandığını, hatta bunu Ege'nin tümü üzerinde kendisine egemenlik hakkı
veriyormuşçasına uyguladığı Ege komuta kontrolüyle bağlantılı bir biçimde
yaptığını savunmaktadır.
Doğu
Ege Adalarının Silahlandırılması:
Yunanistan,
Montreux Antlaşması'nda açıkça dile getirildiği gibi, yeni antlaşmanın
eskisinin yerini almış olduğunu savunmaktadır. Normal olarak, aynı konudaki ve
aynı taraf-devletler arasındaki yeni bir antlaşma kendiliğinden, lex posterior
derogat priori genel hukuk ilkesinin temelinde, eskisinin yerini almaktadır.
Konferanstan önce Ankara'yla Atina arasında gerçekleşen anlaşmada, Türkiye
sözlü ve yazılı olarak, gerek kendisine gerekse Yunanistan'a ait adaların
silahsızlandırma rejiminin aynı anda lâğvedildiğini onaylamıştı Montreux Antlaşması'nın TBMM'nde görüşülmesi
sırasında Türk Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras'ın ağzından, hem de başbakan
İsmet İnönü'nün huzurunda açıkça dile getirilmesiyle, bu kabul ve yorum daha da
güç kazanmıştır.
(6)
Kıbrıs Kördüğümü: Olaylar ve Çözüm Arayışı
Kıbrıs
sorunu 1945’ten itibaren uluslar arası alandaki tüm çatışma çeşitlerinin
görüldüğü bir müze gibidir. Bu müzede sömürgeciliğe karşı bir hareket oluşmuş,
etnik çatışmalar yaşanmış, çoğunlukla azınlıklar arasında siyasal karşıtlık
görülmüş, devletler arası anlaşmazlıklar, uluslar arası sorunlar, etnik ve
milli toplumlar içinde keskin çatışmalar yaşanmış, kültürel ve ekonomik
uçurumlar yaratılmış, iç göçler, kendilerini kanıtlayan kehanetler ve daha
birçok çatışma biçimi vardır.
Kıbrıs
Türkleri daha İngiliz yönetimindeyken tehlikenin bilincindeydi ve endişelerini
1881’den başlayarak İngilizlere verdikleri muhtıralar ile açıkça dile
getirmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Türkiye’nin adayı ilhak etme
imkansızlığı anlaşılınca, İngiliz ve Türkiye desteği ile bir bölünmeden sonra
Türkiye ile birleşme tezi benimsendi.
1974’ten
sonra Kıbrıs Türklerinin seçenekleri temelde; esnek federasyonkonfederasyon,
bağımsızlık, Türkiye ile birleşmek şeklinde sıralanmaktaydı. Hâlen, 1963-1974
döneminden kalan acı anılar nedeniyle Kıbrıs Türkleri belirsiz bir gelecek
uğruna yanıltıcı bağımsızlıklarına sarılmış ve onu terk etmek istememektedirler.
Bundan dolayı Denktaş ve yandaşları sorunun aslında kesin olarak ve kendi
çıkarları yönünde çözümlenmiş olduğuna inanmaktadır. Kıbrıs Rumları’nın aksine
yerli Kıbrıs Türkleri’nin çoğunluğu
Kıbrıs’ın geri kalanıyla esnek bir konfederasyon çözümü günümüzde
desteklemekte ve Türkiye ile birleşmeyi istememektedir. Üstelik, Türk işgal
güçlerine şüpheyle bakmakta, onu “ gerekli bir şer” olarak görmektedir.
Türkiye
ve Kıbrıs Sorunu:
Kıbrıs’ın
kuzeyinin Türk işgaline uğramasıyla, Yunan ve Kıbrıs Rumları tarafından sorumlu
tarafın Türkiye olduğu tezini destekler mahiyettedir. Esasen Türkiye’nin Kıbrıs konusuna ilgisi geç
ortaya çıkmıştır. Türkiye, İngilizler’in adadan ayrılmayacağına ve her
halükârda, Kıbrıs’ta yeni koşulların ortaya çıkması durumunda Atina’yla Ankara arasında sıkı bir işbirliği
olacağına inanmakta ısrar etti. Ankara için durumu temelinden değiştiren
birinci şok Yunanistan’ın Birleşmiş Milletlere başvurmuş olmasıdır. Bu durum
artık Yunanistan’ın Kıbrıs Rum tezi olan Enosis’i benimsediği ve sorunu uluslar
arası düzeye çıkartma taktiğiyle İngiltere’ye boğucu bir baskıda bulunduğunu
gösteriyordu. Daha sonra Türkiye İngiliz egemenliğinin korumasında ısrar etmiş,
aksi durumda Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi milli çıkarlarını zarara uğratacağından,
adanın eski sahibine (yani Türkiye’ye) geri verilmesini istemiştir. Kıbrıs’taki
Yunan darbesi Kıbrıs’ın iç işlerine bir müdahaleydi, meşru olanın devrilmesi
anlamındaydı. Dolayısıyla Ankara yapılacak bir müdahalenin Garanti Anlaşması’na
dayandırılabileceğine inanıyordu.
Türkler,
karşılaştıkları beklenmedik şiddette direnç nedeniyle, başta toprakların
%7’sini ele geçirebildiler. Türkler askeri harekatının/çıkarmasının birinci
aşamasının (‘Atilla-1’)
, uluslar arası alanda, Makarios’a karşı gerçekleştirilen Yunan darbesi kadar
protestolara neden olmamıştır. ‘Atilla-2’ ile kontrol altına alınan bölge genişlemiş,
ancak bunun ne Kıbrıs Türkleri’nin güvenliği için ne de Kıbrıs’ta yeniden meşru
bir hükümet sağlamak için gerekli olduğu savunulabilirdi. Kaldı ki gerek
Yunanistan’da gerekse Kıbrıs’ta bu arada zaten yasal bir duruma dönülmüştü. O
anda uluslar arası kamuoyu da Türkiye aleyhine dönüş yaptı. Türkiye Kıbrıs
Türkleri’ne yönelik muhtemel misilleme tehlikesine karşı adada kaldığını
savunmaktadır.
Özellikle
1974’den bu yana Türkiye’nin tutumunun iki toplumun birlikte yaşamasını
sağlayacak kalıcı bir çözümün bulunmasına yardımcı olmadığı gerçektir.
Türkiye’de sorunun 1974’deki emri vaktiyle çözümlendiği düşüncesi geçerlidir.
Durum, belki Ankara için tatminkâr olmayabilir, çünkü ilhakla sorunu
halledememekte, diğer taraftan Kuzey Kıbrıs uluslar arası alanda devlet olarak
tanınmamaktadır.
Çözüm
ve En Önemli Engeller
1974’ten
günümüze kadar iki taraf arasındaki görüşmelerin takıldığı zor noktalar şunlardır:
Merkezi hükümetin gücü ve yetkileri, üç özgürlüğün (seyahat, yerleşim ve mal
edinme) ne denli geçerli olacağı, Kıbrıs Rum kuşağının genişletilmesi, Türk
kuvvetlerinin durumu, Türkiye’den gelen göçmenlerin durumu. Günümüzde
‘hareketsizlik’ zamanın lehlerine çalıştığına inanan ya da kendilerini ABD ve
AB’nin kurtaracağına inanan bazı Kıbrıs Rumları tarafından savunulmaktadır.
Başka bir kesim uzlaşmazlıkta ısrar etmekte, bir çözüm durumunda ‘pidenin’
Kıbrıs Türkleri’yle bölüşülmesiyle yüklenecek külfete girmeden, Rum(Güney)
tarafının AB’ye katılmasını istemektedir. Kıbrıs Türkleri’nin tarihsel lideri
Rauf Denktaş çözüm sürecinde büyük engel oluşturmaktadır. Denktaş, halkının bir
çözümden kâr sağlamayacağına aksine belki zararlı çıkacağına inanmaktadır.
Kıbrıs Türk devletinin yaşayabilirliği yoktur, er ya da geç Türkiye’ye
bağlanacak onun basit bir eyaleti olacaktır.
Kıbrıs
Rumları gerçek muhatap olarak Kıbrıs Türkleri’ni değil, Ankara’yı kabul
etmektedir. Yani, Türk kuvvetlerinin adadan ayrılmasıyla çözümün mucize
kabilinden bulanacağı yolundaki bilinen tezdir.
Kesin
Çözüm Arayışı:
Kıbrıs
Rumları’ın adanın tümünün Yunanistan ile birleşmesi, Kıbrıs Türkleri’nin ise
kendi yönetimlerindeki kısmın Türkiye ile birleşmesi istekleri oldukça, ortak
bir çözüm bulunma ihtimali bulunmamaktadır.
Tek
devlet çerçevesindeki çözümler kapsamında, en gerçekçi çözüm gevşek federasyon
şeklidir. Bu tür federasyon ‘etnik açıdan konsensüse dayalı demokrasi’
ilkelerine göre çalışmaktadır: Sayısal açıdan daha zayıf olan azınlık yalnız
tatmin edici biçimde korunmakla kalmamakta, yabancı olma ve tehdit altında
bulunduğu duygusuna kapılmaması için sayısal gücüne göre hak kazandığı orandan
daha fazla siyasal etkinlik ve yönetime katılma hakkı elde etmektedir. Bu tip
çözümlere olanak bulunduğu oranda temel alışveriş Kıbrıs Rumları’na daha fazla
toprak ve Kıbrıs Türkleri’ne gevşek bir federasyon çerçevesinde daha geniş bir
otonomi arasında olacaktır.
Taraflar
arasında çözüm yönünde herhangi bir istek bulunmadığı ve çözümsüzlüğü daha
fazla devam edemeyeceği kabul edilirse, en gerçekçi çözüm nihai bölünmedir.
Zaten bölünme 1974’ten daha doğrusu 1963’ten bu yana devam eden bir durumdur.
Belirsizlik devam ettikçe de, taraflarca arzulanan sonuç olmasa bile
bölünme/taksim kesin sonuç olacaktır. Eğer gerçekten aynı devlet içinde eşit
konumda barınmanın en küçük olanağı kalmamışsa, ABD veya AB gibi bir güç bunu
uygulamaya koyamaz. Bu durumda, en uygunu ‘anlaşmayla boşanma’dır. Böylece daha
güvenli sınırlar çizilir ve ileride yoğun işbirliği, ticaret, insan ilişkileri
gelişir ve belki de gelecekte bir yakınlaşmahatta bir biçimde yeniden birleşme
olanağı bulunur. Son olarak kalıcı bir çözüm ve iki toplumlu bir Kıbrıs İçin
Kıbrıs Türk kimliğinin tanınması ve Kıbrıs Türkleri’nin gerçekten eşit muhatap
olarak tanınması gerekmektedir.
(7)
Tarihsel Bellek ve Bugünün Sorunları: Azınlıklar
Azınlıklar,
özellikle bir ülkenin toprak bütünlüğünü tehlikeye attıklarında yada egemen
kültür kimliğine, siyasal ve toplumsal düzenine, uluslararası alandaki rotasına
saygılı olmadıkları durumlarda, devletler için çok duyarlı ve girift bir sorun
oluşturmaktadır. Kıbrıs sorununu, Kürtleri, Kosova’yı, Hindistan’da Keşmir’i,
Çeçenistan’ı yada İspanya’da Basklar’ı anımsamak yeterlidir.
Günümüzde
devletlerin azınlıklarla ilgili olarak, demokrasiyle uyum içinde olan, ayrımcı
olmayan, hukuk devleti ilkelerine ve azınlık haklarına saygılı bir politika
geliştirmesi beklenmektedir. Kültürel açıdan farklı olan gruplara karşı
benimsenen tutum, bir ülkedeki demokrasinin kalitesinin, hukuk devletinin ve
kültür düzeyinin ölçüsüdür.
Türk-Yunan
ilişkilerinde azınlık konularına baktığımızda; 1923’ten bu yana Yunan
Trakyası’ndaki Müslüman(Türk ve Pomak) azınlıkla İstanbul Rum azınlığına
uygulanan ayrımcı politika ve azınlık hakları ihlali söz konusudur.
Bir
görüşe göre, Türk-Yunan ilişkilerinin çizgisi az çok barometreye benzer;
ilişkiler bozuldukça azınlıklara baskı artmakta, düzeldikçe azınlıklar daha az
sorunla karşılaşmaktadır.
Türkiye’nin
azınlık konusunda göstermekte olduğu en ufak ilgi Yunanistan tarafından iç
işlerine müdahale ve Türk yayılmacılığının bir göstergesi olarak
algılanmaktadır. Toplu kimlik olarak Türk kelimesi bile bu tehdidin canlı
örneği sayılmaktadır. Diğer taraftan İstanbul Rumları Patrikhane ile birlikte Megali
İdea'nın ve Yunan yayılmacılığının kalıntısı olarak görülmektedir.
Yunanistan
1950’li yıllarda Bulgaristan’dan gelen tehdide karşı Türk azınlığa iyi davranmıştır. 1967
yılındaki Cunta darbesine kadar bu azınlık Türk sayılmaktaydı. Bu tarihten sonra
baskılar artmıştır. 1980’li yıllardaki PASOK hükümeti Bastırma Tedbirleri’ni
yürürlüğe koymuş bu uygulama 1991 ilkbaharında Miçotakis hükümeti tarafından
lağvedilmiştir.
Yunanistan
tarafından sert politikaların işe yaramadığı aksine azınlık mensuplarını
birbirine bağlayarak eyleme geçirdiği ve Türkiye’yi çekici bir kutup durumuna
getirdiği geç anlaşılmıştır.
1991’den
sonrada Trakya’daki azınlığın halledilemeyen sorunları bulunmaktaydı. Bunlar;
kendi kendilerini niteleme , eğitim, yönetime katılamama, müftülerin atamayla
iş başına gelmesi, vakıf malları sorunlarıdır.
“Sana
yapılmasını istemediğini sen başkasına yapma” ilkesi devlet-azınlık ilişkileri
alanında şu şekilde ifade edilebilir; bir milli devlet topraklarında yaşayan
azınlıklara, başka ülkelerde yaşayan ve etnik açıdan kendi akrabası olan
azınlıklara davranılmasını talep ettiği biçimde davranmalıdır.
Sonuç
olarak, Yunanistan’ın geçmişte uyguladığı stratejilerin hiçbir fayda
sağlamadığı aksine çıkmazlar yarattığı sorunları kemikleştirdiği görülmektedir.
“Parmak tetikte” beklemek krizleri yada sıcak olayları engellememektedir.
Onları yaratmaktadır.
Yunanistan’ın
Türkiye’ye karşı başka politikalar uygulaması gereklidir. Muhtemel bir seçenek
“havuca” öncelik tanıyan ancak her ihtimale karşı “değneği” de elden
bırakmayan, denge ve soğukkanlılık politikasıdır.
Kıbrıs
sorunu dışında diğer sorunlar uluslar arası hukukla egemenliğe zarar vermeden
çözülebilir. Kıbrıs sorunu ise öncelikle adada yaşayan iki toplum arasında
çözülmelidir.
Hem
Türkiye hem de Yunanistan önyargılarından vazgeçerlerse barışçı ve kalıcı bir
çözümün sağlanabileceği aşikardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder