Silahsız Savaş, Onur Öymen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002
Diplomatik Müzakereler, Diplomasinin İç Yüzü
Kitap
toplam on üç bölümden oluşmaktadır. İlk iki bölümde diplomatik müzakerelerin
yapısına dair teorik açıklamalara yer verilmekte ve diplomatik müzakerelerde
önemli görülen hususlar tecrübeler ışığında anlatılmaktadır. Diğer bölümlerde
ise Siyasi Tarih’in ilgi alanına giren Dünya ve Türkiye olaylarının gelişiminde
diplomatik müzakerelerin rolü incelenmektedir.
Kitapta
dikkat çeken temaların özeti aşağıya çıkarılmıştır.
(1) Giriş:
Diplomasi,
devletlerin uluslararası alanda çıkarlarını korumak ve sorunları çözmek üzere
icra ettiği faaliyetlerdir. Diplomasinin en çok kullandığı ve geçerli bulduğu
yöntem ise müzakeredir. Müzakere diplomasinin temel taşıdır. Milletlerarası
ilişkilerde uyuşmazlıkların çözümü, esas itibariyle müzakere yöntemiyle sağlanır.
Birleşmiş milletler yasası da uyuşmazlıkların çözümü yöntemlerinden söz ederken
birinci sıraya müzakereyi koymuştur. Arabuluculuk gibi başka uzlaşma yöntemleri
de vardır. Ama esas kural milletlerarası sorunların müzakere yöntemiyle
çözülmesidir.
Uluslararası
ilişkilerde en önemli unsur ulusal çıkarlardır. Bu ulusal çıkarların korunması
uğrunda tarih boyunca pek çok insani değer göz ardı edilmiştir. Hak, hukuk,
insaf, adalet gibi duygular konuya dışarıdan taraf olan devletler tarafından
pek az hatırlanmıştır. Çünkü bu kavramlar uluslar arası ilişkilerin tabiatına
yabancıdır.
(2) Diplomasinin Gerçek Yüzü:
İleri
görüşlülük, geleceği doğru tahmin edebilmek diplomasinin en önemli
koşullarından biridir. Geleceği doğru tahmin edebilmek için uluslar arası
ilişkilerde önemli rol oynayan devletler Dışişleri Bakanlıklarında siyaset
planlama daireleri kurmuşlardır. Türkiye’de de 1959 yılında siyaset planlama
dairesi kurulmuştur.
Dış
ilişkilerde başarının anahtarlarından biri uzun vadeli düşünerek sabırlı olmaktır.
Sovyetler Birliğinin ABD tarafından tanınması 16 yıl, Çin’in tanınması 34 yıl,
Çin-Sovyetler Birliği sınır ihtilafının çözülmesi 22 yıl sürmüştür. Ulusal
çıkarların gerektirdiği tezleri yeterince güç ve kararlılıkla savunamayan,
zaman unsurunu gereği gibi kullanamayan ülkeler müzakerelerden genellikle
zararlı çıkarlar. Bir an önce sonuca ulaşmak telaşıyla hareket eden taraf,
gereğinden fazla taviz vermek zorunda kalabilir veya alabileceği tavizlerin
çoğunu alamaz.
Diplomatik
görüşmeler ve temaslar yapılırken özel bir dil kullanılır. Bütün görüşler
nezaket içinde söylenir. Ama dışarıdan bakışta zarif sözcüklerle ifade edilen
bu görüşler çoğu zaman ihtilafların veya çekişmelerin işaretidir. Örneğin “çok
açık ve samimi bir görüşme oldu” denmişse, bu genelde ciddi görüş
ayrılıklarının olduğunu gösterir. “Sözlerinizi dikkatle dinledim” demek genelde
“görüşlerinizi paylaşmıyorum” anlamına gelir. Görüşmelerden sonra gazetecilere
gülerek, el sıkışarak poz vermek adettendir. Bu görüntülere aldanıp her şeyin yolunda
gittiğini düşünmek aldatıcı olur.
Uluslar
arası ilişkilerde başarılı sonuç almak için stratejilerin doğru saptanması, bu
stratejilerin gerektirdiği taktiklerin belirlenmesi ve ikili veya çoklu
müzakerelerin bu strateji ve taktiklere uygun olarak sürdürülmesi
gerekmektedir.
Bazen müzakerelere girmemek veya müzakereye
başlama tarihini ertelemek dış politikada akıllıca bir yaklaşım sayılmaktadır.
Çünkü şartlar müzakereye girildiğinde gerekli esnekliği göstermeye imkân
vermiyor olabilir. Müzakere edilecek konuda devlet uluslararası hukuk açısından
yeterince güçlü olmayabilir. Bunun sonucunda da ortaya süreceği argümanlar
yeterince sağlam olmaz ve müzakereden zararlı çıkılır. Öte yandan görüşmeleri
devletin daha güçlü olacağı, daha uygun koşulların oluşacağı zamana kadar
ertelemek, başlanan müzakerelere ara vermek, dış politikada sık rastlanan bir
durumdur.
Müzakereden
kazançlı çıkacağını uman taraf genelde çeşitli yöntemlere, bu arada
uluslararası baskılara başvurarak karşı tarafı müzakere masasına çekmeye
çalışır. Müzakereye yanaşmayan taraf da uygun gerekçeler bularak müzakereye
ihtiyaç bulunmadığını veya müzakere yapılmamasından karşı tarafın sorumlu
olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Müzakerecilerin
sık sık kullandığı bir manevra müttefik kullanmak, yani üçüncü taraflarla
bağlantılar, birlikler ve koalisyonlar kurmaktır. Müzakereci taraflar
uluslararası toplumu kendi yanlarına çekerek kendi güçlerini arttırabilirler.
Ancak uluslararası toplum, ihtilaflı tarafların her ikisinin de kazançlı
çıkacağı inancı yaratmadığı ve taraflardan birini desteklediği takdirde destek
görmeyen tarafın müzakereye yanaşmamasını makul karşılamak gerekmektedir.
Kıbrıs’taki görüşme süreçleri bu konudan etkilenmiştir.
Müzakerede
kendini güçlü hisseden taraf genelde ödün vermeye yanaşmaz. Bu yüzden
müzakereler çok uzun zaman alabilir ve hiçbir sonuç vermeden kesilebilir. Hiç
taviz vermeme stratejisi uygulanıyorsa, anlaşma ancak karşı tarafın tek taraflı
taviz vermesi durumunda sağlanır veya hiç sağlanmaz.
Karşı
tarafa müzakere teklifinde bulunmak her zaman bir çözüme ulaşılmasını arzu
etmek anlamına gelmez. Bazen bir gerginliği azaltmak, tansiyonu düşürmek, zaman
kazanmak, dikkatleri dağıtmak için de müzakere yoluna gidilir. O bakımdan
müzakere önerisinde bulunulmasını, daima bu öneride bulunan tarafın çözüme
istekli olduğu, hatta çözüm için bazı ödünler vereceği şeklinde anlamamak
gerekir.
Müzakerede
tarafların eşit konumda olması önem taşır. Müzakerecilerin makamlarının,
rütbelerinin de birbirine eşit veya birbirine çok yakın olması gerekir.
Taraflardan birinin başından itibaren müzakereler ağırlığını koyması, yön
vermeye çalışması dengeli sonuçlara ulaşılmasını zorlaştırır. Şekil konularında
da olsa, taraflar arasında eşitlik ve denge her safhada önemle korunmalıdır.
Müzakerelerin
başında tarafların çözüm önerileri getirerek görüşmelere başlamak istemeleri
doğaldır. Ancak müzakereleri karşı tarafın hazırladığı taslak üzerinden
yürütmeyi kabul etmek genelde bir zaaf eseri sayılır. Onun için karşı
önerilerle ortaya çıkmak dengeyi sağlamak bakımından önemlidir. Müzakerecilerin
elinde baştan beri yazılı çözüm önerileri bulunması esastır.
Devletlerin
ikna yolunda başarılı olamamaları durumunda tehdit ve baskı uyguladıkları
bilinmektedir.”Kol bükme” diplomaside sık kullanılan bir deyimdir. Ancak karşı
tarafın güçlü olması yenilgiyi kabul etmek için sebep değildir. Ülkelerin
kendilerinden daha güçlü devletlerden tavizler elde ettikleri ve çıkarlarını
korudukları az rastlanan bir durum değildir.
Görüşmelerin
son aşamasına kadar taraflar kartlarını açmazlar ve alabilecekleri tavizlerin
mümkün olduğu kadar fazlasını elde etmeye çalışırlar. Burada müzakerecilerin
karşı tarafın kozlarını iyi teşhis etmeleri, hangi noktaya kadar
gidilebileceğini iyi görmeleri gerekir.
Müzakere
edilen ülkenin veya milletlerarası kuruluşun benzeri konularda başka ülkelere
ne gibi tavizler verdiğinin önceden öğrenilmesi de önem taşır. Böylece
başkalarının elde ettiğinden daha az avantaja razı olunmamış olur.
Müzakereleri
yürütecek olan diplomatların seviyesi de önemlidir. Genelde müzakerelerin ilk
safhalarında nispeten alt düzeydeki yetkililer arasında yapılması doğru olur.
Böylece devletlerin siyasi sorumluluk taşıyan üst düzey yetkililerinin müzakere
aşamalarını izlemeleri, bütün ilgili makamlarla danışarak müzakerecilere
gerekli talimatları vermeleri mümkün olur. Bu konuya en güzel örnek Oslo
müzakereleridir. Eğer Oslo müzakerelerinde başlangıçta Arafat ve Rabin
görüşseydi belik hiçbir sonuç elde edilemeyecekti. Ancak alt seviye görüşmeleri
önemli ilerlemeler kaydedilmesini sağlamıştır.
Eğer
müzakerenin her aşamasında kamuoyuna ayrıntılı bilgi vermek gerekirse, çoğu
zaman bu, bir anlaşmaya varılmasını güçleştirir, hatta kamuoyunun tepkisi
birçok halde anlaşmaya varılmasını olanaksız hale getirebilir. O nedenle
müzakerelerin gizlilik içinde yürütülmesi genel bir kuraldır. Uluslararası
müzakerelerde en iyi sonuçlara kamuoyu önünde varılamaz. Konuşmaların her
safhası açıklanacak olursa yanlış anlamalar, tarafların tutumlarının
katılaştırmaları gibi durumlar ortaya çıkabilir ve kamuoyu faktörünü bir
müzakere unsuru gibi kullanma eğilimi ağır basar.
Diplomaside
“Büyük Strateji”den söz edildiği zaman, ulusal çıkarların korunması için milli
gücün bütün unsurlarından yararlanılmasını gerektiren siyasi ve askeri strateji
anlaşılır. Büyük Strateji bazı hallerde savaşı göze almayı gerektirebilir.
Türkiye’nin büyük stratejisi “Milli Misak hudutları içinde bağımsız, egemen ve
çağdaş bir devlet kurmaktı.”
Diplomatik
stratejiden anlaşılması gereken ise genelde savaşa varmayan yöntemlerle sonuç
almayı gerektiren bir yaklaşımdır. İsmet İnönü’nün Türkiye’yi ikinci Dünya
savaşına sokmamak için izlediği strateji buna örnek sayılabilir.
(a) Sessiz Diplomasi:
Devletler
arasındaki müzakerelerin çoğu kapalı kapılar ardında cereyan eder. Bu,
diplomasinin tabiatının gereğidir. Sessiz diplomasi olarak adlandırılan bu
yaklaşım, 19 ve 20. yüzyılın başlarında oldukça sık kullanılmıştır. Büyük
devletler, aralarında savaş yapmadıkları dönemlerde sessiz diplomasi yoluyla
dünyayı aralarında paylaşmışkar, nüfuz bölgeleri kurmuşlar ve sömürgeler
oluşturmuşlardır.
Almanya’nın
Avusturya ile birleşmek için yürüttüğü temaslar, Soğuk Savaş döneminde ABD ile
Sovyetler Birliği arasındaki görüşmeler, Bosna-Hersek savaşına son veren Dayton
Barış Anlaşması görüşmeleri büyük bir gizlilik içinde yürütülmüştür. Türk
diplomasi tarihinde de sessiz diplomasinin örnekleri vardır. Lozan Barış
anlaşmaları esnasında İsmet İnönü’nün yaptığı bazı temaslar uzun yıllar sonra
açıklanmıştır. Kıbrıs çıkartmasından önceki çeşitli temas ve görüşmeler
hakkında da kamuoyuna bilgi vermekte acele edilmemiştir.
(b) Liderlerin Eğilimleri ve Zirve
Toplantıları:
Devlet
adamlarının arasındaki kişisel ilişkiler ve yakınlıklar, bazen çok önemli
sorunların beklenmedik bir biçimde çözümüne yardımcı olabilmektedir. Örneğin AB
devlet ve hükümet başkanları zirvelerinde pek çok konunun diplomatların
katılmadığı özel yemeklerde çözüldüğü bilinmektedir.
İkinci
dünya savaşı sırasında yapılan konferansların çoğu zirve toplantıları şeklinde
yapılmıştı. İnönü ile Churchill’in Adana’da buluşması; İnönü, Roosevelt ve
Churchill’in Kahire’de bir araya gelmeleri ,o dönemin uluslar arası
ilişkilerini etkileyen toplantılar arasındadır.
Türk
dış politikasında liderlerin eğilimi konusuna bir diğer örnek de Atatürk ile
Venizelos arasındaki ilişkidir. Venizelos, Lozan konferansı bittikten sonra
Türkiye’yi ziyaret eder. Atatürk’le görüşür. Türk ve Yunan devlet adamları
arasında karşılıklı bir güven hissi oluşur. Bu sayede nüfus değişimi gibi çetin
sorunları dostluk ve işbirliği havasında çözmek mümkün olmuştur.
Bazen
lider değişiklikleri, ülkelerin politikalarını etkileyebilmektedir. Örneğin,
Fransa Cumhurbaşkanı Pompidou’nun AB konusundaki yaklaşımı kendinden önceki De
Gaulle’den farklıydı. Thatcher’in ve onu izleyen John Major’un başbakanlığı
dönemlerinde İngiltere’nin AB’ye bakışında farklılıklar görülmüştür.
(c) Yatıştırma Politikası:
Uluslar
arası ilişkilerde bazen günü kurtarmak ve yakın tehdidi savuşturmak için
yatıştırma politikasına gidildiği görülmektedir. Örneğin İngiltere ve Fransa,
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler’e karşı yatıştırma politikası gütmüştür.
Bu iki devlet, Almanya’nın Avusturya’yı işgal etmesine sessiz kalmış, Çeklere
Almanya’yla iyi geçinmelerini tavsiye etmiştir. Ancak bu yatıştırma
politikaları istenen sonucu vermemiş ve Dünya Savaşının çıkması
engellenememiştir. Benzer şekilde
Bosna savaşı öncesinde Batılı devletler Sırbistan Devlet Başkanı Miloşeviç’e
yatıştırma politikası uygulamaya çalışmış ve büyük bir insanlık dramının
yaşanmasına kapı aralamışlardır. Bu olaylar, uluslar arası ilişkilerde önemli
bir ders olarak ortaya çıkmıştır: Muhtemel bir saldırgana karşı kararlı ve
caydırıcı politikalar izlenmez yatıştırılmaya çalışılırsa acı sonuçlar kaçınılmaz
olur.
(3) Yeni Dünya Düzenine Doğru:
Yatıştırma
politikaları yeni bir dünya savaşının çıkmasını engelleyememiştir. Sonuçta
milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. İkinci dünya savaşı sırasında başlayan
ve savaştan sonra devam eden diplomatik müzakereler daha çok zirve toplantıları
şeklinde geçmiştir. Bu arada Türkiye’yi savaşa sokma çabaları da hiç
tükenmemiştir. Hatta Türkiye için oldukça cazip teklifler sunulmuştur. Örneğin,
Stalin On İki Adaların Türkiye’ye verilmesini, Suriye’nin ve Bulgaristan’ın
bazı bölümlerinin de Türkiye topraklarına dahil edilmesini teklif etmiştir.
Ancak Sovyetler’in bunun karşılığında Boğazlarla ilgili taleplerde bulunacağı
anlaşılmış ve teklifler kabul edilmemiştir. Savaş sırasında yapılan
konferanslardan biri olan Potsdam Konferansında da Stalin, Boğazlarla ilgili
taleplerini açık açık dile getirmiştir.
İkinci
Dünya savaşının bitimiyle birlikte Sovyetlerin yayılmacı emelleri iyice su
yüzüne çıkmış, buna karşın Batı Dünyası, kendini tehdit altında hissettiğinden
savunma tedbirleri geliştirdiği “Soğuk Savaş” dönemi başlamıştır.
İkinci
Dünya Savaşının bitimini müteakip kurulan Birleşmiş Milletler, başka
devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşı kuvvet kullanılmasını
yasaklamaktaydı. Bir yandan yüksek ideallerden, ortak amaçlardan söz ediliyor,
ama bir taraftan da dünyada kuvvet dengeleri oluşuyor, güç mücadeleleri
yaşanıyordu. Büyük umutlarla kurulan BM
İkinci Dünya savaşından sonra çeşitli yerel savaşlarda ve iç çatışmalarda
18 milyon insanın ölmesini engelleyememiştir.
İkinci
dünya Savaşı sonrasında Sovyetlerin, Boğazlar üzerindeki istekleri bitmemiştir.
NATO’nun kurulmasının kısa bir süre sonra Türkiye, NATO’ya üye olarak Sovyet
tehdidine karşı bir güvence elde etmiştir.
Soğuk
savaş sırasında nüfuz mücadeleleri yeniden ortaya çıkmıştır. Özellikle uluslar
arası barışın ancak kuvvet dengesiyle sağlanacağını savunan İngiltere,
Balkanlar’ın nüfuz bölgelerine ayrılmasını ve Sovyetler Birliği ile
paylaşılmasını savunuyordu. Nitekim SSCB doğu Avrupa’yı tamamen etkisi altına
almıştır.
Soğuk
savaş döneminde yaşanan bazı olaylar nüfuz mücadelelerinin somut örneklerini
oluşturmaktadır. Bu dönemde yaşanan en önemli olaylar şunlardır:
(ı) Mısır’ın Süveyş Kanalını
millileştirdiğini açıklamasının ardından İngiltere, Fransa ve İsrail askeri
harekatla duruma müdahale etmişlerdir.
(ıı) Sovyetler Birliği nüfuz alanı altındaki
Küba’ya balistik füzeler yarleştirmek istemiş ve bu konu Türkiye’yi de
etkileyen bir krizin yaşanmasına neden olmuştur.
(ııı) NATO ile Varşova Paktı arasındaki güç
mücadelesinin dışında kalmak isteyen bazı ülkeler “Bağlantısızlar” grubunu
oluşturmuştur.
1970’li
yılların ortalarına doğru yumuşama havası doğar. Nitekim Helsinki’de toplanan
konferans bunun en somut örneğidir. Bu konferansta kabul edilen Nihai Senet
basın özgürlüğü ve insan hakları ile ilgili hükümler içeriyordu. Bu alanlara
yeterince önem vermeyen Sovyetler Birliğinin bu belgeyi imzalamasıyla birlikte
ülke içinde kontrolü altındaki Doğu Avrupa’da özgürlükçü düşünce sahipleri
örgütlendiler. Demokratikleşme süreci artarak devam etti ve bu süreç Sovyetler
Birliği’nin sonunu hazırladı.
İki
dünya savaşı arasındaki yıllardan Soğuk Savaş’ın sonuna kadar geçen dönem bir
bütün olarak değerlendirildiğinde dikkat çeken bazı noktalar özetle şunlardır:
- Savaş
yıllarında demokratik ülkeler totaliter devletlerle nüfuz bölgeleri için
pazarlık yapabiliyorlar ve bazı ülkeleri karşı tarafın nüfuz bölgeleri içine
bırakmakta bir sakınca görmüyorlardı.
- Ortak bir düşmana karşı savaşmak
gerektiğinde karşıt ideolojilere sahip devletler bile birbirleriyle güç birliği
yapabilmekteydi.
- Aynı ideolojiye sahip müttefik
ülkeler savaş zamanında bile görüş ayrılıklarına düşebiliyordu.
- En büyük devletlerin liderleri bile
bazen büyük değerlendirme hataları yapabiliyordu.
- Batı demokrasisinin liderleri şartlar
gerektirdiği zaman totaliter liderleri yüceltebiliyorlardı.
- Devletler askeri açıdan bir
mücadeleye hazır olmadıkları zaman hasım ülkelerin başka devletleri işgal
etmesine göz yumabiliyordu.
- Bazı ülkeler savaş dönemlerinde bile
büyük devletlerin talep ve baskılarına direnebiliyorlar ve en zor koşullarda
bile ulusal çıkarlarını koruyabiliyordu.
Sovyetler
Birliği’nin yıkılması Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte ABD tek
süper güç olarak ortaya çıkmıştır. ABD hedefini, dünyanın daha demokratik daha
özgür ve barış içinde yaşan bir ortam olmasına katkı sağlamak olarak ifade
etmiştir. ABD’nin bu hedefine ne kadar ulaşabileceğini ya da bu hedefinde ne
kadar samimi olduğunu ise zaman gösterecektir.
Soğuk
Savaşın bitiminden sonra yaşanan Körfez Savaşı ile Yugoslavya’da yaşanan
gelişmeler dünyanın barış ve huzur dönemine gireceğinin düşünüldüğü bir zamanda
bile ihtilafların güç kullanılarak çözümü alışkanlığının ortadan kalkmadığını
göstermektedir.
(4) Diplomasi ve Güç Politikası:
Uluslar
arası ilişkilerin geçmişine bakıldığında çoğu zaman bir ülkenin dış politikası
ile sahip olduğu güç arasında yakın bağlantı olduğu görülür. Milli çıkarların
gerektirdiği hallerde silahlı güç kullanılabileceğinin ortaya konulması
devletlerin uluslararası ilişkilerdeki etkinliğini artıran bir unsur olarak
değerlendirilmektedir.
Askeri
gücün dış politikada etkili bir unsur olabilmesi büyük ölçüde silahlı
kuvvetlerin etkinliğine bağlıdır. Dünya politikasında önemli bir rol oynamak
isteyen ülkeler, daima güçlü ordulara ve deniz kuvvetlerine sahip olmaya önem
vermişlerdir.
Güç
politikasının önemi İkinci Dünya Savaşı öncesinde ortaya çıkmıştır.
İngiltere’nin ve Fransa’nın Hitler’e karşı izledikleri yatıştırma politikası,
bu ülkelerin yeterince güç sahibi olmamalarından kaynaklanmıştır.
Güç
deyince sadece askeri güç anlaşılmamalıdır. Siyasi ve ekonomik gücün yanı sıra
toplumun içyapısının istikrarlı olması, halkın milli meselelerde duyarlı olması
ve basının ve kamuoyunun desteği de dış politikada ulusal gücü meydana getiren
unsurlar arasındadır.
Güç
politikasının etkili olabilmesi için karşı taraftaki ülkelerin sizin gücünüzü
hissetmesi ve bu gücü kullanma kararlılığına inanması gerekir. Aksi takdirde
blöf yapıldığını düşünerek kararlarında direnebilirler.
Osmanlı’nın
Karlofça’dan Lozan’a kadar diplomaside başarısız olmasının en büyük
sebeplerinden birisi diplomatik mücadeleyi destekleyecek gücün olmamasıdır.
Çünkü Ordu zayıflamış, ekonomi kötüleşmiştir.
Lozan’da
başarılı olmamızda, Hatay’ın Anavatana katılmasını sağlamamızda sahip olduğumuz
gücü gerektiğinde kullanacağımıza dair karşı tarafa verdiğimiz mesajın önemli
bir etkisi olmuştur.
Yunanistan’la
yaşanan Kardak krizinde de diplomatik temaslara ilave olarak askeri gücü
kullanma kararlılığımız krizin çözümünde etkili olmuştur. Benzer şekilde terörü
besleyen Suriye’ye karşı güç kullanma tehdidimiz sonuç vermiştir.
(5) Baskı Yöntemleri:
Güçlü
devletler kendi nüfuz alanlarını genişletmek maksadıyla daima daha zayıf
ülkelere karşı baskı uygulayarak onları etki alanları altına almaya
çalışmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun gerileme dönemlerinden yıkılışına
kadar geçen dönemde bu gibi dış baskı örneklerine çok sık rastlanmaktadır.
Uluslar
arası ilişkilerde baskıların çoğu ekonomik içerikli yöntemler olmaktadır.
Demokratik ülkeler arasındaki ihtilaflarda daha çok ekonomik önlemler alınması
yoluna gidilmektedir. Ancak otoriter devletlere karşı ekonomik ve siyasi
yaptırımların sonuç vermemesi halinde askeri güç kullanıldığının örneklerine
rastlanmaktadır.
Uluslar
arası ilişkiler alanında sık kullanılan deyimlerden biri “havuç ve sopa”
taktiğidir. Yani büyük devletler diğer devletleri kendi istedikleri çizgiye
getirmek, onların dirençlerini kırmak için duruma göre bazen onları teşvik
edici yollara başvururken bazen de caydırıcı, cezalandırıcı önlemler ve
yaptırımlar uygulamaktadırlar.
Ekonomik
açıdan yaşayabilmek için başka devletlere aşırı bağımlı olanlar zaman zaman
egemenliklerinden ödün vermek zorunda kalabilmektedirler. Başka ülkeleri
etkilemek isteyen büyük devletler de tam aksine o ülkeleri kendilerine ekonomik
açıdan bağımlı kılacak önlemlere başvurmaktadır.
Dış
ticareti diplomatik baskı aracı olarak en etkili kullanan devletlerden biri
ABD’dir. Ambargo Yasası, Düşmanla Ticaret Yasası, Tarafsızlık Yasası, İhracatın
kontrolü yasası gibi yasalar Kongreye veya yönetime ihracatın belli ülkelere
kısıtlanmasına veya yasaklanmasına imkân sağlamaktadır.
Baskı
yöntemlerinden bir diğeri uluslar arası yaptırımlardır. Özellikle BM Güvenlik
Konseyi tarafından alınan yaptırım kararlarının etkisi güçlüdür. Ancak Konsey
üyelerinin menfaat çatışmaları yüzünden yaptım kararlarının gerektiği şekilde
alındığını söylemek güçtür.
Türkiye
çeşitli tarihlerde yaptırımlara maruz kalmıştır. Özellikle Kıbrıs Barış
Harekâtını müteakip ABD, Türkiye’ye ambargo uygulamıştır. 1990’lı yılların
başlarında Almanya, Türkiye’ye silah yardımını durduran bir karar almıştır.
Ekonomik
yaptırımlar sadece yaptırım uygulanan ülkeye değil uygulayan ülkeye de zarar
vermektedir. Özellikle ihracat yapan şirketler durumdan olumsuz
etkilenmektedir.
(6) Dış Politika ve Bağımlılık:
Bir
ülkenin bağımsız bir dış politika uygulamasının en önemli şartlarından biri tek
bir ülkeye aşırı bağımlı olmamaktır. Meksika dış ticaretinin %89’unu, Kanada
%84’ünü ABD ile gerçekleştirmektedir. Bu ülkelerin ABD’den bağımsız bir
politika izlemeleri neredeyse olanaksızdır.
Dış
bağımlılığın bir diğer çeşidi enerji ihtiyaçlarını aynı kaynaktan temin etmek
şeklindedir. Maalesef Türkiye son yıllarda doğalgaz ihtiyacı bakımından
Rusya’ya aşırı bağlanmıştır. Bu durumun önümüzdeki yıllarda sorun teşkil
edebileceği değerlendirilmektedir. Savunma Sanayinde belirli bir kaynağa
bağımlılık da siyasi bedel ödemeyi gerektirebilmektedir.
Dış
ekonomik ilişkilerde bağımlılığın en önemli göstergelerinden biri de dış
borçlardır. Dış borçlar devletin normal gelirleriyle ödenemeyecek duruma
geldiyse ve borcu çevirme olanakları kısıtlandıysa o ülkenin dış baskılara
maruz kalması kaçınılmazdır. Özellikle IMF ve Dünya Bankasından sağlanan
kredilerin yüksek olması bu ülkelerin söz konusu kuruluşların politikalarına
bağlı kalmasına neden olmaktadır. Maalesef bunun en somut örneklerinden birisi
Türkiye’dir.
(7) Diplomasi ve İnsan Hakları:
Günümüzde
insan hakları yalnız devletlerin değil uluslar arası ilişkilerin de önemli bir
konusu haline gelmiştir. Devletler ve sivil toplum örgütleri çeşitli raporlar
düzenleyerek ülkelerin yasaları ve uygulamaları hakkında eleştirilerde
bulunmaktadır. Demokratik ülkelerde insan hakları iç sorun olarak
algılanmamaktadır. BM’nin kurulmasından
ve insan hakları alanında uluslar arası sözleşmelerin kabulünden sonra insan
hakları artık uluslar arası hukukun bir parçası olmuştur.
İnsan hakları alanında dünyadaki
gelişmelerin olumlu olduğunu belirtmek mümkünse de son yıllarda bu konunun da
bazı devletler tarafından istismar edilerek bir baskı aracı olarak
kullanıldığını söylemek gerekmektedir. Özellikle AB ülkelerinin Türkiye’ye
insan hakları alanında getirdiği eleştirilerin önemli bir kısmı objektiflikten
ve iyi niyetten uzaktır.
İnsana hakları alanında Türkiye’nin
bazı eksikliklerinin olduğunun kabul edildiği ve bunları gidermek için gerekli
tedbirlerin alınmaya başlandığı bilinse de bazı çevreler Türkiye’yi insaf
ölçülerini aşan ve başka maksatlar güden eleştirilerini sürdürmektedirler.
Gerçeklere ve somut verilere dayanmayan bu tür eleştiriler karşısında gerekli
cevapları vermekten kaçınılmamalıdır.
(8) Diplomasi ve Basın
20’nci
Yüzyılın ortalarından itibaren kamuoyunun giderek artan ölçüde dış ilişkilerde
etkili olduğu, devletlerin sık sık kamuoyunun eğilimlerine göre hareket ettiği
görülmektedir. Önceden kapalı kapılar ardında yürütülen dış politika konuları
artık kamuoyunda açıkça tartışılmaktadır. Politikacılar çoğu zaman başka
ülkeleri rahatsız eden kararlar aldıkları zaman bunu basının ve kamuoyunun
önünde açıklamaktadır.
Basın ile hükümetler arasında
karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Bazen basın hükümetleri yönlendirirken
bazen de hükümetler basını kendi politikaları doğrultusunda hareket
ettirmektedir. Özellikle ABD basınının dış politika uygulamaları konusunda ABD
hükümeti yanlısı tutum sergilediği bilinmektedir. Basın sadece demokratik
ülkelerde değil komünist ve otoriter rejimlerde de hükümetlerin etkili bir
aracı olarak hizmet görmektedir.
Dünya kamuoyunun belirli siyasal
tercihler yönünde oluşturulmasında Batılı ajanslar önemli rol oynamaktadır.
Basının kullandığı bazı kelimeler bile kamuoyunu etkilemeye yetmektedir.
Örneğin bizim tarafımızdan “terörist” olarak adlandırılan grupların “gerilla”
veya “özgürlük savaşçısı” gibi kelimelerle tanımlanması geniş kesimleri yanlış
yönlendirmektedir.
Basının bahsedilen rolü göz önünde
bulundurulduğunda Türkiye aleyhinde Batı basınında çıkan haberleri yadırgamamak
gerekir. Çünkü çıkarları gereği Türkiye’yi haksız duruma düşürmek isteyen
ülkeler basını bu yönde etkili olarak kullanmaktadır. Devletlerarası dengede
önemli bir yer edinmek isteyen ülkelerin basın diplomasisini çok uygulamak
zorunda olduğu bir gerçektir.
(9) Lozan Müzakereleri
Lozan müzakereleri
diplomasi tarihinde dikkatle incelenmesi gereken bir vakadır. Oldukça yoğun
geçen, zaman zaman kesintilere uğrayan bu süreç müzakere teknikleri açısından
da çok önemli veriler içerir. Lozan’da müzakerecilik açısından öne çıkan
konular şunlardır:
Müzakerede ilk ana konuşmacı genellikle müzakerenin havasını ve
tartışılan konunun değişik yönlerine verilen ağırlığı doğrudan etkileme
avantajına sahiptir. Lozan görüşmelerinde İsmet İnönü bu avantajı kullanmak
için ciddi bir mücadele vermiştir. Lord Curzon’un İsviçre Cumhurbaşkanı’nın
açılış konuşmasına cevap konuşması yapmak istemesi üzerine İsmet İnönü de bir
konuşma yapmış ve bu konuşmasında “Türk heyetinin mağlup ve ricacı bir ülkenin
değil,galip ve muzaffer bir ülkenin temsilcisi” olduğunu ispatlamıştır. İnönü
bu konuşmasında Türk milletinin çektiği acıları, ıstırapları anlatmış ve
Konferansta izleyeceği kararlı tutumun ipuçlarını vermiştir.
Türk heyeti Lozan Müzakerelerine iyi
hazırlanmıştır. Ellerinde ayrıntılı istatistikler vardı.Gerek Batı Trakya ile
ilgili gerekse Musul ile ilgili detaylı verilerin olması Türk tarafının
haklılığını ispatlanmasında etkili olmuştur.
Lozan
görüşmelerinde İngilizler bir hesap hatası yapmışlardı ve kesin bir vaziyet
karşısında bırakırlarsa Türklerin müttefiklerin önerilerini kabul etmeye mecbur
olacaklarını düşünmüşlerdi.Türklerin dayanma gücünü ölçmek istemişlerdi. Oysa
Türkiye savaşa da hazırdı.
İngilizler, Konferansta taktik olarak,
kendilerinin önem verdikleri
bir konuda Türklerin
itirazıyla karşılaştıklarında işi
kopartmıyorlar, daha ilerideki
oturumlara bırakıyorlar, bu
arada diğer devletlerin
Türklere karşı taleplerini
bütün güçleriyle destekleyerek
Türk heyetini yıpratmaya çalışıyordu. İsmet Paşa
bu oyunu gördü
ve önce İngilizleri
doğrudan ilgilendiren sorunları
çözmeye karar verdi. İşte
Boğazlar meselesi bunlardan
biriydi. Gerçekten
İngilizler kendilerini yakından
ilgilendiren sorunlar çözüldükçe
diğer müttefiklerini desteklemek
için fazla çaba
göstermediler. İsmet
Paşa’nın taktiği başarılı
olmuştur.
(10) Hatay’ın Anavatan’a katılması
Bu
konu, Türkiye’nin Cumhuriyetin başlarında Türkiye’nin meşgul olduğu önemli dış
politika gündemlerinden birisi olmuştur. Hatay’ın Anavatana dahil edilmesi,
Atatürk’ün sabırlı politikası, günün şartlarını ve uluslar arası ortamı iyi
değerlendirmesi ve gerektiğinde güç kullanabileceğimizi karşı tarafa göstermesi
sayesinde gerçekleşmiştir.
Bir
konuşmasında Atatürk, “Haklarımızı korumaktan aciz değiliz. Onurumuzu korumak
zorunluluğu bizi savaşa zorlarsa bunun sorumluluğu Fransa’ya ait olacaktır”
demiştir. Atatürk bunları söylerken Fransa’nın bir savaşa girmeyi göze
alamadığını çok iyi biliyordu.
Fransa
Büyükelçisi ile yaptığı bir görüşmede gerekirse Cumhurbaşkanlığından istifa
edip Hatay için gönüllü olarak savaşabileceğini söylemiştir. 1937 yılının Kasım
ayında doktorların tavsiyesini dinlemeyip Adana ve Mersin’e bir gezi yapıp
askeri birliklerin resmi geçitlerini izlemiştir. Bütün bu davranışlardan
Atatürk’ün davayı kazanmak için kamuoyunu nasıl etkilediğini ve güç
politikasını ustalıkla kullandığını görmek mümkündür.
(11) Kıbrıs’ta Barış İçin Savaş
Kıbrıs
sorunu Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen konulardan biri olmuştur. Müzakere
teknikleri açısından Kıbrıs sorunu uzlaşma zemine bir türlü çekilemeyen bir
sorun halinde mevcudiyetini sürdürmüştür. Rumların çabaları hep konuyu uluslar
arası alana taşıyıp Türkler üzerinde baskı uygulatarak isteklerini elde etme
yönünde gelişmiştir. Rumlar bu politikalarında başarılı olmuşlardır. Küresel
aktörler ise uluslar arası hukuk kurallarını dikkate almadan kendi çıkarları
doğrultusunda ve Rum-Yunan lobilerinin etkisiyle Türkiye’ye baskılarını
sürdürmüştür.
Türkiye’nin
politikası ise baskılara karşı yılmadan haklılığını her platformda dile
getirmek şeklinde sürdürülmüştür. Türkiye’nin politikalarını savunurken en
önemli kozu Kıbrıs’ta bulunan güçlü ordusudur. Bu durum her ne kadar Rum
tarafınca eleştirilse de fiili durum Kıbrıs’ta yaşayan vatandaşlarımızın huzur
ve güvenliği için vazgeçilmez gerekliliktir.
(12) Kardak Krizi
1995
yılında meydana gelen olay, Türk-Yunan ilişkilerinde kısa süreli de olsa ciddi
bir kriz yaşanmasına yol açmıştır. Bir Yunan gazetesinin provokatif haberi
Yunan kamuoyunu etkilemiş ve kayalıkların kime ait olduğu sorunu iki ülkeyi
savaşın eşiğine getirmiştir.
Türkiye,
işin başından itibaren sorunu serin kanlı bir biçimde diplomatik yollardan
çözmek istemiştir. Ancak Yunanistan’ın kayalıklara asker çıkarması, fiili bir
durum oluşturduğundan Türkiye de güç gösterisi yapmak durumunda kalmıştır.
Krizin aşılmasında ABD’nin arabuluculuğu önemli rol oynamıştır. Ancak konunun
kalıcı çözümü yönünde henüz bir ilerleme kaydedilememiştir.
(13) Sonuç
Dünyanın
değişen koşullarına rağmen uluslar arası ilişkilerin değişmeyen özelliği ulusal
çıkarların korunmasının öncelikli hedefi oluşturmasıdır. Devletlerin zaman
zaman birbirlerine yaklaşmaları veya birbirinden uzaklaşmaları, değişen
şartlara paralel olarak gelişen çıkar alanlarından kaynaklanmaktadır.
Savunma
gücü zayıflamış bir ülkenin diplomasi gücü de azalır. Sadece iyi niyete, sadece
uluslar arası hukuk normlarına uygun davranan bir diplomasinin başarı şansı yok
denecek kadar azdır. Gerektiğinde askeri gücün kullanılabileceğinin
hissettirilmesi diplomatik başarının önemli şartlarından birisidir.
Türkiye’nin
dış politikada başarılı olmasının yolu, makul esneklik göstererek uzlaşmalar
aramak ama dış baskılara boyun eğmemek şeklinde özetlenmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder