Biz Kimiz?, Samuel Huntington, Global Yayın Ajansı, İstanbul 2004
Amerikan ulusal kimliğine yönelik çeşitli toplumsal ve kültürel tehditlerin değerlendirilmesi.
(1) Giriş
Yazar Samuel Huntington’ın, çocuklarının
ve karısının “Amerikalı Geleceklerine” ithaf ettiği kitap, “Amerika’nın Ulusal
Kimlik Arayışı” alt başlığını taşıyor. Kimlik Sorunları, Amerikan Kimliği, Amerikan
Kimliğinin Karşı Karşıya Kaldığı Meydan Okumalar, Amerikan Kimliğini
Canlandırmak adlı dört ana bölümden oluşan kitapta, Amerikan kimliğinin
bileşenleri sorgulanıyor. Kitap, her ana bölüm altında, ulusal kimlik krizinden
Amerikan kimliğinin bileşenlerine, din ve Hıristiyanlıktan alt kimliklerin
yükselişine, asimilasyon ve yurttaşlık erozyonundan Meksikalı göçüne,
'Amerika'yı dünyayla kaynaştırmak' meselesinden (buna, Amerikan yurttaşlığının,
toplumla bütünleşilmesini, tüm kimliklerin tek bir yurttaşlık bilinci lehine
bir kapta birleştirilmesini ifade eden 'bir potada eritme' ilkesinin
uluslararası versiyonu da denilebilir) Amerikan kimliğinin oluşum sürecindeki
eski ve yeni hatlarına pek çok alt bölümden oluşuyor.
Kitapta esas olarak
Amerikan ulusal kimliğinin önem ve içeriğinde ortaya çıkan değişimler ele
alınıyor. Huntington, “önem” sözcüğünü, Amerikalıların ulusal kimliklerini,
taşıdıkları diğer başka kimliklere göre ne kadar önemsediklerini ifade etmek,
“içerik” sözcüğünü ise kendilerini diğer halklardan ayıran ortak değerler
olarak benimsedikleri öğelere işaret etmek anlamında kullanıyor.
(2) Anglo-Protestan Kültürü ve Amerika
Kitabın en önemli savlarından
biri, Anglo-Protestan kültürün
yaklaşık 300 yıldır Amerikan kimliğinin
merkezinde yer almış olması ve bu kültürün, çıkış kaynağı olan İngiltere’den de
daha ileri derecede olmak üzere, Amerikalıların ortak varlığı haline geldiği
iddiasıdır. ABD'yi Anglo-Protestan kültür ve inancının bir parçası olarak
tanımlayan Huntington, Amerikalıların yeniden bu değerlere sahip çıkması
gerektiğini ve Amerika'nın başarısı için eski tarz asimilasyon politikalarının
uygulanmasını savunuyor.
Amerika’ya 17. ve
18. yüzyılda İngiliz Protestanlar yerine Fransız, İspanyol ya da Portekiz
Katolikleri yerleşmiş olsaydı, Amerika’nın bugünkü Amerika olmayacağını,
Meksika ya da Brezilya olacağını öne süren yazar, Anglo-Protestan halkın değil,
Anglo-Protestan kültürün önemine dikkat çektiğini vurguluyor. Bu kültürün
Amerika’nın mayası olduğunu, ülkenin ilk göçmenlerce bu ruhla kurulduğunu, bu mayaya bağlılık sürerse yıllar sonra,
ABD’nin Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan (WASP) kurucularının torunlarının, küçük
ve etkisiz bir azınlık durumuna düşmekten kurtulacaklarını; düşseler bile,
Amerika’nın hala Amerika olmayı sürdüreceğini öne sürüyor.
Yazara göre, “Amerikan
Ruhu” denilen şey, Protestanlığın tanrısız biçimidir, kilise ruhuna sahip bir
ulusun laik doktrinidir ve iki temel anlayışı esas alır: Bunlar, bireycilik ve
iş ahlakı ile moralizm ve reform ahlakıdır. “Amerikan Ruhu” belli bir Anglo-Protestan
kültüre sahip bir halkın ürünüdür. Diğer halklar bu ruhun öğelerini kucaklamış
olsalar da, yazara göre “Amerikan Ruhu” öz olarak İngiliz geleneklerinin,
muhalif Protestanlığın ve 18’inci yüzyıl yerleşimcilerine özgü Aydınlanmacı
görüşlerin sonucudur. Kitapta, bahsi geçen Protestan değerler, "insanların
yeryüzünde bir cennet yaratacak yetenek ve haklara sahip oldukları inancını
içermeleri" anlamında öne çıkarılmaktadır.
ABD halkının
dindarlığına dikkat çeken yazar, Amerika’nın gelişmiş Batı toplumları içinde en
dindar ülke olduğunu belirterek, dünya genelinde dindarlık anketi olarak ortaya
konulan bir istatistiki veriye yer vermektedir: Buna göre, en dindar ülke
sıralamasında ilk dört sırada yer alan Nijerya, Polonya, Hindistan ve
Türkiye’den sonra, ABD beşinci sırada yer bulmaktadır.
Öte yandan, bahse konu kültürün 20. yüzyılın
sonlarından itibaren çeşitli meydan okumalarla karşı karşıya geldiğini belirten
Huntington, bu meydan okumaları Latin Amerika ve Asya’dan gelen göç dalgaları,
çokkültürlülük ve çeşitlilik doktrinleriyle ilintili politik ve entelektüel
çevrelerin popülerlik kazanması, İspanyolcanın Amerika’nın ikinci dili olarak
yaygınlaşması ve Hispanik eğilimlerin artması, ırk, etnik, köken ve cinsiyete
dayalı grup kimliklerinin öne çıkması, elit çevrelerin ve aydınların kozmopolit
ve uluslararası kimliklere giderek daha fazla bağımlılık göstermesi olarak
sıralıyor.
Kitabın, kendisinin
vatansever ve akademik kimliklerinin ortak bir ürünü olduğunu belirten yazar,
bir yurtsever olarak baktığında, özgürlük, eşitlik, hukuk ve bireysel haklara
dayalı bir toplum olan ülkesinin bu özelliklerinin yanı sıra, devletinin
bütünlüğü ve gücünün kendisini çok ilgilendirdiğini belirtiyor.
Kitabın “ulusal
kimlik krizi” başlıklı birinci bölümünde yazar, bir bakıma bir milat olarak gördüğü 11 Eylül 2001
tarihindeki terorist eylemden sonra ABD’deki bayrak satışları artışına duyduğu
memnuniyeti ifade ettikten sonra, vak’anın üzerinden birkaç ay geçmeden bu
ulusal heyecanın gerilemesinden, sokaklara asılan bayrak sayısının tekrar
azalmasından duyduğu hayal kırıklığını ifade ediyor.
(3) Elitler ve Küreselcilik
Huntington, 90’lı
yıllarda, iş dünyasında, finans sektöründe, entelektüeller ve akademisyenler
arasında ve hatta hükümet düzeyinde kimi insanların, “Nerelisiniz?” sorusuna
“”Amerikalıyım” cevabı vermekten çekindiklerini ve bunun yerine, alt milliyet,
ırk, etnik köken ya da cinsiyet gibi özelliklerle ilintili diğer kimliklerini öne
çıkardıklarını, böylece milliyetçilikten uzaklaşmak ve çokuluslu/kozmopolit
kimlikleri kendi ulusal kimliklerinin üzerine çıkarmak konusunda ne denli ileri
gittiklerini de ortaya koymuş olduklarını belirtiyor.
Oysa yazara göre bu
tavır halk düzeyinde geçerli değildir ve neticede, Amerika’nın sıradan halkının
üstün tuttuğu milli kimlik ile Amerikan toplumunda para, güç ve bilgiyi elinde
tutan üst sınıfların öne çıkardığı kozmopolit/küreselci kimlikler arasında bir
uçurum oluşmuştur. İşte bu noktada 11 Eylül’ü neredeyse “imdada yetişen bir
yardım” olarak gören yazar, bu tarihin, diğer kimliklere verilen önemi bastırmış
olduğunu ve unutulmuş onuru yeniden ulusal bayrak direğinin doruğuna
yükselttiğini belirttikten sonra şu soruyu soruyor: “Orada kalır mı dersiniz?”
Birinci bölümde
yazar ayrıca, Amerika’nın “köksüzlük ve
bir belli tarihten yoksun olmak”la suçlanmasına yol açabilecek olan, ABD’nin “göçmenlerden
kurulmuş bir ülke olduğu, dolayısıyla bir ulusallıktan söz edilemeyeceği”
iddiasına bir ön almak için olsa gerek, ABD’yi kuranların “göçmenler” değil, “ilk
yerleşimciler” olduğu gibi bir söz oyununa başvuruyor ve devam ediyor: “Bir
Anglo-Sakson yerleşimci toplumu olan ataları, Amerika’nın kültürünü,
kurumlarını, tarihini ve kimliğini, her şeyden daha etkili biçimde, derinden ve
sürekli olarak biçimlendirmişti.”
(4) Kızılderililer, Siyahlar ve Amerikalılar
Kitabın “Amerikan
Kimliği” adını taşıyan bölümde yazar, ABD’deki siyahlardan söz ederken, bu
insanlara tanınan eşit hakların ve verilen insani değerin lüzumundan fazla
abartıldığını ve artık neredeyse sırf “siyahlara eşit davranıyoruz” görüntüsü
verilmek için beyazlara yönelik negatif ayrımcılık yapılır hale geldiğini öne
sürüyor. Yazar, Kızılderililer yok edilirken Afrikalı siyahilerin ülkeye köle
olarak getirilmesi konusunda, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın şu ilginç
açıklamasına yer veriyor: “Kızılderili bireyler kabilelerine bağlıdırlar, bu
nedenle de bu kabilelerinden kesin olarak ayrılıp Amerikan toplumuna uyum
sağlamadıkça Amerikan yurttaşı sayılamazlar.”
(5) Göç Sorunu
Huntington, artan
Meksikalı ve Hispanik göçü ve Amerikan toplumu içinde bunların asimilasyonunun
her geçen gün azalmasının Amerikan toplumunu ve kültürünü değiştirerek, ABD'yi
iki dilli, iki kültürlü ve iki halklı bir toplum haline getireceğini ileri
sürüyor.
Yazar, başta
Meksika olmak üzere Latin Amerika'dan gelen göç dalgalarını kaygı verici olarak
değerlendirmekte, ABD'nin gerçek milli kimliği olarak kabul ettiği, Avrupalı
ilk göçmenlerin Anglo-Sakson-Protestan değerlerine dönüşü önermektedir. Yazara
göre Amerika için sorun olan göç değil, göçe asimilasyonun eşlik edip
etmediğidir. Bütün bu göçmenler, onların ardından gelenler ve daha sonraki
kuşaklar, eski göçmenler gibi Amerikan toplumu ve kültürüyle başarıyla
kaynaşabilecekler mi, diğer ulusal kimlikleri reddedip ülkesine bağlı
Amerikalılar olabilecekler mi, inançları ve eylemleriyle Amerikan Ruhu
ilkelerine bağlanabilecekler mi? Sorun bunlardır. Huntington, yasadışı göç
hareketlerinin Amerika'nın sosyal güvenliğini tehdit ettiğini savunarak,
''Meksikalı Amerikalılar Amerikan Rüyası'nı, ancak rüyalarını İngilizce
görürlerse paylaşabilirler'' demektedir. Göçmenlerin bugün Amerikan kültürünü,
değerlerini cazip buldukları için değil, uygulanan sosyal güvenlik
programlarından dolayı ABD vatandaşı oldukları görüşünü dile getiren yazar, bu
göçmenlerin geçmişteki göçmenlerin yaşadıkları sıkıntıları yaşamadıklarını,
dolayısıyla onların sahip olmaya ihtiyaç duydukları değerlere sahip olmadan
ülkenin imkanlarından faydalandıklarını ileri sürmektedir.
Göçe çözüm olarak,
kabul edilecek sayıyı sınırlı tutarak göçün kısıtlanmasını, bunun için
vasıflar, eğitim ya da, ABD’nin 1924 yılında uyguladığı gibi, giriş iznine
yönelik ölçütlerin belirlenmesini öneren Huntington, göçmenlerin ulusal
güvenliğe yönelik en büyük tehdidi oluşturduğunu belirtiyor. Göçün ilk
yıllarındaki başarısının arkasında göçmenlerle Amerikalılar arasında yapılan “gizli”
bir anlaşma olduğunu ifade eden yazar, bu anlaşma çerçevesinde göçmenlerin İngilizce’yi ulusal dil olarak
kucakladıkları, Amerikan kimliklerinden gurur duydukları, Amerikan Ruhu’nun
ilkelerine uydukları ve Protestan etikle yaşadıkları sürece Amerikan toplumuna
kabul edildiklerini belirtiyor. Yazara göre bu gizli anlaşma, 1960’lı yıllarda
milyonlarca göçmeni Amerikalılaştıran özü yaratmıştı.
Kitapta, eğitim
profilleri Amerikalılara daha yakın olan Hintli, Koreli, Japon ve Filipinli
göçmenlerin toplumda kültür, yapısal bütünleşme ve gruplar arası evlilik açısından genellikle
hızlı bir aşama yaşadıkları belirtiliyor. Hintli ve Filipinliler İngilizce
bilmenin yararını gördüler. Latin Amerikalı göçmenler, özelikle Meksikalılar ve
onların soyundan gelenlerse, Amerikan normlarını yakalamakta daha yavaştı.
Meksikalı göçmenler ve sonraki kuşakları, eğitim düzeyi açısından sadece
Hispanik kökenli olmayan Amerikalılardan değil, neredeyse tüm diğer göçmen
gruplarından daha geriydi. Müslümanlarsa, özellikle Arap olanlar, asimilasyonda
daha yavaş görünüyor. Yazara göre bunun bir nedeni, Hristiyanlarla Musevilerin
Müslümanlar hakkındaki önyargısı olabilir. Müslümanlarca gerçekleştirilen ya da
gerçekleştirildiğine inanılan terorist eylemler bu önyargıyı pekiştirmiş
durumdadır. Bir diğer nedeninse Müslüman kültüründen ve bu kültürle Amerikan
kültürü arasındaki farktan kaynaklanıyor olabileceğini düşünen yazar, dünyanın
diğer yerlerinde de Müslüman azınlıkların Müslüman olmayan toplumlar için,
“özümsenmesi güç” olduğunun kanıtlandığını belirterek bu kanıtla ilgili olarak,
kendisinin Medeniyetler Çatışması adlı kitabını kaynak gösteriyor.
Müslümanların bu
konumuna rağmen yazarı en çok endişelendiren göçmen kitlesi yine de Müslümanlar
değil, Hispanikler. Çünkü 1970-2000 yılları arasında, göçmenlerin yaklaşık
yarısını bunlar oluşturmaktadır. Hispanikler 2000 yılında ABD nüfusunun
%12’sini oluşturmaktayken, 2040 yılında bu oranın %25’e ulaşacağı öngörüsünde
bulunan yazar, yasadışı göçmenlerin %70’inin de Hispanikler olduğunu
belirtiyor. (Sayıca fazla olmaları durumunda Müslüman göçmenlerin nasıl bir
değerlendirmeye tabi tutulacaklarını tahmin etmekse zor değil.)
(6) ABD ve “Öteki”
Yazar “ABD’nin
Karşı Karşıya Kaldığı Meydan Okumalar” başlıklı üçüncü bölümde, ABD’nin düşman
arayışından söz ederek, Gorbaçov’un danışmanlarından Arbatov’un Amerikalılara
yönelik olarak 1987’de yaptığı “Sizin için gerçekten korkunç bir şey yapıyoruz;
sizi bir düşmandan yoksun bırakıyoruz.” uyarısına yer vererek, “ve gerçekten
yaptılar” demektedir.
Huntington bu meyanda,
ABD’nin terörizmi destekleyenler listesindeki yedi ülkeden beşinin Müslüman
olduğuna dikkat çekiyor. Müslüman devlet ve örgütler ABD’yi ve yakın dostu
İsrail’i tehdit etmektedir. Yazara göre İran ve -2003’e kadar- Irak, Amerika’ya
ve dünyadaki petrol kaynaklarına yönelik potansiyel tehlikelerdir. İslam’la Anglo-Protestanlık
arasındaki uçurumun, İslam’ın düşman olarak konumlandırılabileceği nitelikleri
öne çıkardığını iddia eden yazar, 2001’deki eylemin Amerikan’ın düşman
arayışına son vermiş olduğunu belirtiyor.
(7) Küresel Sermaye
Yine üçüncü bölümde
Huntington, Ulusların Zenginliği yazarı Adam Smith’in “Bir toprak parçasının
sahibi, mülkünün bulunduğu ülkenin yurttaşı olmak durumundayken, sermaye sahibi,
dünya vatandaşıdır ve belli bir ülkeye bağlı olmak zorunda değildir” gözlemine
ve General Motors’un başkanının “General Motors için iyi olan Amerika için de
iyidir” sözüne yer vererek, nüfusun %4’ünü bile oluşturmayan çokuluslu şirket
sahip ve üst düzey yöneticilerinin, ulusal sınırları bir engel olarak gördüğünü
ve onlara göre artık ulus-devleti önemseyecek tek grubun politikacılar
olduğunu, bunların ulusal bağımlılığa çok az gereksiniminin olduğunu ve bunun
yerine küresel yatırım ve finans ağlarıyla ilişki içinde olduklarını belirtiyor.
“Amerikan Kimliğini
Canlandırmak” başlığını taşıyan dördüncü bölümde, Amerika’nın mevcut ve
gelecekte karşı karşıya olduğu dört temel tehdit alanı olarak şunlar sayılıyor:
Etnik kökenin beyaz Amerikalılar için kimliği belirleyen kaynaklardan biri
olmaktan çıkmaya başlaması, ırksal ayrılıkların yavaş yavaş bulanıklaşması ve
ırksal kimliklerin önemini yitirmesi,
Hispanik topluluğun sayıca ve etki açısından güçlenmesi ve iki dilli, iki
kültürlü bir Amerika eğilimi ve son olarak da ulusal kimliğin önemi konusunda
elitlerle halk arasında oluşan boşluk.
Yazara göre,
Hispanik göçü savunan bu kozmopolitlerin bir hedefi, Amerika’yı bütün olarak iki dilli,
iki kültürlü bir topluma dönüştürmek. Bu hedefe göre, Amerika’nın 300 yıldır
öz-kültür olarak sahiplendiği Anglo-Protestan kültüründen ve bu kültüre ek
olarak kucakladığı etnik alt kimliklerden vazgeçmesi gerekiyor. Hispanik ve
Anglo olmak üzere iki kültürü en açık biçimde dile getirmek gerekirse, iki
dili, İspanyolca ve İngilizce’yi sahiplenmesi gerekiyor.
Yazar kitabını şu
cümlelerle bitiriyor: “Amerika dünyaya dönüşüyor. Dünya Amerika’ya dönüşüyor.
Ve Amerika, Amerika olarak kalıyor. Kozmopolit mi? Emperyalist mi? Ulusal mı?
Amerikalıların tercihleri, bir ulus olarak onların geleceğini biçimlendirecek
ve bir de dünyanın geleceğini…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder