Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, Doğan Akyaz

Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, Doğan Akyaz, İletişim Yayınlar, 2006, İstanbul   

Yazar Doğan Akyaz’ın 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971’deki askeri müdahaleleri ve  bununla birlikte müdahalelerin öncesi ve sonrasındaki girişimleri, arayışları, tartışmaları incelediği bu çalışma her iki dönemdeki cunta yapılanmalarını ayrıntısıyla ele alıyor. Eserde üzerinde durulan hususlardan biride hükümetlerin ve sivil siyasi otoritenin bizzat ordu yönetimi tarafından da paylaşılan cuntalaşmayı önlemeye dönük çabasıdır. Yazarın Türk siyasal tarihinin birçok yönden çokça incelenmiş bir konusu olan askeri müdahaleler olgusuna ve ordu sosyolojisine açılım sağlayarak özgün bir bakış açısıyla olayları değerlendirdiği görülmektedir.

            Türkiye’de demokrasi, çok partili siyasi hayatın başından 1980’e kadar beş kez askeri müdahale ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinde ordu meclisi kapatıp sivil hükümeti devirerek iktidarı doğrudan ele almışken, 12 Mart 1971’de yalnızca mevcut iktidarın bir muhtırayla işbaşından uzaklaştırılması yoluna gidilmiştir. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri ise ordu üst yönetiminin sivil iktidar ile işbirliği sayesinde önlenmiştir. Ordu-siyaset/politika ilişkileri bağlamında ele alınan bu araştırmalarda daha çok askeri müdahalelerin siyaset üzerindeki etkileri üzerinde durulmuş, denklemin müdaheleci tarafı, yani ordu üzerindeki etkilerine pek yer verilmemiştir. Oysa başarılmış ya da girişim düzeyinde kalmış her askeri müdahale, siyasi alanı olduğu kadar ordunun kendi iç yapı ve sistemini de etkilemiştir.
            Gerçekten de ordunun yönetime doğrudan el koyduğu ilk örnek olan 27 Mayıs
ile karşılaştırıldığında 12 Eylül Müdahalesi’nin dikkati çeken ilk özelliği ordu hiyerarşisine uygun olarak gerçekleştirilmesidir.
            Bu çalışmanın amacı, öncelikli olarak  askeri müdahalelerin ordu sistemi üzerindeki etkilerini tespit etmek, ikincisi de, hiyerarşi dışı 27 Mayıs’tan emir-komuta zincirinde gerçekleşen 12 Eylül’e kadar olan süreçte askeri müdahalelerin niteliğinde görülen değişimin nasıl sağlandığını ortaya koymaktır. Asıl önemli husus ise Türk siyasal yaşamında her dönem sorun olan ordu-siyaset denkleminin ancak denklemin her iki yanının da öncelikle kendi içinde çözümlenmesiyle anlaşılabileceğinden ordu tarafının çözümlenmesine katkıda bulunmaktır.
            Birinci bölüm, hem siyasi yapısının hem de ordunun karakterinde ilk büyük kırılmaların yaşandığı İkinci Dünya Savaşı ve onu takip eden döneme ayrılmıştır. Siyasi hayatın çok partili yarışmacı hale çevrildiği, ordunun Amerikan usul ve prensiplerine göre yeniden yapılandığı bu dönem, ordu-siyaset ilişkilerinin geleceği konusunda ipuçları verir niteliktedir. Zira ciddi olarak ordu hiyerarşik sisteminin dışında oluşan ilk gizli örgütlenmeler bu yıllarda açığa çıkmaya başlamıştır.
            İkinci bölümde; önce sözünü ettiğimiz hiyerarşik sisteme ters genç subay örgütlenmelerinin zirvesini temsil eden 27 Mayıs Askeri Müdahalesi, nedenleri ve örgütlenme süreciyle birlikte ele alınmıştır.
            İncelemenin üçüncü bölümü orduyu da etkileyen bu döneme ayrılarak bir anlamda 12 Mart Muhtırası’nın zemini ortaya konulmuştur. Fakat görülmüştür ki 12 Mart Muhtırası’nın askeri müdahaleler içinde önemli bir yeri vardır; o da, 12 Mart’ın hemen öncesinde ordu bünyesinde 27 Mayıs’tan beri süren hiyerarşik sistem dışında müdahale eğiliminin kırılması, buna karşın ordu hiyerarşisinin tepesinde yoğun bir iktidar mücadelesinin başlamasıdır.
            Son bölümü 27 Mayıs ve 12 Mart müdahalelerinin ordu üzerindeki etkilerine ayrılarak 27 Mayıs ile ortaya çıkan hiyerarşi ve disiplin sistemindeki bozulmanın yeniden inşasında kullanılan vasıtalar ele alınmıştır.
        (2)Birinci Bölüm: 1945-1960 Arası Ordunun Yapısında Meydana Gelen Değişim: Subayların Radikalleşmesi ve Gizli Örgütlenmeler:
            Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşından sonra Batı İttifakı içinde yer alması birçok alanda olduğu gibi askeri alanda da önemli sayılabilecek bir dizi değişime neden olmuştur. Bu çerçevede 1947’de Truman Doktrini ile başlayan, ordunun Amerikan yöntem ve prensiplerine göre yeniden yapılanma süreci 1952’de NATO’ya giriş ile hızlanarak devam etmiştir. Bu durum karşısında subayların göstermiş olduğu duygusal tepkiler ilerleyen yıllarda soğuk savaş döneminin ideolojik yansımaları ile birleşecek, özellikle 1970’lerin başında bir kısım genç subayda anti-kapitalist/anti-emperyalist niteliğe bürünmüş bir anti-Amerikan siyasallaşma ekseninde radikalleşecektir.
            İkinci Dünya Savaşı boyunca ordusunu seferberlik mevcutları üzerinde tutmak zorunda kalan Türkiye, savaştan sonra olağan koşullara dönerek ordusunun bir kısmını terhis etmek ve ekonomik durumunu iyileştirmek istemiş, ne var ki Sovyetler’in Boğazlar üzerindeki istekleri nedeniyle buna imkan bulamamıştır.
            Truman Doktrini,  ABD’nin Türkiye ve Yunanistan ile ilgili politikası açısından son derece önem arz etmektedir. Türkiye’nin bir yandan savunma gücünü çoğaltmak, ekonomik durumunu kuvvetlendirmek için 100 milyon dolar olarak belirlenen askeri yardım anlaşması 12 Temmuz 1947’de imzalanmıştır. 1947’de Türk Ordusu yardıma muhtaç halde, modern koşulların gerisinde, 1920’lerin görüntüsünden farksızdır. Bu koşullardaki Türk Ordusunun SSCB’yi kuşatmak esasına dayalı ABD global stratejesi içinde kendisine biçilen rolü yerine getirebilmesi düşünülemezdi. Dolayısıyla yardımlar bu stratejinin bir parçası olarak ortaya çıkıyordu.
            İkinci Dünya Savaşından sonraki kritik süreçte Türkiye’nin en önemli stratejik rolü bir bariyer teşkil ederek Sovyetlerin Orta Doğu’ya inmesini engelemek idi.
            Türk Ordusu üzerindeki söz konusu Amerikan etkisi 1952 yılına gelindiğinde Türkiye’nin NATO’ya girişiyle daha da hızlanacaktır.  Esasen Kore’de ABD ve müttefiklerine verilen desteğin bir mukafatı olarak girilen NATO ittifakı ve alınan askeri yardımlar, Türkiye için aynı zamanda ordusunu modernleştirme çabasının yeni bir adımı olmuştur.
            NATO-Türkiye ilişkileri, alınan askeri yardımlar ve ikili anlaşmalarla ABD-Türkiye ilişkisi gerek uygulama şekli, gerekse verilen tavizler, önemli sayılabilecek bir subay kitlesinde Türkiye’nin Atatürk’ten beri takip ettiği “tam bağımsızlık”a dayalı dış politikadan uzaklaşması olarak algılanmaya başlanmıştır. Aynı zamanda ordunun bağımsız karekterinin zedelenmesinden rahatsız olan subay kitlesinin tepkilerinin yansımaları önemlidir.
            1960’lar öncesinde genç subay heyetinin siyasallaşmasında/radikalleşmesinde sözü edilen bu rahatsızlıkların önemli bir payı olduğu görülmektedir.
            Askeri yardımların uygulanış biçimleri zaman zaman Türk subayının onurunu zedeleyici şekilde gerçekleşmektedir. Askeri yardım ile Türk devlet yöneticileri büyük bir rahatlama içine girmiştir. Fakat Ankarada’ki Amerikan Askeri Yardım Kurulu’na bağlı Amerikalı subayların ekipler halinde tümen karargahlarına kadar yerleşerek ast-üst hiyerarşisine uymayacak davranışlarla orduyu kontrol etmeleri, subay heyetinin tepkisini çekiyordu.
            Türk Ordusunun Amerikan etkisinde yeniden yapılanmasının sonuçlarından birisi de zamanla ABD’nin Türkiye’nin silah alımında tek kaynak ülke haline gelmesi olmuştur.
            Amerikan etkisiyle orduda meydana gelen eğitim ve teknolojik modernleşmenin diğer bir önemli boyutu da küçük rütbeli subayların, özellikle kurmay subayların, büyük önem kazanmış olmasıdır. Çünkü orduda modern savaş bilimini Amerikalı danışmanlardan öğrenecek zihinsel esnekliğe sahip olanlar bu genç subaylardır.
            Yaşlı generallerin yetersizlikleri ve üstelik bunu örtmeye yönelik şüphecilikleri, artık beklentileri yüksek olan kurmay subayları, bir bütün olarak ordu sistemini sorgulamaya itiyordu. 1947’lerde başlayan ve NATO ittifakı içinde giderek hızlanan, Amerikan usul ve prensiplerine göre yeniden yapılanma, orduyu teknolojik çizgiler boyunca ve kuşaklara göre bölmüştü. Bu çelişkili durum 1960’lara gelindiğinde genç subaylarda sistemin yüklediği profesyonel endişelerle birleşecek, arkasından da müdahaleci dürtüleri harekete geçirecektir. Ordunun Amerikanlaşmasına duyulan tepki, başlangıçtaki duygusal yanından öte, ilerleyen yıllarda ideolojik bir karaktere dönüşecektir.
            İkinci Dünya Savaşı yıllarında genç subaylar, Türk ordusunun durumu ile Alman ordularını kıyaslıyor, yetersizlikleri gördükçe de içinde bulundukları durumun sorumlusu olarak iktidara ve ordunun başında bulunan komutanlara tepki duyuyorlardı. Bu tepkinin bir neticesi olarak genç subaylar arasında daha 1940’ların başından itibaren müdahale amaçlı gizli örgütlenmeler başlamıştı.
            İkinci Dünya Savaşı yılları içinde kurulan gizli örgütlerden birisi de “Seyfi Kurtbek ekibi” idi. 1941-1942’de kurulan ekip 1943’te ikiye ayrılmıştır. İlki Kur.Alb.Seyfi Kurtbek’e bağlı ‘Hücum Ordusu’, ikincisi de Kur.Yb.Cemal Tural’ın başkanlığını yaptığı örgüttür. Bu iki ekip zaman zaman birlikte de çalışmıştır.1946 yılında örgüt mensuplarından Kur.Bnb.Cemal Yıldırım tarafından Harp Akademisinde başka bir örgüt daha kurulmuştur. Subayların ordu üst yönetimine ve İnönü’ye olan güvenleri İkinci Dünya Savaşı sırasında ordunun içine düştüğü durumdan dolayı büyük ölçüde sarsılmıştır.
            CHP-Ordu ilişkileri açısından ise o dönemde kısaca söylenebilecek olan şudur: Ordu özellikle alt kademeleri itibariyle CHP’den Demokrat Parti’ye doğru kaymıştır. Bunun öncelikli sebebi ordunun demokrasi inancından çok rejim içindeki ağırlığının kaybolmasına karşı bir tepkidir. Genç subaylar Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi halinde, hem Yüksek Kumanda Kademesinde değişiklik yapılarak önlerini açacağına, hem de orduyu modernize edeceğine inanıyorlardı.
            Menderes hükümeti 6 Haziran 1950’de “adeta bir darbe şeklinde gerçekleştirilen operasyonla  kendisine  sadakatlerinden  şüphe ettiği  Yüksek   K    umanda Heyetinde tasfiyeye gitmiştir. Bu tasfiye işlemi Cumhuriyet tarihinde o güne kadar görülen en kapsamlı ve hızlı tasfiyelerden birisidir. Tasfiye, CHP ve Demokrat Parti’li general hizipleri arasında birkaç yıldır devam eden mücadeledeki bir nevi hesaplaşmadan ibaretir.
            Orduda reform ihtiyacı mevcut durumun bir gereği olduğu kadar başka baskılarında söz konusu oduğu bir gerçekti. Türkiye 1952’ye gelindiğinde bir NATO üyesiydi ve orduyla ilgilenen NATO komutanları da Türk Ordusunun sisteminin rasyonelleştiğini görmek istiyorlardı.
            Siyasal iktidarın ordunun içinde bulunduğu sorunlara ciddiyetle eğilmek yerine, onu yalnızca generallerden ibaret bir kütle olarak görüp hiziplere dayalı tercihlerle ilişkileri yürütme isteği, ordu üst yönetiminin muhafazakarlığı ile birleşmiş; sonuçta daha 1950’li yılların ilk yarısından itibaren hayal kırıklığına düşen genç subaylar arasında mudahale amaçlı faaliyetler yoğunlaşmasına sebep olmuştur.

        (3)İkinci Bölüm: Hiyerarşi Dışı Bir Müdahale olarak 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ve Ordu:
            Ordu, 27 Mayıs 1960’da Demokrat Parti’yi iktidardan uzaklaştırarak ülke yönetimine doğrudan el koydu. İncelenen konu açısından bu müdahalenin temel özelliği, hem örgütlenme hem de müdahale sürecinin ordunun hiyerarşik yapısının dışında gerçekleşmesidir.
            27 Mayıs, hiyerarşi dışı müdahale şeklinin Cumhuriyet dönemindeki başarılmış ilk ve son örneğini oluşturur. Bundan sonra ordu hiyerarşisinin dışında gelişen ve ona ters olan müdahale girişimleri, Ordu Yüksek Komuta kademelerinin ve siyasilerin, 27 Mayıs tecrübesiyle ittifak içine girerek aldıkları tedbirler sayesinde önlenmiştir.
            27 Mayıs 1960 müdahale öncesinin son üç ayında yükselen iktidar (Demokrat Parti) ve muhalefet partisi olan (CHP)’nin  tansiyonu önemlidir. Bu nedenlerin ve müdahaleye giden yolun en azından 1950-1960 yılları arasındaki süreci Demokrat Parti ile ilgilidir. On yıllık Demokrat Parti iktidarının ordu açısından endişe yaratan ilk özelliği, 1954’ten itibaren muhalefet ile gittikçe artan kutuplaşmadır. İktidarın “iktidar”, muhalefetin “muhalefet” anlayışı, genç subayların çoğunda “zaten çok kötü gelenekler üzerine kurulmuş” olduğuna inanılan çok partili yaşama ilişkin büyük bir inanç erozyonuna sebep olmuştur. İktidarın gittikçe siyasal gücünü artırmasına karşın, anti-demokratik yönetimi, Atatürk devrimlerinden uzaklaşması, özellikle laiklik ilkesine karşı tavrı ve enflasyonist ekonomik politikası 1960’a gelindiğinde genel olarak aydınlarda olduğu gibi subaylar arasında da hoşnutsuzluk kaynağı olmuştur.
            Demokrat Parti iktidarının ana muhalefete karşı en büyük darbesi, 1960 yılında “Tahkikat Encümeni”nin kurulması olmuştur. “CHP’nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetleri”ni araştırmakla yükümlü on beş Demokrat Parti’li üyenin oluşturacağı komisyonun amacı CHP’yi siyasal yaşamdan tasfiye etmekti.
            16 Haziran 1950’de ezanın Arapça okunmasının kabul edilmesini, 5 Temmuz 1950’de radyo programlarındaki dini yayın yasağının kaldırılması takip edilmiştir. Ekim 1950’de de seçmeli olan din dersleri fiilen zorunlu duruma getirilmiştir. Bu ve benzeri uygulamalar “İslamcı” çevrelerde yeterli görülmemekle birlikte “militan laiklik” anlayışının kırılması yolunda atılan önemli adımlar olarak algılanırken, “devrimci” çevrelerde Kemalist devrimden uzaklaşmanın adımları olarak görülmüştür.
            Kısaca Demokrat Parti döneminde demokrasinin  daha doğrusu, intibak çabasının doğal bir sonucu olarak din liberalizasyonunun (serbestliğinin), laikliğin sağlam bir zemine oturtulmamış olmasından ötürü sistem için emin bir yere götürülemeyeceği endişesi, kendisini geleneksel olarak devlet ve sistem ile özdeş gören subay heyetinde bariz bir tepki yaratmış, 27 Mayıs Müdahalesi’nin önemli bir nedenini oluşturmuştur. Nedenlerinden birisi de Demokrat Parti iktidarının izlediği ekonomik ve sosyal politikaların memleket gerçeklerine uymadığı düşüncesidir.
            Enflasyonist politikanın ağırlığı tüm subay kitlesini etkilemiştir. Fiyatların hızla yükselmesine karşılık maaşlardaki artış düzeyi çok düşük kalmıştır. Bunun anlamı subayın bir zamanlar üstün olduğu toplumsal yapısıda kendisini aşağıda bulmasıdır ve bu sıkıntılar onların Demokrat Parti iktidarının hızla uzaklaşmalarında önemli bir paya sahiptir.
            Ordu içinde ilk gizli örgütün kimler tarafından ve ne zaman kurulduğu hakkında kesin bilgiler yoktur. Bununla birlikte tespit edilebilen ilk girişim, Kur.Yb. Faruk Ateşdağlı’nın 1951 yılındaki girişimidir. Nitekim Ümit Özdağ 1950-1960 yılları arası Demokrat Parti iktidarı döneminde yedi ayrı gizli örgüt ve bunların aralarında oluşturdukları iki de birleşik örgütün faaliyetlerini tespit etmiştir. Örgütlenme süreci dikkate alındığında tüm bu örgütlerin ordunun hiyerarşik yapısı dışında gelişmiş olduğu görülmektedir. Ordu içinde oluşturulan gizli örgütlerin başında Tuzla Uçaksavar Okulu Gizli Örgütü gelmektedir. Harp Akademisi Örgütü, orduda reform amacıyla kurulmuştur. Üyeler muhtemel bir müdahaleye karşı hazırlıklı olmanın gerektiğine inanıyordu. 1956 yılında yapılan bir toplantıda örgüte “Atatürkçüler Cemiyeti” adı verilmiştir. 1956 yılında sözünü ettiğimiz gizli örgütler arasında çeşitli sızma ve birleşmeler gerçekleşmiştir. Bu sızma faaliyetleri sırasında her grup kendisi dışındaki diğer örgütlerden de haberdar oluyordu.
            Talat Aydemir, 27 Mayıs öncesi örgütlenme faaliyetlerinin en aktif subaylarından birisidir. 1956 yılı Mart ayında İstanbul’da Yüksek Kumanda Akademisi’nde öğrenime başlamıştır. Şubat 1957’den itibaren çoğu binbaşı rütbesindeki subaylarla toplantılara başlayan Aydemir, kendi hücresini kurmuştur. Örgüte albay rütbesinden yüksek rütbeye sahip hiç kimse alınmayacaktır. Örgüt ayrıca ordu içindeki kilit noktaları da ele geçirmeye çalışacaktır. Talat Aydemir 1957 Nisan ayı başında Yüksek Kumanda Akademisi’nde öğrenimini tamamladıktan sonra Genelkurmay Başkanlığı Lojistik Daire Plan Şubesi’ndeki görevine geri dönmüştür. Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Şubesi’ne vekalet eden Kur.Bnb. Fahrettin Ermutlu’nun odasında yapılan bir toplantıda Harp Akademisi’nde cereyan eden faaliyetleri ve alınan kararları Osman Köksal’a aktarmıştır. Bu görüşmede Köksal, albay rütbesinden kıdemlilerin, yani generallerin örgüte alınmama kararına itiraz etmiştir.
            Aydemir, Ermutlu aracılığıyla tanıştığı Kurmay Stajyeri Top.Plt. Nemci Berk, Kur.Alb. Faruk Ateşdağlı ile yaptığı görüşmelerde bu iki subayın Harp Akademisi’ndeki çalışmalardan haberli olduklarını anlamıştır. Bu görüşmede Ateşdağlı, Aydemir’e örgütlerin birleşmesini teklif etmiştir. Teklifi Köksal ve Ermutlu ile görüşen Aydemir örgüte sızıldığını ifade ederek bu durumda önlerinde iki seçenek olduğunu söylemiştir. Buna göre örgütler ya hemen birleşmeli ya da en azından birbirlerini çalışmalarından haberdar etmeliydi ve neticede Birinci Birleşik Örgüt ortaya çıkmıştır.
            İki örgütün fiilen birleşmesi ise 1957 Nisan-Ağustos aylarında Paris’te bulunan Aydemir’in yurda dönüşünden sonra gerçekleşecektir.
            Örgüt üyelerinin hükümete karşı bir müdahale örgütlemek konusunda bir hayli yetenekli olmalarına karşın, temel amaçlar konusunda hem fikir olmadıkları anlaşılmaktadır. Aydemir gibi radikal sayılabilecek subaylar hükümetin hemen devrilmesi, iktidara el konularak köklü reformlara girişilmesini isterken daha ihtiyatlı olan grup, örgütün bir devlet yönetecek tecrübe ve hazırlığının olmadığını, ağırlığın ordunun islahına verilmesi gerektiğini savunuyordu. Ilımlara göre müdahale son çare olarak düşünülmeliydi.
            Genarallerden arzu ettikleri desteği alamayan örgüt CHP ile ilişkiye geçmiş İsmet İnönü’nün nabzını yoklamıştır. Genarallerden sonra İnönü’den de bekledikleri desteği alamayan örgüt üye arayışlarını sürdürmüştür. Bu kez başvurulan bizzat Demokrat Parti’li millet vekilleridir. Müdahaleci subaylar her ne kadar generallerin gizli örgüte kazandırma çalışmalarında mesafe almışlarsada bu yeterli olmamıştır.
            Üst komuta kademelerindeki belirsiz duruma karşın alt kademelere inildikçe örgütün büyük desteğe sahip olduğu bir gerçektir. Örgütlenme sürecinin ortaya koyduğu üzere  27 Mayıs Askeri Müdahalesi ordu hiyerarşisinin tamamen dışında alt rütbeli subayların faaliyetleri sonucu şekillenmiştir. Generaller son aşamada örgüt ile temas kurmuştur. Temas inisiyatifi genarallerde değil, genç subaylarda olmustur. Ordunun geleneksel, yerleşmiş ve hatta övünç duyulan hiyerarşik yapıısı içinde alt basamaklarda bulunan bulunan subayların iktidarı devirmek amacıyla uzunca bir süreyle gizli faaliyette bulunabilmeleri ilginç ve şaşırtıcıdır. Genarallerin gizli örgütlere girme teklifleri karşısındaki tutumları ise şaşırtıcı olan diğer bir konudur. Generaller çoğunlukla bu teklifler karşısında hukuka uygun hareket etmek yerine duruma göre hareket etmeyi seçmiştir. Dolayısıyla ordu bünyesinde olabilecek muhtemel bir müdahale başarılı olursa saf değiştirmenin mümkün olabileceği bir tavır  sergilemişlerdir.
        (4)Üçüncü Bölüm: 27 Mayıs’tan 12 Mart’ta Hiyerarşi Dışı Bir Müdahale Eğiliminin kırılması ve 12 Mart Muhtırası:
            Bu bölümde Aydemir olaylarından sonra bir süre hızını kaybeden ancak 1960’ların sonunda yeniden belirginleşmeye başlayan askeri müdahale arayışları ve sonuçta çok yönlü bir uzlaşmanın ürünü olarak ortaya çıkan 12 Mart Muhtırası ele alınacaktır. Muhtıra öncesi dikkate alındığında niteliklerden birisinin, ordu içinde yürütülen çalışmaların bu kez gizli değil açıkça yapılması ve neticede genç subaylardan önce davranan ordu komuta kademesinin hiyerarşik düzene uygun olarak müdahale etmiş olmasıdır. 12 Mart askeri müdahalesinin önem ve özelliği burada saklıdır.
            27 Mayıs Müdahalesinden sonra ordunun siyasi rejimin işleyişi üzerindeki belirleyici rolü 10 Ekim 1965’te yapılan seçimlere kadar sürmüştür. 1961 Anayasası hazırlanırken Demokrat Parti zihniyetini temsil eden grupların sürecin dışında tutulmasına rağmen 10 Ekim 1965 seçilmelerinde Demokrat Parti’nin devamı olarak ortaya çıkan Adalet Partisi oyların yaklaşık % 53’ünü alarak tek başına iktidara gelmiştir. Adalet Partisi aynı başarıyı 1969 seçimlerinde de göstermiş ve oyların % 46.5’ini alarak iktidar olmuştur. Böylece müdahaleyle yıkılan Demokrat Parti’nin mirası üzerine kurulan Adalet Partisi kısa bir süre içinde sağın en güçlü ve etkin siyasal partisi haline geliyordu. Bu nedenle 1960-70 yılları arası dönemde orduyla ilişkiler açısından siyasal partiler içinde en önemlisi Adalet Partisi’nin tutumudur.
            Adalet Partisi iktidarının orduya karşı izlediği “tarafsızlaştırarak yakınlaşma” politikasının  uygulamalardan birisi de Sunay’ın Cumhurbaşkanı seçilmesine verdiği destektir. Gürsel’in hastalanması üzerine Sunay Genelkurmay Başkanlığından emekli edilmiş, önce kontenjan senatörü olarak senatoya atanmış sonra da 27 Mart 1966’da Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Sunay’a verilen desteğin altında radikallere sürekli karşı çıkarak SKB’yi tepeden kontrolü altına alması ve Aydemir Olayları sırasında sivil siyasetin üstünlüğünün korunmasında oynadığı rol etkili olmuştur. Adalet Partisi’nin orduyla yakınlaşma çabası bağlamında başvurduğu bir diğer uygulama da ordunun görev, yetki ve özlük işlerinin düzenleniş biçiminde ortaya çıkar. Bu aşamada belirtilmesi gereken, her iki konuda yürütülen çabaların da 1971’e gelindiğinde Adalet Partisi’ne beklenilen faydayı sağlamadığı gibi tam tersi sonuçlara yol açarak hayal kırıklığına neden olmasıdır. Demirel çizgisindeki Adalet Partisi iktidarınca 1971 Muhtırası’na kadar olan dönemde ilk etapta milli iradenin ve parlementonun üstünlüğünün yeniden inşası amacıyla geliştirilen ordu politikaları sonuçta siyasal yaşam üzerinde ordu faktörünün rol ve önemini azaltmak bir yana, ordunun daha da siyasallaşmasıyla, bölünmesiyle ve darbeci eğilimleri bünyesinde barındırmaya devam etmesiyle sonuçlanmıştır.
            1961 Anayasası’yla başlayan dönemin en önemli özelliğinin parlementoya farklı dünya görüşünü temsil eden partilerin girebilmesidir. Bunda anayasanın getirmiş olduğu özgürlükler sisteminin yanı sıra toplumunun ekonomik ve sosyal bünyesindeki değişmenin siyasal hayattaki çoğulculuğu beslemesi de etkili olmuştur. Bu dönemde işçi kesiminin kurduğu Türkiye İşçi Partisi’nin de önemli bir işlevi olmuştur.
            1961 Anayasası’nın getirdiği göreceli özgürlük ortamında örgütlenme imkânı bularak kendi bağımsız siyasal hareketini oluşturmaya yönelen diğer bir güç de “İslâmcılar”dır. Cumhuriyet’in başından itibaren sistemin dışında tutulan ancak çok partili siyasi hayatın başlaması ile birlikte yeniden açığa çıkmaya başlayan İslâmcı güç, 1950’lerden itibaren giderek politik bir kimliğe bürünmüştür.
            Ordunun laik rejim konusundaki duyarlılığı ve liberal/kapitalist sistemi tehdit eden her türlü akıma karşı sistemi koruma rolü İslamcı çevreleri orduyla ilgili yeni stratejiler geliştirmeye itmiştir. Demokrat Parti’nin islamcı çevrelerle kurduğu yakın ilişkilerin genç subaylar tarafından Atatürk devrimlerinden uzaklaşma olarak algılanması 27 Mayıs Müdahalesi’nin nedenlerinden  birisini oluşturmaktadır. Çünkü Atatürk devrimleri ve laiklik ekseninde liberal/kapitalist sistemin savunulması konusunda ordu bir taraftır ve buna aykırı herhangi bir görüşle uzlaşma niyetinde değildir.
            Türkiye’yi 12 Mart 1971  Muhtırası’nın eşiğine getiren olaylarda 1961 Anayasası döneminde ortaya çıkan iki dinamik güç belirleyici olmuştur. Eylemleri ve direnişleriyle ülkenin siyasi istikrarını sarsan ve kamu düzenini tehdit eden bu güçlerden birisi gençlik, diğeri işçiler idi.
            1970’lerin başında sol eğilimli ve anti-Amerikan öğrenci hareketinin ideolojik önderliği düzen değişikliği için şehir veya kır gerillacılığı ile aktif silahlı mücadeleyi tek devrimci seçenek olarak sunan Marksist-leninist ve Maocu grupların denetimine girmişti. 1970’lere gelindiğinde ülkede siyasal gerilim ve şiddet tırmanmaktaydı. Banka soygunları adam kaçırmalar vb. eylemler gündemi kaplar hale gelmişti.
            Genel olarak değerlendirildiğinde 12 Mart Muhtırası’nın verilmesinde şu üç unsurun  bir araya geldiği görülüyor. Birincisi üst düzey komutanların Demirel’in iktidarını yitirdiğine ve hükümetin kamu düzenindeki bozulmanın ve siyasi şiddetteki artışın üstesinden gelemeyeceğine ve hükümetin kamu düzenindeki bozulmanın ve siyasi şiddetteki artışın  üstesinden gelemeyeceğine inanmasıdır. Bu nedenledir ki kanun ve düzenin sağlanması muhtıranın en önde gelen nedeni olarak belirtilmiştir. İkincisi birçok subayın hükümetin kabahati olarak gördüğü uygulamaların sorumluluğunu üstlenmeye isteksiz olmasıdır. Özellikle radikal fikirli subaylar arasında bu isteksizlik yayılmış, toplumsal huzursuzluğun ve  artan devrimci Marksist sol hareketlerin salt zorla halledilemeyeceği inancına ulaşan subayların sayısı artmıştı. Üçüncü olarak ise, Ordu içinde parlamenter demokratik sistemle kalkınma ve ilerlemenin gerçekleştirilemeyeceğine inanan bazı radikal grupların varlığıdır. 1960’lı yılların ilk yarısında  görülen radikaller gibi bunlarda Türkiye’yi daha eşitlikçi, daha bağımsız ve daha modern yapacağına inandıkları otoriter bir rejim kurulmasını savunuyorlardı.
            12 Mart’tan hemen önceki günlerde ortaya çıkan gelişmeler komutanların aralarındaki görüş ayrılıklarına son verip 12 Mart Muhtırasını imzalamaya itecektir. Bunlardan birisi artan şiddet ve ülkenin güvenlik ve kamu düzenindeki kötüleşme, diğeri ise Ordunun bünyesindeki daha çok radikal ve kapsamlı askeri darbe planlarının yapılmasıydı. Özellikle ikincisi muhtıranın zamanı konusunda komutanları harekete geçiren etmen olmuştur.
        (5)Dördüncü Bölüm: 27 Mayıs ve 12 Mart Askeri Müdahalelerinin Ordu Üzerindeki Etkileri:
            27 Mayıs ve 12 Mart askeri müdahalelerin yalnızca siyasal yaşam üzerinde değil, ordu üzerinde de önemli etkileri olmuştur. Hiyerarşi ve disiplin sistemi, bu etkinin tespit edilebileceği en bariz alanlardır.
            Hukuksal olarak etkileri değerlendirilecek olursa, 1963’lerde başlayan ve bir yanıyla hiyerarşinin sağlanması anlamına gelen ordunun tavanı ile tabanı arasındaki bu birliktelik, 1960’ların sonuna doğru tekrar bozulmuştur. 1960-1970 yılları arasında hiyerarşi ve disiplini yeniden sağlamaya yönelik hukuksal düzenlemeler önemlidir. Birincisi, Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsünde yapılan değişiklikler ve Milli Güvenlik Kurulu’nun kurulması ile ordunun bir yandan sistem içinde özerk bir yapıya kavuşması, diğer yandan da OYAK vasıtasıyla sistemle politik ve sosyo-ekonomik bağlamda eklemleşmesidir. İkincisi, ordunun elde ettiği bu özerkliğe paralel olarak giderek sivil alandan soyutlanarak kendi içinde disiplin ve hiyerarşik yapıyı güçlendirme çabası içine girmesidir. İkinci gelişmenin, orduyu profesyonellik sınırlarına çekeceği varsayılarak sivil siyasetçilerin ve özellikle iktidarların büyük oranda desteği ile sağlandığı bir gerçektir.
            27 Mayıs Müdahalesin’den sonra başlayan süreçte Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı’nın statülerinde anayasal ve yasal düzeyde çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler sonucu Genelkurmay Başkanlığı’nın, savunma politikasının belirlenmesi, askeri bütçe, istihbarat toplama, iç güvenlik ve terfilerde belirgin bir özerklik kazandığı görülmektedir. Bu özerkliğin en açık sonucu,ordunun devlet yapısı içindeki ağırlığını artırması, bir anlamda 27 Mayıs öncesi dönemde kaybettiği iktidar ortaklığı ve etkinliğini yeniden ele geçirmesidir.
            Orduyla doğrudan ilgili olup 12 Mart Muhtırasın’dan sonra teşkilat yapısı ve görevlerinde değişiklik yapılan organlardan birisi de ordunun üst düzey terfi ve atamalarının kararlaştırıldığı Askeri Şura’dır. 26 Temmuz 1972 tarihinde yürürlükteki 636 Sayılı  “Şurayı Askerinin Teşkilatı ve Vezaifi Hakkındaki Kanun” kaldırılmış ve yerine 1612 Sayılı “Yüksek Askeri Şura’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun” kabul edilmiştir.
            1612 Sayılı Kanun ile Yüksek Askeri Şura’nın başkanı, başbakan olarak tespit edilmiş, ancak onun bulunmadığı zamanlarda Genelkurmay Başkanı’nın başkanlık edeceği kararlaştırılmıştır. 636 Sayılı Kanun’da orduda bulunan bütün orgeneral ve oramirallerin Şura üyeliği söz konusu edilmemişken, 1612 Sayılı Kanun’la Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı, Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Donanma Komutanı’nın yanı sıra silahlı kuvvetler kadrolarında bulunan bütün orgeneral ve oramiraller Şura üyesi sayılmıştır.
            Ordunun bozulan disiplin ve hiyerarşik sisteminin yeniden sağlanması yolunda gerçekleştirilen bir diğer destekleyici hukuksal düzenleme de, disiplin mahkemelerinin kurulmasıdır. Bu mahkemeler disiplini doğrudan doğruya ilgilendiren suçların yargılanması amacıyla kurulmuştur.
            12 Mart Muhtırası’ndan sonra ordu disiplininin sağlanması amacıyla alınan hukuksal önlemlerden belki de en önemlisi, asker kişilerin idari eylem ve işlemlerden dolayı Danıştay’da dava açmaları yolunun kapatılarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) kurulması olmuştur.
            Askeri müdahalelerinin ordu üzerinde doğrudan gözlenebilecek en somut etkisi, ordu bünyesinde yapılan tasfiye hareketleridir. Değişik zamanlarda yapılan bu tasfiyelerin gerekçeleri ve biçimleri arasında önemli farklar vardır. 27 Mayıs ve yoğun darbe girişimlerinin görüldüğü 1970’ler öncesinde yapılan tasfiyelerde temel düşünce, ordunun yapısal sorunları ve sisteminin işleyişinde ortaya çıkan aksaklıkların giderilmesi olmuştur.
            27 Mayıs’tan sonra ordunun bozulan hiyerarşik sistemini yeniden oluşturmaya yönelik hukusal ve sosyo-ekonomik/politik tedbirlerin yanında 1970’lere gelindiğinde ideolojik bir desteğe de ihtiyaç duyulmuştur. 27 Mayıs öncesi ile sonrasının hiyerarşi dışı subay örgütlenmelerinin farkı, ikincisinde ideolojik amaçlarla bir araya gelinmesidir. Atatürkçülük işte bu ideolojik temeldeki örgütlenmenin hem genişliğini sağlamada, hem de dışarıya yansıtılma aşamasında meşruiyet kazandırıcı bir unsur olmuştur.
      
        (6)Sonuç:
            Türkiye’de demokrasi, çok partili siyasi hayatın başından 1980’e kadar beş kez askeri müdahale ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinde ordu meclisi kapatıp sivil hükümeti devirerek iktidarı doğrudan ele almışken, 12 Mart 1971’de yalnızca mevcut iktidarın bir muhtırayla işbaşından uzaklaştırılması yoluna gidilmiştir. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri ise ordu üst yönetiminin sivil iktidar ile işbirliği sayesinde önlenmiştir. Ordu-siyaset/politika ilişkileri bağlamında ele alınan bu araştırmalarda daha çok askeri müdahalelerin siyaset üzerindeki etkileri üzerinde durulmuş, denklemin müdaheleci tarafı, yani ordu üzerindeki etkilerine pek yer verilmemiştir. Oysa başarılmış ya da girişim düzeyinde kalmış her askeri müdahale, siyasi alanı olduğu kadar ordunun kendi iç yapı ve sistemini de etkilemiştir.
            Askeri müdahalelerin ordu üzerinde genel anlamda iki yönlü etkisi olduğu söylenebilir. Birincisi ordu sisteminde özellikle disiplin ve hiyerarşik düzende görülen bozulma, ikincisi ise bozulan hiyerarşi ve disiplin sisteminin yeniden inşası için yapılanların ordunun kurumsal özerkliğini, kurumsal özerkliğin de giderek siyasi özerkliği artırmasıdır. İlk kez 27 Mayıs ile ortaya çıkan bozulma başta hukuksal düzenlemeler ve bunu destekleyen sosyo-ekonomik ve ideolojik araçlarla yeniden tesis edilmiş ve böylece radikal genç subaylar 1970’ler boyunca ordu üst yönetimi için ciddi bir tehdit olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle 12 Mart’ın müdahaleler içinde bir geçiş nitelik taşıdığı söylenebilir. 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e müdahalelerin hiyerarşi dışılıktan emir komuta zinciri içine giriş sürecinde 12 Mart Muhtırası, kırılmanın yaşandığı dönemeçtir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder