Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Ziya Osman Saba

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Ziya Osman Saba, Varlık Yayınevi, 1962, İstanbul
Yazar kitabını;  çocukluğu,   gençliği   ve  yaşadığı  mahalle ile  çok sevdiği    İstanbul   ili   hakkında     yazmış   olduğu    hikayelerden  oluşturmuştur.
                O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu'na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim.

            Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköye kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan zaman şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksek kaldırım'dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray'a, Taksim'e kadar yürüyebilirim.

             Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz, bana ;sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı'nın, bir şiirinde "gün hazinesi" dediği bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar.Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor.

              İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus;  dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum.  Şu oda takımı ne güzel!      İnsan yemekten sonra şu     geniş koltukta   kimbilir ne kadar rahat eder!     Şu abajur, elindeki örgüsüne     dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada satılan   radyolar için bilhassa yapılmış gibi,     tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride,   antikacıdaki biblolardan biri...    Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor.     İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi...

              Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İ

              Ya şu mağazadaki mavi kolye.   Tanıdığım kızlardan   şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak!      Fakat   o kız benim sevgilim değil ki!      dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler...

                Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum; bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin için" diyebileceğim kimsem yok.

                 Sanki bütün bu mağazalar,  şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk,     türlü türlü yemişler,   meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa'dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev'i şahsına münhasır saadet değil de nedir?

                 Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek.   Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim.

            Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım çıktı, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap çıktığı zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.

             Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalık oluşmuş.  Yaklaşıyorum,  otomobilin  içi,  camların   kenarları   bütün    çiçeklerle  süslü.  Demek  gelinle güvey    fotoğrafhanedeler.     Ben de  bu        fotoğrafhaneye    girer,    hem      fotoğrafımı çıkartmış olur,     hem de  en  mesut  zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti,    kapıdan      çıkmak üzere iken  selamlarım.

              Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte; yeni rütbesinin verdiği  gurur ve emniyetle  istikbaline   gülümseyen  genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi  imiş çesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk.     Bir fakültenin mezunlar hatırası:  Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde;   yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış,       uzun bir yolu    bitirip   bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.
Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha sonra,  yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin,demişler.

                Sonra, pürüzsüz,  uzun  bir evlilik  hayatının   en    güzel  bir   noktasında ,    birkaç    yaşına gelmiş   çocukları ortalarında    resim çektiren    eski evliler.       Kadın  biraz   şişmanlamış,      erkeğin    alnından   doğru    saçları   seyrekleşmeye   başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni   evliler   fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar.   Burada  her şey,  herkes birbirine gülümsüyor.    Hiçbir ihtiyar,   hiçbir  çirkin,    hiçbir düşünceli insan  resmi yok.     Sanki bu   fotoğrafhaneye  sevinçsiz    hiçbir insan ayak atmamış.   Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin    karşısında   candan   gülümseyemeyecek   müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.

            Ben böyle düşünürken,   birden atölyenin kapısı açıldı, gelin,   elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde,   yanında genç kocası,    bir bahar havası bırakarak,   bir bahar rüzgarı  gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile   bindiler.    Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti,  sonra geri döndü,       yarattığı eserden memnun bir sanatkar  haliyle kendi  kendine gülümseyerek,   beni görmeden  bulunduğum  tarafa birkaç  adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu.

            Fotoğrafımı çektirmek istiyorum.   Güzel olmasını arzu ettiğim bir  fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim.    Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor,  yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş  kaybediyor,adeta endişeli bir ifade alıyordu:

             Ben önde, o arkada, çiçek ve   lavanta ile karışık bütün  bir  saadet  kokusunun   dalgalandığı atölyeye girdik.    Gösterdiği sandalyeye oturdum.   Makinenin  arkasına geçti,   örtünün   altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:

         - Tabii durun!

         - Kendinizi sıkmayın!

         - Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun !

         - Güzel sevinçli şeyler düşünün!

         Bunu ihtar etmesine hacet yoktu,   ben buraya zaten sevinçli   düşüncelerle   gelmiştim.  Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak.

          Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi:
Lütfen zorla gülümsemeyin!

           Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete, bana hayran kalacak bütün o   müstakbel   nesillere   büyük bir şair gibi  biraz mağrur,   biraz yüksekten,   sadece tebessüm edebilirim.

           Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta    gülünç bir iddia mı?  Doğru!   Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!..   Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük,   daha   mütevazı bir    vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim.   Belki o zaman    bu fotoğrafımı,    bazı mecmualar,   diğer şehitlerinkilerle  beraber, basarlar.  Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın,  birkaç vefalı arkadaşın  beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim.


Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek,  o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim?

           Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?.. Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim.
            
              Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsizbirtavırla:

- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, diyerek fotoğrafını çekmez.


4 yorum:

  1. çok güzel bir metin herkesin okumasını tavsiye ederim...

    YanıtlaSil
  2. fotografı neden çekmemiş nedeni var mı

    YanıtlaSil
  3. gittim fotoğrafçıya otur dedi gülümse gülümseyemem dedim

    YanıtlaSil